İhsan Fazlıoğlu: "Nizam-i Âlem 'İnsan' demektir"
Follow @dusuncemektebi2
Hiç bir işaret, simge olarak bizatihi kendisini göstermez; belirli bir duruma, eyleme işaret eder. Her bir kavram da delalet ettiği nesneyi ortaya çıkarırken diğer tüm nesneleri örter. Tüm bunların nedeni ise işaret ve kavramlarla iş gören insanın nutkiyetidir [düşünen/konuşan bir canlı olmasıdır]. Bu gerekçeyle öncelikle kadim kültürümüzde kullanılan ve hala kullanılmaya devam eden 'nizam-i âlem' terkibini oluşturan nizâm ile âlem terimlerini açıklamak; daha sonra da bu terkibin delalet ettiği muhtevayı belirlemek gerekir.
Nazm sözlükte, incileri bir ipe dizmek anlamına gelir. Terim olarak ise, bir ÅŸeyi/ÅŸeyleri aklın gerektirdiÄŸi, zorunlu kıldığı baÅŸka bir ÅŸeye delalet edecek ÅŸekilde tertip etmek demektir. Âlem'in sözlük anlamı bir ÅŸeyin kendisiyle bilindiÄŸi ÅŸeydir. Terim olarak ise Tanrı'dan baÅŸka herÅŸeydir; öyle ÅŸeyler ki onları bilmek Tanrı'nın var-olanlarda tecelli eden isimlerini ve sıfatlarını bilmeye götürür. Ancak nizam-i âlem terkibinde kullanılan âlem, yalnızca Tanrı'nın tecelligahı olan maddî âlem anlamına gelmez. Aynı zamanda varlığı ilkece insanın nutkiyetinden kaynaklanan 'sosyal gerçeklik' [ictimaî âlem] anlamına gelir.
Öyle ise elimizde iki âlem ve iki nizam var. Birincisi maddî âlem ve bunun düzeni; ikincisi ise sosyal gerçeklik ve bunun düzeni. Maddî âlemin nizamı 'ilahî' bir içeriÄŸi sahip olmasına karşın insan aklının idrak edebileceÄŸi ÅŸekilde tertip edilmiÅŸtir; ve bir bütün olarak Tanrı'ya delâlet eder. Sosyal gerçeklik de köklerini insan nutkiyetinde bulduÄŸundan akla uygundur; ve bir bütün olarak insana delâlet eder; baÅŸka bir deyiÅŸle bu anlamdaki nizam-i âlem bizatihi insandır. Dikkat edilmesi gereken noktanın bir defa daha vurgulanması gerekir ise her iki nizam-ı âlemde ortak olan özellik 'akla uygun' ve dolayısıyla insan tarafından 'idrak edilebilir' olmalarıdır. BaÅŸka bir deyiÅŸle maddî âlemin nizamına iliÅŸkin 'kurallar' Tanrı tarafından konmuÅŸtur ve bizatihi maddî âleme içkindir. Ancak bu kurallar maddî âlem üzerinde tefekkür eden insan tarafından -nutkiyetteki ortaklık nedeniyle- tespit edilebilir, idrak edilebilir. Fakat bu idrak de en nihayetinde insanın nutkiyetinin, dolayısıyla deÄŸer dünyasının imkanlarıyla sınırlıdır ve anlamını deÄŸer dünyasından devÅŸirir. Sosyal gerçeklik [ictimaî nizam] ise -ÅŸeklî olarak her ne kadar maddî dünyanın imkanlarıyla sınırlı olsa da- insan tarafından inÅŸa edildiÄŸinden, sürekliliÄŸi de insana baÄŸlıdır. BaÅŸka bir deyiÅŸle sosyal gerçeklik insanın nutkiyetinin ve köklerini bu nutkiyette bulan deÄŸer dünyasının cisimleÅŸmiÅŸ hali olduÄŸundan maddî dünyayı da belirler, anlamlandırır.
Åžimdiye kadar söylenenleri baÅŸka ifadelerle dile getirmeye çalışalım. Sosyal bir gerçeklik olarak ictimaî nizam anlamında bir âlem vardır ve bu âlem varlığını insanın eylemlerinde bulur. Yani insanın nutkiyetinden kaynaklanan eylemleri aile, devlet vb. ÅŸekillerde cisimleÅŸerek, insanın dışında, maddî gerçeklik kazanır. Bu gerçeklik bazı ilkelere göre inÅŸa edilir ve bu ilkelere göre yürürse 'nizam'ını korur; yürümez ise bozulur. Kısaca nizamın devam etmesi insanların eylemlerine baÄŸlıdır. Çünkü nizam verili deÄŸildir; insan gayretiyle kurulur, elde edilir; dolayısıyla devamı da yine insanın gayretine baÄŸlıdır. Bu açıdan nizamın tesisi ve devamı insanın imkanlarıyla sınırlıdır. Öte yandan bu âlemin varlığının insanın eylemlerine baÄŸlı olması insanı özgür ve sorumlu bir varlık kılar. Çünkü insan nizam-i âlemi oluÅŸturur; bu nizam içerisinde hayat sürer ve bu nizamın sürdürülebilmesi yine insanın eylemlerine baÄŸlı kalır. Bundan dolayı tab'an medeni olan insanın toplum içerisinde kendisine en uygun iÅŸi üstlenerek yerine getirmesi kurulan nizamın devamı için elzemdir.
