Sosyal Medya

Siyasetin egoizm, güç ve adalet arasında sıkışması

Amerika’nın Ortadoğu coğrafyasına yönelik adalet ve özgürlük iddialarını hiç kimsenin yuttuğunu sanmam. İş eğer Süleymani’yi katlederek İran’la savaş noktasına kadar geldi ve getirildiyse burada Amerika’nın keli artık iyice ama iyice görünmüş demektir. Ortadoğu’da icra edilen bütün o diplomatik ve askeri çabalar Makyavelizmin tamtamları olarak tarihe geçmektedir.



Mülk adaletin temelidir.” Bilerek veya bilmeyerek böyle bir cümle kurduÄŸumuz takdirde, ekseri insan bunun sehven yapılmış bir hata olduÄŸunu düÅŸünmeden edemeyecektir. “Adalet mülkün temelidir” demek istediÄŸimizi oracıkta hemen bize hatırlatma ihtiyacıyla birileri muhtemelen araya gireceklerdir.
 
Bazı kliÅŸelerin nasıl birer tabu haline geldiÄŸini anlamak için verilen bu tepki biçimi güzel bir örnektir diye düÅŸünüyorum. Bizim bununla düÅŸünsel baÄŸlamda bir yapı-söküm çabası içinde olduÄŸumuzun fark edilmesi ise belki çok kolay bir iÅŸ deÄŸil. Hele bir de iÅŸi tezat sanatına baÄŸlayarak tam bir anlam suikastine maruz kalmamız iÅŸten bile deÄŸildir. DeÄŸil mi ki, hiçbir ÅŸeyi yeterince düÅŸünmeye zamanımızın kalmadığı bu hız ve iletiÅŸim dünyasında, kelimelerin ağırlığına artık güven duyamaz hale geldik. Enformasyon dediÄŸimiz hadiseyi her gün ve sabah akÅŸam kusar bir haldeyiz. Özlü söze buyur eden tarafıyla bugün Twiter'ı bu noktada belki kutlamamız gerekirdi. Ama kabul edelim ki, olanla olması gereken arasında orada da yüz seksen derece fark olduÄŸu aÅŸikar. Cemal Süreya bundan 70 yıl kadar önce “Åžiir geldi kelimeye dayandı” derken de benzer bir tepkiyi ÅŸiir adına ortaya koymuÅŸtu. Yazdığı ÅŸiirle o, bu anlayışın hiç ÅŸüphesiz en güzel örneklerinden birisini verdi. 
 
Saklı haller, çeliÅŸkiler 
 
GerçeÄŸin hiçbir zaman söylendiÄŸi ÅŸekilde olmadığını biliyoruz. Belki de söyleyebileceÄŸimiz en doÄŸru, en evrensel hakikat bu. Söylemlerle pratik (gerçeÄŸin hakikati) arasındaki mesafenin kapatılamaması biz insancıkların en temel sorunsallarından biri. Bu sebeple gerçeklerle tam anlamıyla yüzleÅŸemiyor, yüzleÅŸecek entelektüel cesareti ve dirayeti gösteremiyor, gerçekçilik adına tutarsızlığı makbul ve normal hale getiriyoruz. Mesele burada gerçekçiliÄŸi boÅŸ vermek deÄŸil. Ama yanılsamalarımızı küçümsemeye de hakkımız yok.
 
“Adalet mülkün temelidir” mottosunun sadece hoÅŸ bir sedadan ibaret olduÄŸunu söylemiyorum. Bunun normatif, hukuk deÄŸerlerimizle ilgili bir anlamının olduÄŸunu yadsımamız söz konusu bile edilemez. Fakat yaÅŸadığımız gerçekler dünyası içindeki karşılığı ve payı nedir diye bakarsak, kullandığımız dil ve kelimelerle ilgili sıkıntıyı görmeye baÅŸlarız. Hukuk pratiÄŸi içinde bile geçerliliÄŸi sorgulanabilecek bir durumdan söz ediyoruz. Yine de hukuk aklının normatif olarak adalet ilkesiyle çalıştığını kabul etmek zorundayız. Ne ki mülkten, baÅŸka deyiÅŸle güç ve varlık alanımızdan yani sahip olduÄŸumuz türlü bireysel, toplumsal, siyasal varlık durumundan söz ettiÄŸimizde, burada çok baÅŸka bir dünya ile karşı karşı karşıya geliyoruz: Adaletin yani hukuk mantığının bu mülk(iyet) alanları içinde fiilen geçerliliÄŸini kaybettiÄŸi, dahası tersine çevrildiÄŸi bir dünya! Söz konusu mottonun mahkeme salonlarındaki anlam ve kıymeti, dışarıda hükmünü büyük ölçüde yitiriyor. Dışarıdaki dünya, adalet söylemini son derece karikatürize hale getiren bir aklın tahakkümü altında faaliyetini sürdürüyor. 
 
