Osmanlı’dan Cumhuriyete iktidarların politik sopası olarak hapishaneler
Follow @dusuncemektebi2
Hapishaneler, siyasal iktidarların muhaliflerini kolayca ortadan kaldırabildikleri birer aygıta dönüşmesi genç Cumhuriyetimize intikal eden kötü miraslardan biriydi.
Hapishanelerin bugünkü modern ÅŸeklini alması sanıldığının aksine oldukça yeni bir durumdur ve henüz tam anlamıyla oturmuÅŸ bir sistem deÄŸildir.
Öte yandan hapishanelerin doÄŸuÅŸu da kültürden kültüre farklılık göstermekle beraber bazı toplumların tarihinde neredeyse hiç bulunmamıştı.
Buna paralel olarak suç dediÄŸimiz kavram da oldukça tartışmalı bir meseledir.
Bugünün modern toplumlarında dahi hala yerleÅŸik ve tüm toplumlarca geçerli bir suç tanımı bulunmamaktadır.
Buna raÄŸmen neredeyse her gün suç olarak addedilebilecek yeni bir eylem ortaya çıkmaktadır; örneÄŸin siber suçlar bu konuda oldukça tartışmalı bir saha olarak kabul edilmektedir.
Suç ve hapishane olgusu yalnızca hukukun çalışma sahasına terkedilemeyecek kadar önemli bir mesele olarak da karşımıza çıkıyor.
Hapishaneler kişinin cezalandırıldığı mekanlar mı; yoksa ıslah edildiği yerler mi?
EÄŸer bireylerin ıslah edildiÄŸi mekanlar ÅŸeklinde kabul edeceksek mahkum ya da tutuklu olarak kabul edilen kiÅŸiler nasıl süreçlerden geçecek?
Tamamen tecrit mi edilecekler; yoksa üretime katkı saÄŸlayan bireyler olmaları mı saÄŸlanacak?
Sayısını artırarak sorabileceÄŸimiz bu soruların tamamı bugünün modern hapishane ve suç sosyolojisinin konusudur.
Oysa suç ve ceza insanlık tarihi kadar eski bir olgudur, Fouacult konuyla alakalı neredeyse söylenebilecek her ÅŸeyi “Hapishanenin DoÄŸuÅŸu” isimli eserinde söylemiÅŸse de Osmanlı’dan genç Cumhuriyetimize, mahpusluÄŸun ve cezanın tarihi Batı tarihinden, önemli farklılıklar arz ediyor.
Tarihte aynı suça her zaman aynı tepki verilmedi
Faucalt, “Hapishanelerin DoÄŸuÅŸu” isimli eserinde hapishanelerin doÄŸuÅŸuna korkunç bir olayı aktararak baÅŸlar. Damiens isimli mahkumun 2 Mart 1757 yılındaki idam cezasını ÅŸöyle anlatılır;
Damiens 2 Mart 1757 yılında Paris Kilisesi’nin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkum edilmiÅŸti; buraya elinde yanar halde bulunan iki ibre ağırlığındaki bir meÅŸaleyi taşıyarak üzerinde bir gömlekten baÅŸka bir ÅŸey olmadığı halde iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti, sonra aynı arabayla Greve meydanına götürülecek ve burada kurulmuÅŸ bir daraÄŸacına çıkartılarak memeleri, kalçaları, baldırları, kolları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını öldürdüÄŸü bıçağı saÄŸ elinde tutacak ve kerpetenle çekilmiÅŸ yerlerine erimiÅŸ kurÅŸun, kızgın yaÄŸ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile birlikte kükürt dökülerek sonrada bedeni dört ata çekilerek parçalanacak ve vücudu ateÅŸte yakılacak kül haline getirilecek ve bu küller rüzgarda savrulacak.
Burada Damiens’e uygulanan yöntemi hangi deÄŸer veya inanç sistemi ile açıklamak mümkündür?
Bunu Osmanlı ceza hukukundaki kısas ile karşılaÅŸtırmak dahi abesle iÅŸtigaldir; ama Damiens’in hikayesine geri döndüÄŸümüzde daha da enteresan noktalarla karşılaşıyoruz;
Atların her biri bir celladın yönetiminde olmak üzere organları kendi doÄŸrultularında bir kere çektiler. Bir çeyrek saat sonra aynı merasim tekrarlandı ve birçok kez tekrarlanan denemeden sonra atlar sonunda çekildi. Yani saÄŸ kola baÄŸlı olanlar kafaya doÄŸru, kalçaya baÄŸlı olanlar kollara doÄŸru döndürüldüler. Bu çekiÅŸler birçok kez baