Sosyal Medya

Plaza hayat tarzında müslümanca yaşama zorluğu

Yağız Gönüler; “Plazalar, bir Müslümanın maneviyatını oldukça zorlayan yapılardan biridir. Bu yapılar dışarıdan bakıldığında her ne kadar haşmetli, heybetli, göz alıcı gözüküyorlarsa da ne kâinatın dengesine de insanın ölçüsüne de zıttır.” diyor.



"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmez misiniz?"
- 6/En'âm-32
 
"Boğaz tokluğuna çalışanlar / özenle kilitleyecek göğüslerine / benim ölmüş olmamı / hiç bir yaprak damarından / hiçbir su özünden atamayacak beni / ortaya benim ölümüm sürülecek / pey akçesi olarak / tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca / ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten / hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı."
 
- İsmet Özel, Üç Frenk Havası (2 - Alum Cantabile)
 
"Ahiret yurdunu gözönüne almaksızın benimsenen hayat anlayışı bir lunaparktan farksızdır. Dönme dolaptan inip atlı karıncaya binersin, çarpışan otomobillerden uçan sandalyelere geçersin. Korkudan hoşlananlar için dehlizler, tuhaflıklara gülmek isteyenler için insanı eğri büğrü gösteren aynalar vardır. Severiz çocuksu tarafımızla lunaparkı."
- İsmet Özel, Üç Zor Mesele (s. 201)
 
Söze evvela, "Müslümanca yaşamak" üzere yüklenmiş olduğumuz mesuliyetin mesele edinmiş, bu meseleyi herkesin yüklenmesi gerektiğini söylemiş İsmet Özel'in Üç Mesele kitabından bir paragrafıyla başlayalım: "Birey, dev bürokrasiler yoluyla üretim ve yönetimin insan için faydalı olacağı farzedilen amacından koparılıyor; büyük birimler halinde kitlevî üretim, karmaşık siyasî yapılar içinde insanoğlu yaşadığı dünyada olup bitenlerin mahiyetini bilmeden, bir robot ve soyut bir varlık olarak hayatını sürdürüyor. İnsan bu büyük kaos içinde bir atom, bir çark dişlisi olarak kendi varlığının bilincinden uzaklaşmış halde yaşıyor, üzerindeki baskılara (teknik, siyasî, iktisadî) karşı duracak "insanca vasıflar"ı artık elinde bulundurmuyor."
 
Burada, ortada bir terazinin kalmaması ayrı, o teraziyi kullanacak olanların aklî ve ahlakî vasıfları ayrı bir sorun teşkil ediyor. Sorulara cevap bulunamaması bir yana, bu soruların gündeme gelmemesi için de "dev bürokrasiler" gerekli hamleleri en başından yapıyor. Sanki ortaya gizlice bir terazi yerleştiriliyor gibi. Bu teraziyi kullananlar bizlere metro, metrobüs, plaza, AVM, gökdelen gibi "şeyleri", birer "ihtiyaç" gibi sunuyor ve biz de hemen kabul ediyor. Hakiki olan her şeyden uzaklaşıyor, çoraklaşmaya doğru gidiyoruz. İsmet Özel de yukarıdaki sözlerinin devamında bir "çorak ülke"den bahsediyor ve şöyle diyor: "Çağdaş dünyada insanın kendisini bir "çorak ülke"de bulduğunu anlıyoruz. Yine de bilmiyoruz vaadedilen ülkeye uygun insanca vasıfların ne olduğunu. Eğer bunlar düşünce, bilgi, akıl gibi insanın zihnî yeteneklerine bağlı vasıflarsa, hemen sorulabilecek olan soru, "Hangi düşünce, hangi bilgi, hangi akıl?" sorusu olacaktır. Zaten insanın zihnî yapısının sağlıksızlığı bir yakınma konusu olurken, bir de bu çürük tabana dayanarak yürünecek yolu tespit mümkün mü? Yok eğer dostluk, sevgi, cesaret, sorumluluk duygusu, haysiyet duygusu, gerçek saygısı gibi moral değerler insan olmayı sağlıyorsa, bu vasıfların her birinin yaşanılan toplum biçimine göre ayrı anlamlar taşıdığını kabul etmek zorundayız."
 