Ä°çimizdeki kurt 
 
Makyavelizm’in 15. yüzyılda Makyavel tarafından icat edildiÄŸini söylememiz çok yanlış olur. Ä°çeriÄŸi ve esası itibariyle baktığımızda Makyavelizm tarih boyunca var olmuÅŸ bir olgu. Makyavel bir taraftan aslında olgunun adını koyuyor. Ama bir taraftan da bunu idealize etmektedir. Ä°ÅŸin ilginç ve önemli yanlarından biri, Makyavel’in siyaset teorisinin seküler ulus-devlet oluÅŸumlarının baÅŸladığı sürece denk geliÅŸidir.
 
Tanrısal otorite anlayışı sönümlenmeye yüz tutmuÅŸ, iktidarın meÅŸruiyet kaynağı insana dayalı olarak artık dünyevileÅŸmeye baÅŸlamıştır.  Ä°ktidarı adeta bir fanus gibi korumakta olan metafizik “büyüsünden arındırılması”yla birlikte gücün bizatihi kendisi, iktidarın gerekçesi olarak kendisini göstermiÅŸtir. Daha doÄŸru bir deyiÅŸle neden, nasıl var olduÄŸumuzdan ziyade bizzat var olma ihtiyacı artık iktidar için yeterli bir gerekçedir. Ä°nsan kendisini bu anlamda Kant’tan (reÅŸit insan tanımından) çok önce keÅŸfetmiÅŸ, Hobbes’in “insan insanın kurdudur” mottosuyla insanoÄŸlunun en temel ve evrensel gerçeÄŸi ilan edilmiÅŸtir. DoÄŸamız yani açık ve yalın gerçeÄŸimiz budur. Dolayısıyla bireysel, toplumsal, siyasal vs. hangi baÄŸlamda olursa olsun, egoizmi bir veri olmaktan öteye bir hedef ve gerekçe olarak almamız gerekecektir.  
 
Egoizmin bir veri veya gerçeklik olarak kabul edilmesini yadsıyacak deÄŸiliz. Ancak Makyavelci bir anlayışla bunun bizatihi hedef haline getirilmesi, gücün ve meÅŸruiyetin kaynağına dönüÅŸtürülmesi çok baÅŸka bir ÅŸey. Buradan hızlı adımlarla Niezstche’nin “güç istenci”ne, oradan faÅŸizme doÄŸru yürümek çok zor deÄŸil. Batı dünyası ekonomi-politik etkenlerin de devreye girmesiyle bu talihsizliÄŸi Almanya’da, Ä°talya’da, Ä°spanya’da muhtelif ÅŸekillerde yaÅŸadı. Etnik mülkün ve asabiyenin adaleti nasıl evirip çevirdiÄŸini, dahası iÄŸfal ettiÄŸini gördük. Tabii ki bunlar sadece ekstrem örneklerdir. Ekstrem olduÄŸu için de beÅŸeri vicdan tarafından kolaylıkla tart edilebiliyor. Normal zamanlar içinde faÅŸizmin övgüsünü yapacak aklı başında bir insan olmaz. Evet ama buna bakarak kendimizi kandırmayalım derim. Mesele ekstrem durumlar deÄŸil. Mesele normal zamanlar içinde güç ve adalet iliÅŸkisini ne ÅŸekilde yürüttüÄŸümüzdür. 
 