Bu noktada ÅŸöyle bir soru sorulabilir: Sosyal gerçeklik olarak nizam-i âlem ne tür ilkelere göre inÅŸa edilir? Her ÅŸeyden önce sosyal gerçekliÄŸin inÅŸasında insanın hayvaniyet [canlılık] yanı nutkiyetine baÄŸlı olarak ÅŸekillenir. Ä°nsanî eylemler ahlaki ilkelerini ise mensup olduÄŸu dünya görüÅŸünden [köklerini nutkiyette bulan dinlerden ve ideolojilerden] alır. Dolayısıyla bir sosyal düzen kendisine göre kurulduÄŸu, maddi bir gerçeklik kazandığı dünya görüÅŸünün ahlakî ilkelerine göre biçimlenir. Eylemler bu ilkelere dayanırsa nizam sürer, dayanmaz ise yıkılır. Din ile ideolojiler [dinleÅŸmiÅŸ beÅŸerî görüÅŸler] insana hayatın anlamına iliÅŸkin ve bütüne yönelik küllî kavramsal bir çanak verirler.
Selçuklu-Osmanlı çizgisinde seyreden kadim felsefe-bilim anlayışımızda bir siyasî ve ictimaî yapı olarak nizam-i âlem, insanın dışında, kendi başına var-olan bir yapı deÄŸildir; tersine beÅŸerîdir. Bu yapının kendisine göre kurulduÄŸu temel ilkeler kaynağını, dolayısıyla meÅŸruiyetini belirli kiÅŸilerin ya da sınıfların gücünden deÄŸil, bizzatihi haber-i sadıktan alır. Buna göre dinî (teolojik) baÄŸlarını kaybeden bir nizam-i âlem anlayışı, zamanla ahlakî ilkelerini de kaybedeceÄŸinden yeryüzünde nizamı tesis eden deÄŸil yokeden bir tavır kazanır; böyle bir tavır saadeti deÄŸil ÅŸekaveti hakim kılar. Bu çerçevede nizam-i âlemi yalnızca 'cihan hakimiyeti' olarak anlamak doÄŸru deÄŸildir. Çünkü amaç cihana eldeki kurallara uygun 'bilgi' ve 'adalet'e dayanan bir düzen kazandırmaktır. Bilgi ve adaletin hakim olduÄŸu [nizam] bir âlemde ise insan saadeti yakalayacaktır. Çünkü mülk, 'küfr' üzere baki kalır; 'zülm' üzre baki kalmaz; ancak her iki halde de temelinde bilginin olmadığı, seyrinde bilginin bulunmadığı aleme nizam uÄŸramaz.
Öte yandan nizam-i âlem insanların eylemlerinin cisimleÅŸmiÅŸ hali olduÄŸundan, beÅŸerî olduÄŸundan eskir, deÄŸiÅŸir, baÅŸkalaşır, geliÅŸir, yenilenir. Ancak nizamın metafizik ve ahlakî ilkeleri esas itibariyle vahye dayandığıdan sabittir. Devlet bu nizamın devamı için, yine insanların kurduÄŸu [mülk ü millet], ancak olmaz-ise-olmaz bir ÅŸarttır ve bizatihi hem insanın tabiatının medeni olmasından hem de dininin ya da dinleÅŸmiÅŸ ideolojinin içeriÄŸinden kaynaklanır [din ü devlet]. Bu anlamda tarihte nizam-i âlem, 'devletin birliÄŸi' olarak da anlaşılmıştır.
Selçuklu-Osmanlı çizgisinde nizam-i âlemin sahih bir ÅŸekilde kurulması ve sürdürülmesi, düÅŸünürler [hukema], bilginler [ulema] ve ariflerin [urefa] vazifelerini yerine getirmesiyle mümkündür. Çünkü müslüman bir insanın içerisinde yaÅŸadığı nizam-i âlemin ilkeleri 'Kitab ile Sünnet'le verilmiÅŸ; sürdürülmesi ise hukukla saÄŸlanmıştır. Öte yandan bilgi ve adalete dayanan bir düzen ancak bu üçlünün gayretleriyle mümkündür. Elbette bir bütün olarak nizamın ahvali ile bu nizamı kuran ve sürdüren insanların ahvali arasında karşılıklı baÄŸlar vardır. Çünkü nizamdaki deÄŸiÅŸiklikler insana, insandaki deÄŸiÅŸiklikler de nizama tesir ederek deÄŸiÅŸime ve hatta dönüÅŸüme neden olabilirler. Nitekim Akhisarlı Hasan Kâfî'nin iÅŸaret ettiÄŸi üzere nizam-i âlemin dört unsuru vardır: Yöneticiler, bilginler, çiftçiler ve tüccarlar. Bu dört unsurun varlığı ÅŸart olduÄŸu gibi aralarında bir uyum olması da saÄŸlıklı iÅŸ görmeleri açısından elzemdir. Uyum hiç ÅŸüphesiz her bir unsurun kendilerini aÅŸan, nizamın dayandığı ahlakî ilkelere uymasıyla saÄŸlanır.
Kadim kültürümüzde yalnızca maddî alem üzerinde sosyal bir gerçeklik olarak ictimaî bir nizam kurmak yeterli deÄŸildir; bizatihi ilahî nizama uygun yaÅŸamak da önemlidir. Ä°lahî nizam büyük alemde [makro kosmos] sunnetullah [tabiat], küçük alem olan insanda [mikro kosmos] da fıtrat [tab'] olarak tecessüm etmiÅŸtir. Böyle bir ilke hem çevreyi, doÄŸayı tahrip etmeyi hem de insanın fıtratını tahrif etmeyi engeller. Bu açıdan nizam-i âlem için yalnızca 'bilmek' yetmez, 'eylemek' de gerekir. Çünkü 'eylemek' hem bir bilgi kaynağıdır [dolayısıyla bilmeyi artırır] hem de bir bilme tarzıdır. BaÅŸka bir deyiÅŸle yalnızca eyleyenler bilirler; bilenler de eylerler.
Anlayış Dergisi (Sayı 5), Ekim 2003
Henüz yorum yapılmamış.