Sosyal Medya

İnsanın anlam arayışı

Bilge Aliya, “Hayatın mânâsını kaybetmişsem ölmeliyim” der. Evet, insan, eli-kolu-gözü olmadan zor da olsa yaşar, fakat insan olmanın mânâsını ve hayatın anlamını yitirmişse, velev ki nefes alıp verse de, özünde yaşayan bir ölüdür.



“Mayın tarlasına düşmüş deliyim, hudutta;
Gözüm, sekizinci renk ve dördüncü buutta…”
 
İnsan olmak; iki göz, iki el, bir buruna sahip olmanın çok ötesinde, fizikî özelliklerden ziyade ruhî inceliklere sahip olmakla ilgili. Bundan dolayı bizler, eli yahut gözü olmayan bir kişiye, “Bu insan değil” demeyiz. Lâkin kalbinde merhamet kalmamış birine, bütün bedenî uzuvları tam da olsa, “Ne kadar zalim biri, bu nasıl insan?!..” diye serzenişte bulunuruz. Zira insan, sadece maddî değil, mânevî de bir varlıktır. Haddizatında insanı insan kılan da, sahip olduğu işte bu mânâ alanıdır.
 
“Özgürlüğe Kaçışım” isimli kitabında Bilge Aliya, “Hayatın mânâsını kaybetmişsem ölmeliyim” der. Evet, insan, eli-kolu-gözü olmadan zor da olsa yaşar, fakat insan olmanın mânâsını ve hayatın anlamını yitirmişse, velev ki nefes alıp verse de, özünde yaşayan bir ölüdür.
 
20. yüzyılın en önemli psikiyatristlerinden biri olan Avusturyalı Viktor Emil Frankl’ın “logoterapi”si de, bir bakıma buna dayanır: “Anlam kazandırma yoluyla terapi”. Frankl, otuzdan fazla dile çevrilmiş, bir nevi başucu kitabı olarak rağbet gören “İnsanın Anlam Arayışı”nda, II. Dünya Savaşı yıllarında milyonlarca insanın esir tutulduğu ve öldürüldüğü Auschwitz Nazi Toplama Kampı’nda, yaşadığı zorluklar ve gördüğü tüm o acı tablolar karşısında, hayatta kalabilmek için verdiği mücadeleyi ve geliştirdiği “logoterapi”yi çarpıcı bir dille anlatır.
 
Frankl’ın Auschwitz’de tecrübe ettiği başlıca husus şudur: İnsan ne kadar zor ve acımasız şartlar altında olursa olsun, her şeye alışabilir ve umudunu yitirmediği sürece, tüm zorluklara göğüs gerip, hayatta kalabilir. Nietzsche’nin “Yaşamak için bir ‘neden’i olan kişi, hemen her ‘nasıl’a dayanabilir” sözü, Dr. Frankl’a dayanak olmuştur. Bir bilim insanı olarak, toplama kampında korkunç acılar, işkenceler yaşasa da oradan sağ çıkan Frankl, hiçbir amacı olmayanların, kuru bir dalın kırılması gibi hayattan kopup gittiklerini görmüştür. Kitapta bunu şöyle dile getirir: “Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline! Kaybetmesi uzun sürmeyecektir.” Ezcümle, ister bir Nazi toplama kampı olsun, isterse de bir toplanma yeri olan dünya olsun, insan öz mânâsını ve hayatın anlamını yitirmişse, üst satırlarda da söylediğimiz gibi yaşasa da zaten ölüdür.
 
“Mayın tarlasına düşmüş deliyim, hudutta”
 
Rol aldığı TV dizileri yanında, Mucize filmindeki “Aziz” rolüyle de hatırlayacağımız Mert Turak’ın, 85 dakika boyunca müthiş bir performans sergilediği “Karıncalar - Bir Savaş Vardı” isimli tek kişilik oyunu, insanın mânâ (anlam) arayışını, tiyatro sahnesinden izleyicisine başarılı bir şekilde aktarıyor.
 