Adalet ve çıkar ayrışması veya çatışması söz konusu olduÄŸunda yaptığımız tercihler, izlediÄŸimiz politikalar gerek insan gerek toplum gerekse devlet olarak ne olduÄŸumuzu ve olmadığımızı en sarih biçimiyle ortaya koyacaktır. Hangi çıkar türü bizi adaletten sapmaya itebilir? Bu sapmayı meÅŸru kılacak tartışılmaz, haklı gerekçemiz ne olabilir? Kendimizi ve sevdiklerimizin çıkarlarını daha fazla gözetmekte hakkımız vardır, kabul, ama bunun sınırı ve ölçüsü nedir? BaÅŸkalarıyla aramızdaki iliÅŸkiyi egosantrik, etnosantrik zeminlere oturttuÄŸumuzda adaleti temin etme ÅŸansımız ne olabilir? 
 
Deli Dumrul’un adaleti 
 
MeÅŸru müdafaanın haksız muamele karşısında evrensel bir adalet ve ahlak ilkesi olarak kabul görmesi önemli. Bunun ceza hukukunda olduÄŸu kadar uluslar arası savaÅŸ hukukunda da geçerlilik taşıdığı malum. Ä°nsanların da ülkelerin de kendini savunma hakları her zaman baki. Ne var ki gerçekler dünyasında iÅŸler bu kadar basit ve net deÄŸil. Her ÅŸeyin her ÅŸeyle iliÅŸkili hale geldiÄŸi kimi koÅŸullar içersinde, meÅŸru müdafaa ilkesiyle mütekabiliyet arz eden pek çok baÄŸlam ve durumu tespit etmemiz mümkün olabiliyor. Zira, koruma hakkına sahip olduÄŸumuz varlık alanımızın sadece fiziksel ÅŸiddetin konusu olduÄŸunu kabul etmek pek doÄŸru olmaz. Gerçekte fiziki, manevi, kültürel, toplumsal, hukuksal her türlü oluÅŸ halimiz, fiktif bir varlık alanı olarak ortaya çıkmakta ve dolayısıyla subjektif yani deÄŸiÅŸmeye açık, izafi hatta elastiki bir mahiyet taşımaktadır. Bunun için meÅŸru müdafaa ilkesini insanların/toplumların bütün varlık alanlarına teÅŸmil etmeye esasen hiçbir mani yoktur.
 
Mesela bir Deli Dumrul çıkar da yaÅŸadığımız ekonomi-politik düzenin hırsızlık ve sömürü üzerine kurulduÄŸunu bilimsel, mantıklı, gerçekçi argümanlarla izah etmek isterse ne diyeceÄŸiz? Fakat biliyoruz ki, tam da burada böylesi bir teÅŸmil çabasını imkansız veya engelli bir pozisyona sokacak araçlar devreye girmektedir. Cari hukuk bu araçlardan sadece biridir. Weber’in hukukla ilgili “ÅŸiddetin tekelleÅŸmesi” ÅŸeklindeki o çarpıcı tarifinde de bu engellemenin ipuçlarını “tekelleÅŸme” metaforu üzerinden yakalayabiliriz. Ä°deoloji diÄŸer bir engelleme aracı. Buna karşılık hukuku da ideolojiyi de arabaya koÅŸan bir imkan ve yol olarak siyaset, adalet ilkesini yerinden etmeye ve/veya engellemeye en açık, en elveriÅŸli araç olarak rol oynamaktadır. 
 
Tarih sahnesine modern dönemlerde uzlaÅŸma ve adalet ihtiyacını karşılamak üzere çıkan siyasetin, adaletle egoizm veya adaletle güç arasında sıkışıp kalmış olması insanlık adına büyük bir bahtsızlık olsa gerek. Bu bahtsızlığı mesele edinmemiz, her ÅŸeyden önce güç ve adalet iliÅŸkisini veya ikilemini nasıl çözeceÄŸimize yönelik bir çabaya sahip olmayı bize icbar etmekte. Aksi halde gücün ve egonun siyasetine odun taşımakta hiçbir beis görmeyip devranın dönüÅŸüne teslim olmayı kabulleneceÄŸiz demektir. Gücün siyasetini anlamamız ve güçle adalet arasındaki salınımlı politikaları yeterince kavrayabilmemiz için uluslar/devletler arası iliÅŸkilerin çok açıklayıcı veriler sunduÄŸunu biliyoruz.
 
