Sosyal Medya

İsmail Kılıçarslan: Şurda bir çay içelim mi?

Arabadaydık. Üç kişiydik. Üç yakın arkadaştık. Sıcaktı.



Üsküp’ten Belgrad’a sürüyorduk. Beyrut’tan Åžam’a sürüyorduk. BudapeÅŸte’den Krakow’a sürüyorduk. Ä°stanbul’dan Antalya’ya sürüyorduk. Bir yerden bir yere sürüyorduk. Üç kiÅŸiydik. Sıcaktı.
 
Arada arabanın klimasının önüne mandalina kolonyası döküyorduk ferahlamak umuduyla. Bir anlığına da olsa bir serinlik dokunuyordu tenlerimize.
 
Gülüyorduk. Üç arkadaÅŸtık. Gülmekten baÅŸka ne yapabilirdi ki üç arkadaÅŸ bir arabada yan yana gelince?
 
Sonsuz sarı bozkırların, sonsuz yeÅŸil tarlaların, sonsuz göllerin, sonsuz tepelerin arasından akıyorduk. Üzerimizdeki o anlam veremediÄŸimiz canlılıkla arsızca iÅŸbirliÄŸi yapıp akıyorduk. Birbirimize yaÅŸam parçaları anlatıyorduk. Daha önce kimselere anlatmadığımız utandırıcı anılarımızı çıkarıyorduk sandıklarımızdan kahkahalar eÅŸliÄŸinde.
 
Neydi bizi böylece şımarık bir güven duygusunun kollarına yatırıveren? Neydi bizi güldüren? Neydi o anda, o mandalina kolonyası kokulu arabada, o yeÅŸil tarlaların içinde mutluluktan can verecek aÅŸamaya getiren?
 
DoÄŸru bildiniz. Elbette dostluktu. Nerede görse tanırdı insan onu.
 
Sonra ben bir şey yaptım.
 
Öylesine karıştırmaya baÅŸladım arabanın hafızasındaki ÅŸarkıları. Zapping yapar gibi. Önce bir iki Ä°bo türküsü. Ardından bir iki Mahsa ÅŸarkısı. Birkaç Ä°smail Altunsaray. Bir iki Azeri mahnısı. Akışa çok uygundu her ÅŸey. Åžarkıları 50 saniye kadar dinliyor, sonra yenisine geçiyordum.
 
“Bak” dedim arabayı süren arkadaşıma, “sıradaki senin olsun; benim de daha önce dinlemediÄŸim bir ÅŸarkı.”
 
“Nagat-Ana Baashaq El Bahr” yazıyordu ÅŸarkının üzerinde. Bastım. Çalmaya baÅŸladı. Ellinci saniyeye geldiÄŸimde kapatamadım. Dinledik ÅŸarkıyı sonuna kadar. Arkadaşım “bir daha çalsana” dedi. Bir daha çaldım.
 
Åžarkıyı ikinci kez dinlerken mandalina kokusu kayboldu. Üçüncüde yanından geçmekte olduÄŸumuz orman yok oldu. Dördüncüde keskin bir sis kapladı etrafımızı. Kaybolduk hep birlikte.
 
Orada öylece; Üsküp’ten, Beyrut’tan, BudapeÅŸte’den, Ä°stanbul’dan çıktığımız yolculuk tuhaf, çok tuhaf bir yere doÄŸru ilerlemeye baÅŸladı. Geriye, ilk gençliÄŸimizin bütün anılarına, bütün acılarına… Yamuk ve düzgün, dik ve geniÅŸ, kısa ve uzun… Bütün ağırlığıyla…
 
Birbirimizle yeniden konuÅŸmaya, konuÅŸabilmeye baÅŸlasak sisin dağılacağını, ormanı yeniden görebileceÄŸimizi, mandalina kokusunu yeniden duyabileceÄŸimizi hissettim hissetmesine ama istemedim bunu. Åžarkı ve yolculuk ve sessizlik sonsuza kadar sürsün istedim. Üçümüz de istedik bunu.
 
Ä°nsanın kendisine gömülmesinin eÅŸsiz zehri dolandı arabanın içinde. Ä°nsanın kendine gömülmesinin eÅŸsiz lezzeti deÄŸdi dudaklarımıza.
 
Öylece ne kadar gittik hatırlamıyorum. Åžarkı her bittiÄŸinde, sanki onu incitmekten korkar gibi, usulca ekrana dokunup tekrar baÅŸlatıyordum.
 
Çok uzun zaman sonra, hepimiz kendimizle uzun yıllar geçirdikten sonra, hepimiz kendimizi ağır ağır öldürdükten sonra, gerçekten çok uzun zaman sonra bütün cesaretimi toplayıp “ÅŸurada bir çay mı içsek?” diye sordum.
 
Çaylarımızı içerken hiç konuÅŸmadık birbirimizle. Kendimizle konuÅŸmamız bitmemiÅŸti henüz. GençliÄŸimizle hesaplaÅŸmamız sona ermemiÅŸti.
 
Usulca anladım anlayacağımı. O, asla sona ermeyecekti.
 
 
YeniÅŸafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.