Tanrı Dağlarının ardında unuttuğumuz akrabalarımız
Follow @dusuncemektebi2
“Kitaplarını okuduğumuz büyüklerimiz, neden ‘Gönül Coğrafyamız’ listesine bu toprakları katmazlar?”
Tanrı Dağları’nı şöyle bir gezdikten sonra hazırladığım minik klibi sosyal medya hesaplarımda paylaşınca Taha Kılınç abi yorum yazmış, “Dönüşte bir seyahatname bekleriz” demişti. Ben de cevaben, kendisine teşekkür edip yukarıdaki soruyu ekleyeceğimi ifade etmiştim seyahatnamemin başına. Tutmuş oldum sözümü: ‘Gönül Coğrafyamız’ listesinde neden Kırgızistan yok?
Sahi, neden biz okuduğumuz kitaplarda Orta Asya’dan hiç haberdar olmuyoruz? Üçü, beşi geçmeyecek şekilde Buhara’dan, Semerkand’dan, Taşkent’ten bahsedilmesi yeterli mi gelmeli bize? Bu topraklara olan aidiyetimiz bu kadarla mı sınırlı yani? İşte Kırgızistan seyahatim sonrasında tam olarak şuna bile hamd eder durumdayım: Tarumar edilen şehirlerimizdeki tarihimizin üzerinden dozerler de geçse, namuslarımız da kirletilse, çocuklarımız da katledilse, bahsi edilen 'Gönül Coğrafyamız'dan haberdar olmak dahi nimetten sayılırmış. Haberler acı da olsa hiç düşünmemek, bilmemek daha da acıymış. Öyle ya, Orta Asya dediğimiz toprakları ırkçı birtakım değerlendirmeler dışında pek zikretmeyiz.
Tanrı Dağları denince şöyle bir tüylerimiz ürperir, “Aman ırkçılık olmasın” deyu geri dururuz. Halbuki Halep’e, Saraybosna’ya, Marakeş’e, Kurtuba’ya ne kadar yakınsak, Tanrı Dağları eteklerine kurulmuş şehirlere de o kadar yakınız. Öyle olmalıyız! Bu kanıya, İHH İnsani Yardım Vakfı’nın Ramazan çalışmalarını gerçekleştirmek üzere 1 haftalığına bulunduğumuz Bişkek’in arka sokaklarında varıyorum.
Ramazan bereketini kardeşlerimize ulaştırmak üzere yola koyuluyoruz. Yetkili abilerden, kumanya dağıtımları esnasında dönüşte hazırlayacağım basın bülteninin daha da zenginleşmesi amacıyla röportaj yapabileceğim yerli bir isim talep ediyorum.
Niyaz diye bir amcadan bahsediyorlar. Varıyoruz kapısına. Tercümanımız ve mihmandarımız Tima Abi de yanımda tabi. Tima Abi, Niyaz amcaya meramımı anlatınca “Olur oğlum, konuşurum” cevabı alıyoruz. Ben ilk şoku yaşıyorum. Amca gayet benim de anlayabileceğim şekilde Türkçe veriyor cevabını. Şivesi de biraz Trabzonlu dedelerimin biraz da Erzurumlu gardaşlarımızın şivesi gibi. O Türkçe konuşunca ben bu defa not defterimi bir kenara koyup kameramı kurmaya başlıyorum. Sonrasında o gün 3 farklı hikâyeye tanıklık ediyorum. 3 hikâyenin de dramı, Ahıska sürgünüyle başlıyor, evlat acısı ve peşinde gelen yalnızlıkla devam ediyor. Bu üç Ahıska Türkü’nün küçük yaşta Orta Asya’da ayak basmadıkları ülke kalmıyor neredeyse. Sonunda Kırgızistan’da tutturuyorlar dikişi. Ama ne dikiş! Kumanyalarını kendilerine teslim etmek için çalıyoruz kapılarını...
“Evlat acısı bir başkadır be oğlum!”
İlk durağımız Niyaz amca. Niyaz Fazliyev, 79 yaşında. 4 yaşındayken, Stalin onu ve ailesini yurdundan sürmüş. Komünizm devrinde şoförlükle geçirmiş ömrünü. Sonra memleket hasretiyle başlayan hikayesine yeni bir özlem daha eklenmiş: 37 yaşındaki oğlu, öte dünyaya göçmüş. Ve 8 ay önce de 43 yıllık hayat yoldaşını uğurlamış ebedi aleme. Yapayalnız kalmış şimdilerde. Ekip biçmeye güç yetiremediği ufak bahçesinde dinliyorum onu. O anlatıyor, ben ah çekiyorum. “Yalnız” kelimesini rahmetli dedelerim gibi “yalağuz” olarak telaffuz ediyor. Niyaz amcam Türkçe konuşmaya devam ettikçe benim hayretim daha da artıyor. Zihnimi yokluyorum, ‘Gönül Coğrafyamız’ listesinde ne Kırgızistan’ı ne de Ahıska Türkleri’ni yine bulamıyorum. “En çok neye özlem duyuyorsun amca?” diye soruyorum, “Evladıma” diyor ve ekliyor: “Evlat acısı bir başkadır be oğlum!” Tek bir Allah’a inanmaktan bahtiyar olduğunu belirtiyor ve “Çoh şükür, çoh şükür” diyerek bitiriyor hikayesini.
