İnsan doğasından siyasete sirayet eden bencillik
Follow @dusuncemektebi2
Sosyobiyoloji veya diğer adıyla evrimsel psikoloji, bulguları kadar teorik zemini de çok tartışılan yeni bir bilim dalı. Bu sahada yapılan çalışmalara esas olan ana fikir “modern insanın toplum hayatındaki birtakım davranış ve tercihlerinin ilkel çağlardaki hayat şartları çerçevesinde edinilmiş içgüdülere dayandığı” şeklinde.
Siyasi tercihlerimiz ve tutumlarımız da bu çerçevenin içinde. Daha önce bu sütunda bir vesileyle değinmiştim: Sosyobiyoloji bilginlerinin ileri sürdüğü tezlerden birine göre oy vereceğimiz kişilerin fiziksel özellikleri de belirleyici oluyor seçimimizde. Uzun boylu ve simetrik yüzlü erkekler siyasette daha şanslılar.
“Hiç olur mu öyle şey” diyecekler için bu tuhaf iddiayı evrimsel psikologlar “Uzay çağı evreninde Taş çağı zihniyetine sahip” olmamızla açıklıyorlar. “Zihnimiz beynin bir ürünü olduğuna ve beyin de çok hızlı evrilmediğine göre düşünüş ve hayatın deneyimlerine tepki veriş biçimimizin ister istemez çok gerilerde kalmış koşullara adaptasyonumuzu yansıttığını” söylüyorlar. Yani, atalarımızın milyonlarca sene boyunca içinde yaşadığı iptidai tabiat şartları karşısında geliştirilen ve genlerimizle bize aktarılan içgüdülerimiz davranışlarımızı belirliyor.
Evrimsel biyologlara göre, topluluğumuza liderlik edecek kişileri seçme kriterimiz karşımızdaki insanın sahip olduğu gen nitelikleriyle bağlantılı. Bu çerçevede ise en kaliteli genlere sahip olmanın göstergelerinden biri yüz simetrisi, diğeri uzun boy.
Söylemeye bile gerek yok ki siyasette veya yöneticilikte başarının tek kriteri uzun boy değil. Konuyu karikatürleştirmeye gerek yok. Zaten sözünü ettiğimiz verileri ortaya çıkaran ampirik çalışmalardan birine göre insanların başarılı kişilerde gördüğü -diğer- nitelikler şunlar: “Güç, özgüven, enerji, soğukkanlılık ve dirençlilik…”
* * *
Peki, siyasi tercihlerimizi bile etkileyen bu “genetik miras” ahlaki tutumlarımızı da etkiliyor mu? Aslında bu çerçevede en fazla tartışılan hususlardan biri bu konu…
“Genin bencilliği” kuralından yola çıkan sosyobiyoloji bilginlerine bakarsanız, “küçüklerimizi sevmek, büyüklerimizi saymak” türünden davranış kalıpları beynimizde genetik olarak kodlanmış şekilde uzak atalarımızdan bize intikal etmiş bulunan içgüdülere dayanıyor.
Mesela üstün bir ahlaki tutum veya erdem olarak gördüğümüz “sencillik” (diğerkamlık/özgecilik) aslında düpedüz “bencillik”tir evrimsel psikolojiye göre. Denize düşen bir çocuğu kurtarmak üzere gerektiğinde canını hiçe sayarak hiç düşünmeden suya atlayan bir kişi, bizim için kahramandır ama, evrimsel psikolojiye göre “türünün devamlılığı” güdüsüyle hareket eden canlılardan biridir.
Sosyobiyoloji, esas olarak, önce ailemizin ve daha sonra kendi türümüzün üyelerine ilişkin reflekslerimizi genetik şartlanmalarla açıklamaya çalışıyor. Sosyal bilimcilerin çoğunluğu bu yaklaşımı kabul etmiyor ve evrimsel psikolojiye “sözde bilim” muamelesi yapıyor.
İyi ama, diyorlar, ahlak ve inancı da içeren “kültür”ün davranışlarımız üzerinde etkisi yok mu? İrademiz ve bilincimiz tamamen işlevsiz mi bu durumda?
Aslına bakarsanız, sosyobiyolojinin kurucusu kabul edilen Edward O. Wilson bu hususlarda mutedil bir yaklaşım içinde. İnsanın evriminin kültürel ve genetik olmak üzere iki kanal üzerinde gerçekleştiğini savunan “Karınca Tepesi” yazarına göre, “Boğulan adamın kurtarılması ya da yaşlılara yardımcı olunması gibi ahlak ve inançlarımızdan kaynaklanan davranışlarımızı kültürle açıklamak daha geçerli görünüyor.”
Ne de olsa insan, diğer varlıklara kıyasla, büyük ölçüde davranışlarının sonuçlarının farkında olan bir canlı. Ama irade ve bilinç sahibi olmamız genlerimizde taşınan ilkel içgüdülerin davranışlarımızı ve tutumlarımızı etkilemediği anlamına da gelmiyor.
* * *
Tabiri caizse teolojideki “kader” konusuna benzer bir problematik sözkonusu burada. Boğulmakta olan bir insanı gördüğümüzde canımızı tehlikeye atarak suya atlıyor olmamız inançlarımızın, ahlak anlayışımızın ve bilinçli olarak verdiğimiz kararların neticesi mi, yoksa içgüdülerimizin eseri mi?
Eğer, boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için gösterdiğimiz cesaret aslında bilinçli tercihimizden ziyade “genetik kaderimiz” ise insan iradesinin hükmünün olmadığı bir saha demektir burası. Bu durumda, olumsuz davranışlarımızdan sorumlu tutulmamız da haksızlık olur.
Oysa davranışlarımızın bir bölümünün zihnimizdeki genetik kodlara dayanan içgüdülerimizin eseri olması bütün davranışlarımızın biyolojik temelli olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla evrimsel psikoloji sahasında biyolojik bir kadercilikten çok kültüre, yani “küllî irade” ile birlikte “cüz’î irade”ye de yer veren bir anlayış daha makul görünüyor. Maturidi kelamında olduğu gibi…
Müellif: Mevlana İdris / Karar
Henüz yorum yapılmamış.