Modern soğuk savaşın yeni zemini Libya
Follow @dusuncemektebi2
Tezkere, Libya’ya hemen muharip güçler gönderilecek biçiminde yorumlanmamalı. Doğu Akdeniz’deki mücadelenin “soğuk” olduğu, yani caydırıcılık mücadelesi olduğu unutulmamalı. Türkiye bugüne kadar caydırıcılık oyununu çok iyi oynadı.
Akdeniz sarsılmaya 2011 senesinde Kuzey Afrika’dan başladı ve Libya çok şey yaşadı. NATO müdahalesi ile rejim değişikliği kanlı bir parçalanış sürecine doğru evirildiğinde ve milyonlar sadece Suriye’den değil Libya’dan da kaçmaya çalışırken aslında ABD ve AB üyesi ülkelerin kafası Libya’da nasıl bir düzen olması gerektiği konusunda karışıktı. Son günlerde ise Libya’nın ismini daha çok duyuyoruz, mücadelenin vurduğu kıyılardan yıkıntıların ötesine gölgesini düşüren palmiye ağaçlarının fotoğraflarını gazeteciler daha çok paylaşıyor.
Türkiye’nin hamleleri
Macron’un kendi boyunu aşan arzularını dizginlemekte zorlanan Merkel, Sarraj ile görüşebileceklerini açıklıyor- ki AB’nin Libya sokaklarını elçileri ve şirketleriyle krallar gibi arşınladıkları ama olan bitene, en başta da Hafter’in tehditlerine sessiz kaldıkları onca gün düşünüldüğünde önemli bir gelişme-. Hafter, Mısır’dan BAE’ye kendilerini destekleyenleri sıra sıra ziyaret ediyor. Bir şeyler oldu ve bugüne kadar Suriye’de dökülen kanın gölgesinde kalan Libya savaşı Akdeniz’deki yeni mücadelenin merkezine oturdu.
Kilit ülke Türkiye
Aslında yerli ve yabancı basın Libya meselesinin nihayet hakkettiği jeopolitik ilgiyi çekmesinde kilit rolü Türkiye’nin oynadığı görüşündeler. Gerçekten de, Ankara ve Libya’nın BM tarafından da tanınan meşru yönetimi, Sarraj ya da Trablus hükümeti / Ulusal Mutabakat Hükümeti-UMH arasında geçtiğimiz haftalarda imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Mutabakat Muhtırası, Akdeniz’de kurgulanan oyunu bozucu bir etki yarattı.
Bu mutabakat ile Doğu Akdeniz mücadelesinde bir cephenin (Washington destekli) kurduğu oyun bozuldu, diğer cephenin (Rusya destekli) bütünlüğü nispeten, gelecekte gerçekleştirilebilecek pazarlıklar üzerinden sarsıldı.
Bu noktada Libya kilidinin Türkiye tarafından zorlandığı gerçeğine dikkat çekmekle beraber üç hususun daha altı çizilmeli:
1)- Doğu Akdeniz’de yeni soğuk savaşı Türkiye başlatmadı, bu savaşı arzu etmedi. Sadece 2011-2016 arasında mücadelenin nasıl bölgesel güçlerin üzerine çıkan, onların elini kolunu bağlayan bir çerçeveye büründüğünü gözlemledi, bu yeni mücadelenin Rusya ve ABD arasındaki itişme kakışmadan daha büyük yan etkileri olabileceğini sınırlarında beliren terör kuşakları ihtimaliyle gördü. Ve bölgede pek çok devletin/aktörün yapamayacağı bir şekilde Doğu Akdeniz’deki soğuk savaşın Türkiye’nin elini kolunu bağlamasına direndi, karşı çıktı hatta Ankara’nın bu mücadele içerisinde daha serbest hareket edebilmesini garanti altına alabilmesine olanak veren bir kabiliyetler (diplomatik, ekonomik ve askeri) havuzu yarattı.