“Ne yapak oğlum, Allah verdi hepsini, yine o aldı”
Ardından sürüyoruz arabamızı Doğu illerine. Çüy’ün Işık-Ata ilçesine varınca bu defa Dilbar ninenin evinde duruyoruz. O yaşadığı yeni acılar sonrasında sürgün hikayesini çoktan unutmuş bile.
Vakıftan abileri görünce nasıl da mutlu oluyor, bir görseniz. Evladı gelmişçesine hepimize sımsıkı sarılıyor.Komşularından şikayetle başlıyor sözlerine. Sonra konu acı hatıralara geliyor. Yaşlıdır bu; anlatmak ister, dinlenilmek ister, bir şeyleri değiştiremeyeceğimizi bilse de içini döküp acısını paylaşmak ister. Hele de yalnız başına biçare kalmış bir ‘ehtiyar’sa… Kocasını, oğlunu kaybedişinden sözü alarak konuyu 17 yaşında yitirdiği balasına getiriyor. Sözler boğazında düğümleniyor, “O bana Mam diğirdi” diyor ve artık odayı sessizlik kaplıyor. Anneye “Mam” diyorlarmış buralarda. Meğer rahmetli kızının yadigarı torununu it ısırmış. Alerjisi olduğu için yanlış aşı da vurulunca rahmetli kızının yadigarı torununu da kaybetmiş. Alerjiye yenik düşmemesi için çöp toplayıp balasının ameliyat masraflarını karşılamaya çabalamış yıllarca. Nasıl oturmuş içine bir görseniz. “Ne yapak oğlum, Allah verdi hepsini, yine o aldı” diyor ve sözün ötesini getiremiyor artık.
İşte Dilbar ninenin arkasında gördüğünüz o oyuncak bebeklerin hikayesi de bu sevgili dostlar. 80’ini devirmiş bir nine, evlat hasreti ötesinde tüm yatırımını yaptığı balasının hatırasını o bebekte yaşatıyor.
Veren el iken alan el olmak
Gözyaşlarımızın yeniden kaynamasına ise son durağımız Narhanım teyze neden oluyor.
Kapıda buluyoruz kendisini. Gözleri birilerini arıyor, bekliyor sanki. Selamlaşıyoruz. Halini hatırını soruyoruz. Utangaç gözlerle veriyor cevaplarını. Recep Abi onu teselli ederek, “Allah bazen senden alır, başkasına verir, bazen de başkasından alır sana verir” diyor. “Öyle muhakkak” cevabını veriyor teyzem. “Faturaları ödersin” diyerek biraz da komşulara fark ettirmeden nakdi yardımı sıkıştırıveriyor sonra Recep Abi, teyzemin eline. Teyzem bu defa tutamıyor gözyaşlarını.
Fotoğrafını çekip arabaya bindiğimde öğreniyorum hikâyenin aslını: Narhanım teyzenin rahmetli eşi Ahıskalıların derneklerine başkanlık ediyormuş meğer. 2 oğlu da varmış üstelik. Durumları da gayet yerinde. Sonra imtihan silsilesi sıralanmış bir bir. Önce durumları bozulmuş. Sonra işleri toparlamaya fırsat bulamadan eşi ve iki oğlu hayatını kaybetmiş. Birdenbire zenginken fakir durumuna düşmüş. Veren el iken, alan el olmuş. Sonra da büyüklerin ifadesiyle bu dünyanın en çetin imtihanıyla baş başa kalmış.
Komünizme şahitlik
Vaktin iyice ilerlediğini anlayınca tekrardan başkent yoluna giriyoruz. Camdan dışarıyı seyre daldıkça bir haftalık Orta Asya seyahatim film şeridi gibi akıyor gözümün önünden.
Komünizm ve bilmem ne-izm uğruna çil yavrusu gibi dört bir yana dağıtılan Âlem-i İslam’ı düşünmeye başlıyorum. İçimden, “Ahıska’da yaşarken arada sadece bir nehrin ayırdığı bu insanlarımızı, bir güç nasıl olmuş da dünyanın ötesine savurmuş ve bir tren gibi geçmiş üzerlerinden?” diyorum. Aradan geçen yaklaşık koca bir asrın ardından yeniden Türkiye’den gelen biri olarak kaderin cilvesine dikkat kesiliyorum.
Tüm eksikliklerimize rağmen, Türkiye’den gelen makul STK ve cemaatlerin ülkedeki faaliyetlerine hamd ediyor, İslam’a susamış bu topraklarda, kendini arayan bu halk için açtıkları camileriyle, öğrettikleri Kur’an’ı Kerim’iyle ne denli şerefli bir hizmete nasip olduklarını fark ediyorum. Ardından yollardaki nizamiliğe kayıyor gözlerim. Bir yandan şoför abinin kuralcılığına hayret ediyorum diğer yandan da yolların genişliğine ve yeşilliğine. Hala iş gören fabrikaların 28 yaşındaki Kırgızistan’a olan faydasını da düşününce bu hayatta sadece siyah ve beyazın olmadığı geliyor aklıma. Sonra, tüm şaşkınlıklarım yetmezmiş gibi bir de aradaki renklerin tonlarına hayret ediyorum. Tanrı Dağları eteklerinde tabularım yıkılmaya devam ediyor…
Ben ise tüm bu satırları, başkente dönüş yolunda kaleme alıyorum. Arabanın teybinde ise içli bir türkü mırıldanıyor:
“Vay dünya, dünya fanisin dünya.
Vay dünya, dünya yalansın dünya.
Yalan ile yalan olansın dünya.
Müellif: Bilal Gündoğdu / Mecra
Henüz yorum yapılmamış.