İntihar eden insanların ekseriyeti "yaşamın anlamı"nın kalmadığını söyler. Psikotik, psikolojik, nörolojik, melankolik veya şizofrenik hastalar, aşırı bir anlam kaygısının yanı sıra umut ve bekleyiş gibi derin konuların dehlizlerinde kendilerine sürekli yeni yaralar açarlar. Eugenio Borgna'nın "Umut ve Bekleyiş" kitabında belirttiği gibi bu hastalıklar sanıldığının aksine kişinin aşk, aile veya arkadaş sorunlarından değil; daha çok çalışma atmosferi, yaşamını en sık geçirdiği yer ve mekanların kasveti, rutin bir hayat sebebiyle ortaya çıkar. İşte burada Borgna'nın çok ilginç bir tedavi yöntemi vardır: Hasta, eğer kendi birlikte doktorun da öleceğini zannetmeye başlarsa, yani kendisiyle beraber bir başkasına da zarar vereceğini düşünürse, o zaman tedavi olasılığı artıyor. Konuya başka bir noktadan baktığımızda kişinin "dostluk"ta mutabık kalabileceğini görüyoruz ve lakin dengesiz bir ortamda dostluğu ancak banknotlarda aramak bir çaba oluveriyor. Tam da burada İsmet Özel'le devam etmemiz gerekiyor: "Dostluk deyince, iki sermayedarın bonolarına dayanarak kurdukları münasebeti mi anlayacağız? Gerçek saygısı ve hakkaniyet gibi kavramların ölçüsü de insanların çıkarlarıyla belirlenmiş, dolayısıyla kimden yana bakılırsa o tarafı doğrulayacak esasları içinde barındırmayacak mı?.. Hâkim sınıftan olmak objektif olarak kendi rağmına karar almayı zorunlu kılarken, ezilen sınıftan olmak da toplumsal kuruluşun işleyişi içinde güçsüz bir av olmayı zorunlu kılıyor. Şehir hayatının önem ve yaygınlık kazanması insanın tabiata olan uzaklığını artırmış ve tabiat üzerinde insanın kurduğu denetim, insanın tabiata ve kendine yabancılaşmasına yol açacak biçimde belirmiştir. İnsanın insanla, tabiatla bir dayanışma içinde olmadığı, insanın insanları ve tabiatı kendisi için bir tamamlayıcı olarak görmediği anlaşılmıştır."
 
Ölçü, şehir hayatı, tabiat ve insan. Meselenin özüne geldik. Cenab-ı Allah'ın harikulade bir denge üzerine yarattığı dünyada eşref-i mahlûkat olan insan, bu dengeyi hırpalayarak ve çoğu zaman da bozarak "anlamı arama" yolunda büyük mağlubiyetlere uğramaktadır. İnsan adeta kendisiyle bir futbol müsabakası yapmaktadır ve karşısındaki rakibin (doğa) ne kadar güçlü olduğunun farkında değildir. Yaratanın muazzam bir sistemle meydana getirdiği insan ve doğa, modern yaşamın çılgın fikirleriyle birbirine rakip olmuş durumdadır. Gelinen çağda ne psikoloji ne de ekoloji bu rekabeti açıklayabilecek güçte değildir zira her ikisi de kurumsallaşmış, bir pazarlama ürünü olmuş durumdadır.
 
 
Plazalar, bir Müslümanın maneviyatını oldukça zorlayan yapılardan biridir. Bu yapılar dışarıdan bakıldığında her ne kadar haşmetli, heybetli, göz alıcı gözüküyorlarsa da ne kâinatın dengesine de insanın ölçüsüne de zıttır. Tamimiyle zıttır. Burada sözü Sadettin Ökten’e bırakalım: “Serçeler hangi irtifadan uçuyor, siz bir nefeste kaç adım atabiliyorsunuz. Allah'ın verdiği bir alt limit, üst limit var. İnsan bu ölçüleri bozabiliyor. 100 katlı bina yapabiliyor. Bozmayın bu ölçüyü. Şehir yapıyorsanız çok yükselmeyin. Ölçü bozulduğu zaman önce gözün ölçüsü bozulur, sonra kalbin ölçüsü. Şu anda biz ölçüsü bozulmuş kalplerle yaşıyoruz. Kalbin ölçüsünün bozulması hırstır. Haris olursunuz.”
 
Plazalara türlü türlü unvanlarla girilebilir. İş ortağı olabilirsiniz, beyaz yakalı olabilirsiniz, hizmetçi olabilirsiniz, temizlikçi olabilirsiniz, CEO olabilirsiniz, müdür ya da genel koordinatör olabilirsiniz, işçi olabilirsiniz, dişçi olabilirsiniz, iş görüşmesi ya da bir arkadaşınızı ziyaret etmek için de gelebilirsiniz plazalara. Önce çantanızı bir cihaza sokarlar, içinde ne var ne yok tüm mahreminiz yansır ekrana. Yemek de olabilir içinde, sonradan yiyeceğiniz bu yemeğe bu makineyle radyasyon bulaşmış olur. Elbette x-ray cihazından geçen size de. Elinize bir kart verilir ya da daha önceden vardır, turnikelerden geçip asansör sırasına girersiniz. Burada her şey makine gibidir. Tüp yapacaklarınız önceden bellidir ve bir plazada çalışıyorsanız oradan ayrılacağınız güne kadar her sabah ve her akşam aynı şeyleri yaparsınız. Nereden kalmıştık? Asansör. Tıka basa asansöre doluşursunuz, birbirine “hello” diyen ve tuhaf aromalı kahve kokularıyla parfümün harmanlanmasıyla ortaya çıkan bir kokuya sahip insanlar arasından çalışacağınız kata çıkarsınız.
 