Mert Turak, Mucize filminde canlandırdığı ''Aziz'' karakteri
 
İki büyük yazar, Boris Vian (Karıncalar) ve John Steinbeck’in (Bir Savaş Vardı) eserlerinden Gökhan Aktemur’un uyarladığı oyun, isimsiz bir askerin, bilmediği bir ülkede, bilmediği bir nedenle, daha önceden tanımadığı düşmanla, anlayamadığı bir savaş için bulunmasını konu alıyor. Bu kadar bilinmeyen ve anlamsızlık içindeki asker, insanlığını kaybetmemek için kendine bir mânâ bulmaya çalışır. Bu mânâ ise sevdiği kadına, Jacqueline’e kavuşma umududur. Asker, oyunun başından sonuna kadar tüm yaşadıklarını Jacqueline’e anlatır; yeri gelir defterine notlar alır. Zira oyunun bir yerinde şöyle der: “Artık ne şaka, ne oyun, ne müzik; sürekli sessizlik. Savaştaki en korkunç ân’ı yaşıyoruz sanırım. Sessizlik…” İşte bu sessizliği Jacqueline ile bozar. Peki nedir hakikatte bu sessizlik?..
 
 
İmdi oyunu genel teamülün, yorumların dışında, diğer bir ifadeyle “savaş karşıtı, savaşın kötülüğünü anlatan” bir eser dışında (ki bu tespiti oyunu izleyen herkes yapmıştır zaten), şerh etmeye çalışırsak, yukarıdaki suale bizim vereceğimiz cevap; askerin ruhunun ölmeye başlaması olabilir. Bir bakıma Jacqueline, onun vicdanıdır. Jacqueline olarak suretlendirse de, onun vesilesiyle, bir nevi nefs muhasebesi, insan kalabilme mücadelesidir. Ve; “Karıncalar - Bir Savaş Vardı” isimli oyun, nasıl ki tek kişilik bir performans ise insanın nefs muhasebesi, hayattaki mânâ arayışı da özünde tek kişilik bir serüvendir. İster milyonların olduğu bir savaşta, isterse de milyonların olduğu şehirlerde…
 
Tıpkı Frankl’ın kitabında “Mizah, kendini koruma savaşında ruhun bir başka silahıydı.” dediği gibi, bizim isimsiz asker de, içinde bulunduğu zor şartlarda sürekli mizahî bir yön arar. Oyunun ortalarına doğru ise artık yeterince mânâsız bulduğu bu savaştan kaçıp, Jacqueline’e kavuşmak ister. Fakat tüm kaçaklık macerası bir mayına basmayla son bulur. O hâldeyken fırtına çıkar, üzerine yağmurlar yağar ama ayağını mayından kaldırmaz. Şöyle der;
 
“Burada ne kadar kalırım bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, artık ben seni bekliyorum.” 
 
Bu durum Üstad’ın bir beytini tedai ettirir: 
 
“Mayın tarlasına düşmüş deliyim, hudutta;
 
Gözüm, sekizinci renk ve dördüncü buutta…”
 
Bir bakıma dünya denilen şu âlem, zaten bir mayın tarlası. Bir tarafta insanın nefsi, diğer tarafta ise nefse hoş gelen dünyanın türlü oyuncakları… Mesele mayınlara basmadan, en az zararla bu tarladan geçip “yâr”a kavuşmak. Peki ya mayına basarsak, fırtınaya tutulursak?.. İşte o zaman da bizi mayından kurtaracak, -Hüdayi yolu misali- fırtınadan çekip alacak, gözü sekizinci rengi gören, ayağı dördüncü buutta olan usta kılavuza ihtiyacımız var demektir. Neticede fırtınalar aşmak isteyen insanın, tek başına atacağı kulaçlar bu noktada yetersiz kalacaktır.
 
Toparlayacak olursak, gerek Mert Turak’ın muhteşem oyunculuğu, gerek Boris Vian ve Steinbeck’in enfes metinleri, gerekse de metaforlar üzerinden zihin dünyamızda yapacağımız yolculuklar, bu oyunu sahnede izlemeye değer kılıyor.
 
Askerin koğuşunda, Jacqueline’e yazdığı mektuptan birkaç satır ile bitirelim: “Burada herkes birilerinden bahsediyor. Ben ise senden hiç kimseye bahsetmiyorum. Buralar yeterince pis sevgilim, kirlenmeni istemiyorum.”
 
İnsana aradığı şeye göre değer verildiğini unutmadan, hakikat arayışının saflığını kaybetmeden, insanoğlunun ezelî ve ebedî “yâr”ına kavuşabilmesi duasıyla…
 
 
Müellif: S. Bilgehan Eren  / Kaynak: Genç Degi: Sayı 141-Haziran 2018

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.