İsmail Kılıçarslan: Müfredat ve hamaset değil, cesaret gerek
Follow @dusuncemektebi2
Toplamda şunu söylemeye çabalıyorum. Ömer Seyfettin’i de, Kudüs’ü de, Şam’ı da, Urumçi’yi de “müfredat sayesinde edindiğimiz ezberler” değil, hakiki bir “vefa ve kardeşlik ilişkisi” kurtaracak düştükleri yerden.
Eh, biraz romantik bir yazı olacak bu. Ama zaten hem Ömer Seyfettin hem de Kudüs söz konusu olduğunda biraz romantik olmaktan başka çaremiz kalmıyor. Neden? Anlatmaya çabalayayım.
2018 yılının bir bahar günüydü. Birkaç yazar arkadaşımla dönemin Kültür Turizm Bakanlığı yetkililerine “2020 yılı Ömer Seyfettin’in vefatının 100. yılı olacak. Bakanlık 2020’yi Ömer Seyfettin yılı olarak ilan etse de bu büyük Türk yazarına gereken vefa gösterilse” demiştik.
Teklifimiz elbette büyük bir heyecanla karşılandı ve elbette uygulamaya konulmadı. Osmanlı’nın en zor döneminde elinin ulaşabildiği her okura milli bir bilinç aşılamanın derdiyle ve tam bir idealist olarak ömür çürüten Ömer Seyfettin kimsenin umurunda olmadı. Belki bu yazı vesilesiyle merhumun seneidevriyesinde bir “kabir başı anma” yapıp, oradan “turizm gelirini çoğaltma çalıştayı”na geçer yetkililer. Bir de belki ilgili müdürlükler iki-üç akademisyeni bir araya getirip poğaça-börek tüketimine katkıda bulunur. Eh, bu kadarıyla yetinmeye alıştık nasılsa.
Ömer Seyfettin, üç bakımdan talihsiz bir yazar. Birinci talihsizliği Allah’ın ona 36 yıl gibi kısacık bir ömür bahşetmiş olması. Çok büyük eserler verebilecek yaşta aramızdan ayrıldı. İkinci talihsizliği 1920’de, memleketin en karışık olduğu demde vefat etmesi… Öyle ki büyük yazarımızın cesedi sahipsiz zannedilip tıp fakültesine kadavra olarak teslim edildi. Son anda fark edilmese bugün mezarını bilemeyecektik. Ki mezar meselesinde de çok talihli sayılmaz ama o başka hikâye. Üçüncüsü ise bu büyük yazarın, bu olağandışı idealist vatanseverin “müfredata hapsedilmiş” olması. Ders kitaplarına yasak savmak için konulan “öykü örnekleri” dışında bu büyük adamın hakkıyla anlaşılması için bir şey yapabildik mi? Maalesef hayır.
Kudüs meselesinde de durum Ömer Seyfettin’den farklı değil. Kudüs’ü de “müfredata hapsetmiş” durumda dünya Müslümanları. Arap liderlerinin, bilhassa Körfez tayfasının takır takır Kudüs’ü satmasına; Amerika’nın oyunlarına, İsrail’in pisliklerine öfkelenmekten ve Filistinlilerin durumuna üzülmekten başkaca elimizden hiçbir şey ama hiçbir şey gelmeyeceğini düşünüyoruz. Dahası bunu “yeterli” buluyoruz. “Müfredat” dediğim budur işte.
En basitinden söylüyorum. Filistinliler için bir “silah fonu” oluşturabiliriz. Ne oldu? Hemen çok korkutucu buldunuz bunu değil mi? Allah göstermesin “terörist” falan derler bize değil mi? Oysa batı ülkelerinin durmaksızın fonladığı terörist İsrail tam da bunu yapmıyor mu? Bizim, dünya Müslümanları olarak Filistinli kardeşlerimizin “eşit şartlarda mücadele etmesini temin” vazifemiz yok mu?
Hadi hadi şey yapmayın. Kimse size “terörist” demesin. O pembe mabadınıza bir şeycikler olmasın. O zaman Filistinli kardeşlerimizin rahat ekonomik şartlarda yaşamalarını temin için bir fon kuralım. Mücadeleyi böylece eşitleyelim. İslam dünyasının her yanından Filistin’e ayda 5 milyar dolar aksın mesela. Akamaz mı? Elbette akar.
Ama yok. Para can mı ki verelim değil mi? Ne yapacağız o zaman? Şey yapalım iyisi mi. Dua edelim biz. Slogan atalım. Hamaset patlatalım.
Bakın açık söyleyeyim. Filistin konusunda Türkiye’nin aldığı inisiyatifin benzerini alabilecek 15 Müslüman ülke bütün hikâyeyi değiştirebilir. Filistin’i müfredata hapsetmesek, şu kahpe terörist devleti “güçlü, çok güçlü, en güçlü” diye tanımlamaktan vazgeçsek, bir kaşık suda boğulabilecek bu terörist topluluğuna karşı Filistinli kardeşlerimizin gerçekten yanında durabilsek meselenin kökünden çözüldüğünü görürüz.
Aynısı Çin için geçerli. Çin’in Doğu Türkistanlı kardeşlerimize yaptığı zülüm için geçerli. Aynısı Rusya ve İran için geçerli. Rusya ve İran’ın Suriyeli kardeşlerimize yaptığı zulüm için geçerli.
Toplamda şunu söylemeye çabalıyorum. Ömer Seyfettin’i de, Kudüs’ü de, Şam’ı da, Urumçi’yi de “müfredat sayesinde edindiğimiz ezberler” değil, hakiki bir “vefa ve kardeşlik ilişkisi” kurtaracak düştükleri yerden.
Her seferinde “müfredatın kazanmasına” izin veriyoruz. Birazcık silkinmek, üzerimizdeki ölü toprağını birazcık silkelemek zor değil. Göreceğiz ki zannettiğimizden çok daha güçlüyüz. Göreceğiz ki dünyayı güzelleştirmek elimizde.
Soru şu: Bunu yapabilecek donanımımız ve daha da önemlisi cesaretimiz var mı?
Ve soru şu: Yüzleşebilir miyiz bu soruyla?
Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.