2)- Doğu Akdeniz’deki jeopolitik ve jeo-ekonomik mücadeleyi soğuk savaş biçimine doğru dönüştüren, Rusya Federasyonu’nun 2015 senesinde Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e girmesi ve bugün geldiğimiz noktada Suriye’den yani Doğu Akdeniz’den kısa vadede sökülüp atılamayacağının görülmesidir. Güçsüz Rusya’nın kabiliyetleri Suriye’den sonra Libya’yı da neredeyse kopartma noktasına -hem de bu sefer Washington destekli Mısır-BAE-Suudi Arabistan- cephesinin yanında yürüyerek- geldiğinde Rusya ile özel ilişkilere sahip ve caydırıcılığını güçlendirmiş Türkiye’nin Sarraj hükümeti lehine “Libya oyununda varım” demesi, tüm gözlerin yeniden hesap cetvellerine dönmesine neden oldu. Dolayısıyla iki şeyi bekleyebiliriz; a-Oyun uzun sürecek; b- Libya’da bugün bir tarafın destekçileri pozisyonlarını kazanıp kaybettiklerine göre değiştirebilirler. Kimse Doğu Akdeniz’de malum “cephelere”, bilinen “ittifaklara” güvenmesin
3)- Akdeniz’deki cepheleşme Batı’nın eseri. Başta Doğu Akdeniz’de olup bitenle pek ilgilenmeyen ABD Başkanı Trump’ı bugün Akdeniz’le ilgilenmeye iten, sadece alan kapatma ve hidrokarbon kaynakları meselesi değil. ABD, Trump iktidara gelirken Rusya ile anlaşmanın bir yolunu bulabileceğini düşünmüşse de bugüne kadar bu sihirli formülü keşfedebilmiş değil. Aksine Rusya’nın Doğu Akdeniz’de etkisini giderek arttırmaya başladığını tespit eden Trump Yönetimi tedbir olarak bazı devlet ve devlet dışı aktörlerden oluşan Doğu Akdeniz işbirliği kuşağını oluşturma siyasetini gündemine aldı. Rusya’yı “düşman” kategorisine yerleştirmemek için de Amerikalılar bu kuşağı İran ve Türkiye karşıtlığı sosuna buladılar. Sanırız Rusya ve Türkiye’nin diplomatik kapasiteleri hafife alındı, İran’ın rasyonel olmayan, hevesli dış politikası/gücü abartıldı, sonuçta ABD ve AB üyeleri karşılarında Astana bloğunu buldular. Ancak Akdeniz’de bugün var olan bu karşıt işbirliği kuşakları ideolojik olmayan bir zeminde oluştuklarından yani esnek bir yapıda oldukları için her an bozulup yeniden farklı şekilde kurulabilir. Libya, bu noktada Suriye mücadelesinin, Yemen, Irak mücadelesinin ikinci perdesi değil; Orta Doğu-Doğu Akdeniz mücadelesinin başka bir perdesi olacak.
Kutuplaşma çizgisi
Başka bir perde dedik ama elbette oyunun tüm perdeleri birbiriyle alakalı, oyuncuları da tanıyoruz: ABD-İsrail menşeili gaz kuşağında yer alan BAE, Suudi Arabistan ve Mısır yönetici kadroları, rejim güvenliklerinin teminat altına alınması karşılığında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Washington, Londra ve Tel-Aviv adına yeni sürüm Batı işgalini vekaleten sürdürmekteler. Bu durum, maalesef Akdeniz bölgesi ve hatta ötesini ciddi olarak istikrarsızlaştırmakta ve buraları tehlikeye sokmakta. Bakınız Irak, 2003 ABD askeri müdahalesinden bu yana, bir türlü belini doğrultamamış ve halihazırda bölünmenin eşindiğinde. Bu konuda eğer bir suçlu aranacaksa listenin başında tabii ki mevcut ve eski Washington yönetimleri gelir. Öte yandan, 2003 ABD Irak işgalinin önünü açanlar arasında Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin olduğu hatırlanacaktır. Halihazırda, Yemen ve Sudan’da var olan istikrarsızlığın devamında gene bu iki devletin parmağı olduğu biliniyor. Benzer bir şekilde, Suudiler ve BAE’nin Suriye’de uzun bir süredir ABD/İngiltere ve İsrail adına sürdürdükleri vekalet savaşı neticesinde Suriye’nin ne hale geldiği malum. Suriye’yi bu duruma getirenler arasında elbette İran ve Rusya’nın da isimleri sayılmalı. İdlib’dekiler her gün felaket ve yıkımın eşiğinde yürüyor, dahası Rusya Türkiye ile pazarlığının sınırlarını Astana sürecini tehlikeye atacak şekilde zorluyor.