Egoizmin bastırılmış veya kamufle edilmiÅŸ yüzü bilhassa uluslar arası iliÅŸkilerde bütün çıplaklığıyla ve neredeyse dizginsizce ifÅŸa edilebiliyor. Milli çıkarların birincil ve yegane öncelik haline getirilmesi devletler için de toplumlar/milletler için de yadırganmadan kabul görebiliyor. Zira “insan insanın kurdudur” demekte mütereddit olsak bile, -tabir caizse- “uluslar ulusların kurdudur” demekte hiçbir sakınca görmüyor, milli çıkar söylemleriyle bunu alabildiÄŸine olaÄŸanlaÅŸtırabiliyoruz. Ä°ÅŸin doÄŸrusunu söylemek gerekirse, uluslar arası siyaset, ferdi ve toplumsal anlamda bütün iç yüzümüzü ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı iÅŸlevini görüyor. Kolektif, milli çıkara dayalı güç siyasetini tastamam normal hale getirebiliyoruz. Uluslar arası siyasetin tamamen güç ve çıkar iliÅŸkileri üzerinden analiz edilmesi, ciddi bir problem olarak bile algılanmıyor. Gerekli hatta meÅŸru olan yaklaşım biçimi bu. 
 
Ä°ÅŸin içine reel-politiÄŸi soktuÄŸumuzda söylediklerimizin hiçbir anlamı kalmıyor denebilir. Ama öyle deÄŸil. Reel-politiÄŸi ıskalamak gibi bir ahmaklığa ve acziyete göz yummayı doÄŸru bulmam. Bu anlamda gücün siyasetini yekten iptal etmek akılcı bir çözüm olmayacaktır. Buna mukabil, sözkonusu siyasetin dilini ve yaklaşımlarını aÅŸan bir pozisyon geliÅŸtirmek, adalet temelli bir siyasetin icabı sayılmalı. 
 
Kötü bir ÅŸaka gibi  
 
Amerika’nın OrtadoÄŸu coÄŸrafyasına yönelik adalet ve özgürlük iddialarını hiç kimsenin yuttuÄŸunu sanmam. Ä°ÅŸ eÄŸer Süleymani’yi katlederek Ä°ran’la savaÅŸ noktasına kadar geldi ve getirildiyse burada Amerika’nın keli artık iyice ama iyice görünmüÅŸ demektir. OrtadoÄŸu’da icra edilen bütün o diplomatik ve askeri çabalar Makyavelizmin  tamtamları olarak tarihe geçmektedir. Güç siyasetinin uluslar arası hukuka ve evrensel deÄŸerlere raÄŸmen nasıl bir zehirlenme olduÄŸunu kavrayabilmek için, -bileÅŸik kaplar yasası çerçevesinde- bireyden topluma, toplumdan devlete kadar bütün kademelerde sinsi bir ÅŸekilde de olsa hükmünü sürdüren egoizm gerçeÄŸiyle gerçek bir hesaplaÅŸmayı yapmak mecburiyetindeyiz. Son yüzyılda önce Milletler Cemiyeti, ardından BirleÅŸmiÅŸ Milletler örgütü tarafından güç siyasetini evrensel deÄŸerler ve normlarla dizginlemeye veya aÅŸmaya yönelik çabaların nispeten bile olsa boÅŸa çıkıyor olması, insanlık durumumuzun ne kadar kritik ve karışık olduÄŸunu ortaya koymaktadır. DiÄŸer taraftan bütün hukuk yapılarında mündemiç olarak var olan egemenlik unsurunun (egemen gücün)  BM  Güvenlik Konseyi’nde de “beÅŸ büyükler” ÅŸeklinde kendisini göstermesi ÅŸaka gibi bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Buna Nabi Avcı’nın bir yazısının baÅŸlığından ödünçle “gerçek ÅŸakası” dememiz yerinde bir ironi olacaktır. 
 
 
Müellif: Ali K. Metin (Åžair - Yazar) / Kaynak: Star- Açık GörüÅŸ

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.