 
Elinizi çarpsanız ya yaşam koçu ya da en az üç dil bilen sertifika müptelası birileri vardır plazalarda. Yogayı, tangoyu, pahalı otomobillerini ve bayramlarda geçirdikleri yurtdışı tatillerini size en ince ayrıntısına kadar anlatmayı çok severler. Sizin de aklınıza namaz gelir, dua gelir, vazgeçtiğimiz at arabaları gelir, geçen bayram mezarına gittiğiniz dedeniz belki… Sonra antiemperyalisttir plaza insanı ama akıllı telefonu muhakkak Amerikan menşeilidir. Ev ve mobilya dergilerini okuyarak orta doğuyu çözümlerler. Sitede otururlar, İsveç köftesi yemek için gardırop almaya giderler, kürkleri vardır ancak hayvan hakları konusunda hassastırlar… Hepsi birer "piyasa" insanıdır. Nedir bizim o çok küçümsediğimiz piyasa, İsmet Özel'den dinleyelim: "Bugün piyasa dediğimiz kuruluş, dünün çarşı ve pazarından temelli farklılıklar gösterir. İnsanların pazar ve çarşı ile münasebetleri geçmişte ihtiyaçları giderecek nesneleri teminden ve insanların birbirlerini daha iyi tanımalarının bir vesilesinden öteye geçmiyordu. İnsanın hayatı bu derece iktisadi kıskaç içine alınmış değildi. Buna rağmen şeytanın sancağını çarşıya diktiği bilinirdi. Oysa bugün her yer piyasadır. Alım-satıma konu olmayan nesne kalmamış gibidir. Piyasa, akıl erdirilemeyen mekanizması, süper tapınakları, üretim ve tüketim orduları, bankalarıyla dinden uzaklaşmış insanlara tanrılık edebilmektedir."
 
Piyasanın mekanizması en çok plazalarda işlemektedir ve alıcısı da son derece boldur. Bu mekanizma, plaza şartlarında çalışan Müslümanların ruhlarını hırpalamakta, onları da İsmet Özel'in tabiriyle "dinden uzaklaşmış insanlar" safına sokmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu şartlarda insanın kendini araması daha da yoğunlaşmalı, özüne, ruhuna bakmalı, orada keşfedilecek nice hazineleri en karanlık anlarda dahi kendi feneriyle aydınlatmalıdır.
 
 
Hoş geldiniz. Kim bilir kaçıncı kattasınız. Kim bilir namaz vakti bu kattan mescide (varsa eğer) inebilmek için kaç dakika harcamanız gerekmektedir. Belki de namazı kaçıracaksınız. Oruçluysanız enerjiniz de düşecek, zaten her yer yemek kokuyor, kimse sizin inancınız hakkında bir şey bilmiyor. Olsun siz yine de Yunus gibi “Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” diye yolunuza devam ediyorsunuz. Yolda olmayı seviyorsunuz. Yoldan çıkmışları da hor görmüyorsunuz ama derdinize ortak birilerini bulamamak karşısında çok üzülüyorsunuz. Sizin Allah’ı daha çok anmak istediğiniz o mübarek Cuma günlerinde onlar Happy Friday’ler düzenliyor. Ellerinde türlü içecekler, korkunç müzikler. Bir yandan Sezai Karakoç’un “Sen cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu onlara anlat” dizesini hatırınızda tutarken kulağınızda da belki güftesi Mehmet Âkif’e ait bir hüseynî şarkı “Ezelden aşinânım ben ezelden hem zebanımsın”… Ama işte burası plaza. Burada kendi değerlerinizi gönlünüzden uzaklaştırmak için çalışan çok “şey” var. İşte bu “şey”lerdir sizi plazada Müslüman kalmak için diri tutanlar aslında. Zordur ama güzeldir, bataklığın içinde bile sancağı tutmaya çalışmak. O sancak değil midir ki müminin umudu, ahirette…
 
İnsan varoluşunun güvenliğini yalnızca onu yaratanda bulabilir. Yalnızca onun emirleriyle yaşayarak (havf) ve ibadet ederek (reca) varoluşunun hakkını, Hakk'a teslim edebilir. Hakk'a teslim olmanın şartlarından biri, hangi mekanda ve hangi şartta olursa olsun Müslümanca yaşamak, Müslüman kalabilmektir. Müslümanlıktan bir damla kadar uzaklaşanın nihai sonu okyanusta boğulmak olacaktır.
 
İsmet Özel'le başlamıştık, yine onunla bitirelim:
 
"Kim ki günden güne arkasından kapanan kapının şiddetini hisseder, işte o "bilmek"te acele edebilir. Susamayanların su araması ne mümkün?"
 
________
 
Müellif: Yağız Gönüler (Aşkar, 37, Ocak-Şubat-Mart 2016)

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.