Libya’da da istikrarsızlığın oyuncuları benzer, ancak Libya’da kutuplaşma çizgisi biraz farklı bir yerden geçiyor: Fransa başta olmak üzere bazı Batılılar, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE’yi Rusya’nın paralı askerleriyle birlikte Libya’nın meşru hükümeti karşısında bir darbeci askere destek, para ve silah aktarıyorlar. Hafter’i desteklemekten imtina eden Batılı odaklar, örneğin İtalyanlar bile hem Fransa’nın ayağına basmamak, hem de inisiyatifi Haftercilere kaptırıp iş kaybetmemek için Libya’da olup bitenlere ses çıkartmıyor. Kısaca büyük güçler ile Batılı küçük güçlerin yeni parçala ve yönet planı özetle tek kişilik bir tango değil, hatta tango bile değil. Bu kanlı, çok partnerli, uyumsuz dans içerisinde Mısır, BAE ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkeleri ya Batı’nın vekili olarak sahada zayıflatılan ülkelerin, şimdi Libya’nın, parçalanma savaşlarına katılıyor ya da çeşitli terör örgütlerini taşeron olarak kullanarak onlara her türlü desteği veriyorlar. Rusya ise Wagner grubu üzerinden bambaşka bir melez çatışma bölümünü, kendi asimetrik çatışma kitabına eklemiş durumda. Kısaca Libya’da Doğu Akdeniz’in karşıt kutupları zayıf bir darbeci ile terör örgütü ve isyancı ordu mensupları üzerinden Libya’yı kazanmaya çalışıyor.
Türkiye’nin hamleleri
Türkiye’nin iki hamlesi, aslında Hafter ve Libya’nın terörize edilmesi üzerine kurgulanan Libya’yı kazanma oyununa çomak soktu. İlk hamle yazımızın başında da belirttiğimiz Ankara- Libya Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Mutabakat Muhtırasıydı. Bu muhtıranın mimarlarından, konunun hazırlığının uzun bir süredir yapıldığını hatta bu anlaşmanın hazırlıklarının Kaddafi’nin devrilmesi ve öldürülmesi, 15 Temmuz vb badireleri de atlattığını öğreniyoruz. İlk defa Türkiye ile Akdeniz’e kıyıdaş bir devlet arasında yapılan bu anlaşma ile sadece deniz yetki alanlarımızın batı sınırı uluslararası hukuka uygun bir biçimde belirlenmedi, aynı zamanda 2004 Sevilla Haritası’ndan itibaren AB, Yunanistan ve GKRY’nin çabaladığı Türkiye’nin Antalya körfezine hapsedilmesi planı da tarih oldu. Sevilla Haritası, Akdeniz’in işgal planıydı, çünkü sadece jeopolitik ve jeo-ekonomik sağduyu ve adalet anlayışına ters olmakla kalmıyor, aynı zamanda KKTC’nin varlığının tüm ayaklarının koparılması, hem de Kıbrıs Türk toplumunun hiçbir siyasi ve ekonomik hakkı garanti altına alınmadan koparılması anlamına geliyordu. Türkiye’den ve Türk toplumundan arındırılmış bir Akdeniz düzeni neye hizmet edebilir? Başlı başına en muhafazakâr uluslararası toplum ilkelerine dahi aykırı böyle bir düzenin ne amacı olabilir? Niye AB, böyle bir amacı destekler; bir dakika duralım ve tüm sempatilerimizden-antipatilerimizden sıyrılarak bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. Cevaplar sizi dışlamaya, ötekileştirmeye, ayrımcılığa, büyük ve kendini dev aynasında gören güçlerin emperyalist hayallerine götürecektir. 2009’dan itibaren farklı kimliklendirmeler üzerinde bu hayallerin ideolojisi de inşa edilmeye çalışıldı ama doğrusu Suriye, Yemen ve Libya’da oluk oluk kan akarken, Akdeniz’de Avrupalı devletler mültecilerin gemilerini batırıp “AB kapılarından sadece mültecilerin cesetleri geçer” mottosunu zihnimize kazırken, açık kapı politikası uygulayan Türkiye’yi “kanun tanımaz öteki” olmakla suçlamak o kadar kolay olmuyor.
Zaten Ankara-Libya mutabakatının bir önemi de buradan kaynaklanıyor. Mutabakat sadece Türkiye’nin deniz yetki alanlarını genişletmiyor, GKRY’nin tek taraflı uygulamalarıyla el koyduğu Libya’nın deniz yetki alanlarını da genişletiyor. Gelecekte bu anlaşmanın örnek olarak alınması suretiyle Ankara’nın hazır olduğunu duyurduğu diğer kıyıdaş ülkelerle yapılacak anlaşmalar da benzer şekilde her iki tarafın da deniz yetki alanları açısından kazançlı çıkacağı anlaşmalar olacak.
Mısır ve Lübnan’ın GKRY’ye kaybettikleri deniz alanları ilk akla gelenler ama İsrail’in de GKRY ile, Kıbrıslı Rumların gücünü çok aşan iştahı nedeniyle sorun yaşadığı biliniyor. Kısaca Türkiye ve Libya, tüm kıyıdaşlar için kazançlı ve adil bir paylaşımın örneğini vererek sadece meşru haklarının hukuki altyapısını oluşturmadılar aynı zamanda uluslararası kamuoyuna ve bölge ülkelerine hukuki ve diplomatik araçları, meşru haklarının korunması sürecinde kullanmaya hazır olduklarını gösterdiler. Kısaca, Türkiye bir yandan KKTC ile yaptığı anlaşmalardan başlayarak sürdürdüğü Akdeniz’in enerji şirketleri ve tek taraflı anlaşmalarla işgal edilmesine karşı çıktı; diğer yandan uzlaşmaz, kanun, nizam tanımaz yalnız devlet safsatasını çöpe attı. Çöpe atılan bir proje daha var: Meşhur East-Med, yani İsrail’in gazının Kıbrıs ve Girit/Yunanistan aracılığıyla İtalya ve AB’ye taşınması. Gerçi 2 Ocak günü, bir korku filmindeymiş gibi tekrar tekrar ölen East-Med projesi için imzalar atıldı. Ama Türkiye-Libya anlaşmasıyla iki ülkenin deniz yetki alanları Yunanistan ve GKRY’yi birbirinden kopartmışken artık hiçbir film senaryosu East-Med’i diriltemez, tabii Libya’da kukla bir darbeci başa geçip, Libya’nın ulusal çıkar ve haklarına aykırı kararlar vermedikçe.
Dolayısıyla Türkiye’nin Libya’da işi var. Çünkü uluslararası olarak da meşru Sarraj hükümetinin yaşaması, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun biçimde UMH ile gerçekleştirdiği anlaşma ile garanti altına aldığı hukuki haklarının siyasi alanda da korunması demek. Bu nedenle Türkiye’nin ikinci hamlesi geldi; Ankara, Libya’nın talep etmesi dahilinde asker göndermek dahil Sarraj hükümetine her türlü desteği vereceğini ifade etti. Suriye’de sahada elde edilen masada korunmuştu, bugün de masada elde edilenin sahada korunması konusunda Türkiye’nin hazır olduğunu Ankara duyuruyor. Türkiye’nin ciddiyeti ve Libya’nın meşru hükümetinin devamında gördüğü fayda en üst düzeyde bizzat Cumhurbaşkanımızın ağzından ifade edildi, konuyla ilgili tezkere TBMM’de. Ancak, asker gönderme kararı ve tezkere, Libya’ya hemen muharip güçler gönderilecek biçiminde yorumlanmamalı. Doğu Akdeniz’deki mücadelenin “soğuk” olduğu, yani her şeyden önce caydırıcılık mücadelesi olduğu unutulmamalı. Türkiye bugüne kadar caydırıcılık oyununu çok iyi oynadı, Suriye’nin kuzeyinde PKK devletinin önlenmesinden S-400 alımına Türkiye’nin caydırıcılığının sınanıp, test edenlerin püskürtüldüğü o kadar çok örnek var ki, bugün Libya konusunda Ankara’nın almış olduğu karar, sahadaki muhtemel caydırıcı etkisi yüzünden çok önemseniyor.
Hafter’in siyasi-diplomatik alanda dönen rüzgârdan duyduğu rahatsızlıkla ya da Ankara’nın Libya’da inisiyatif almasından rahatsız olanların cesaretlendirmesiyle Trablus’un üzerine yürüyerek, ülkeyi kanlı bir darbeyle ele geçirilmesi caydırılmaya çalışılıyor. Ankara’nın bugüne kadar başardıkları, askeri-ekonomik gücü ve engellediği planlarla beraber kararlılığını gösteren adımlar caydırıcılığının güçlenmesine hizmet etti. Libya’da uygulanan diplomasi bunun bir örneği. Bu diplomasinin uyarıcı etkisini de uluslararası düzlemde hızlanan Libya trafiğinden anlıyoruz. Angela Merkel geçtiğimiz hafta AB’nin Libya tutumunu Fransa’nın Libya politikasının ötesine taşımak için bazı adımlar attı ve bu doğrultuda Erdoğan ve Putin ile telefonla görüştü ama herkes asıl pazarlık hattının AB merkezli değil ABD-Türkiye-Rusya merkezli pazarlıklarla şekilleneceğini biliyor.
Risk ve fırsatlar
Bu noktada, Türkiye’nin Libya hamleleri Ankara için sahanın getirebileceği riskler kadar farklı olasılık ve fırsatları da beraberinde getirebilir. Her şeyden önce Türkiye ve Rusya Libya’da ayrı taraftalar ama biliyoruz ki pazarlık yapabilen, pazarlık yapmayı becerebilen aktörler. Dahası Rusya’nın Doğu Akdeniz stratejisinin mihenk taşı Türkiye. Pek çok uzman Libya pazarlığının ucunun başka yerlere dokunabileceğini düşünüyor, olabilir; pazarlık Libya üzerinden de olabilir. Nedense zihnimiz kazan-kaybet pazarlıklarına alışık, oysa Suriye, bize farklı aktörlerin farklı derecelerde kazandıkları bir oyunun da kurulabileceğini gösteriyor. Muhtemelen iki taraf gelecek günlerde pazarlıklardaki kırmızı, sarı çizgilerini ve gri hatlarını birbirlerine gösterecektir. Ancak, tek açılabilecek pazarlık hattı Ankara-Moskova hattı olmayacak. ABD’nin henüz S-400’lerin acı tadını unutmadığını biliyoruz ama Libya yeni bir sahne ve ABD, Suriye’den sonra Libya’yı Rusya’ya vermek istemiyor. Hafter’e BAE-Mısır-Suudi Arabistan üzerinden verdiği destek de Washington’un sadece askeri diktatörlere beslediği sevgiden değil biraz da Hafter’in kazanacağına duyulan inançtan kaynaklanıyor. Türkiye’nin attığı adımlarla saha bulanırsa Washington, Rusya’nın kazanmayacağı bir oyun için masaya yanaşabilir. İsrail gazını satmak istediğini sağır sultana bile duyurdu, eğer Türkiye-Libya Mutabakat Muhtırasının yaşayacağı sahada da kesinleşirse, yani East-Med’in ölüm saati nihayet resmi olarak da ilan edilirse, Tel Aviv 2009-2010’daki boru hatları diplomasisine Ankara ile geri dönebilir. Ankara, Astana ile oluşturulan karşı-dengeleme mekanizmasının nasıl değerli bir araca döndüğünü bizzat gördüğünden Astana benzeri işbirliği zeminlerini Libya ya da Doğu Akdeniz üzerinden geliştirebilir- ki Libya diplomasisinde bu tür bir yakınlaşma Katar, Tunus ve Cezayir ile başlatıldı bile.
Bu cümleyi Suriye için çok yazmıştık, Libya için de yazalım. Yeni soğuk savaşın Libya’da tecellisi zor ve uzun bir süreci beraberinde getirecek ama Türkiye bu sürece güçlendirilmiş caydırıcılığı, diplomatik-askeri kabiliyetleri, dengeleme geleneğini benimsemiş diplomasisi ve büyük ve bölgesel güçlerle pazarlık yapma becerisi ile giriyor. Dahası Sevilla haritasını yırtıp atmış bir güç olarak giriyor. Libya’da risklerden fırsat yaratabilecek nadir aktörlerden biri de Ankara’dır.
Müellif: Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Bahçeşehir Kıbrıs Ü. İİSBF Dekanı - CEMES -Akdeniz Güvenliği Merkezi Başkanı
Kaynak: Star / Açık Görüş
Henüz yorum yapılmamış.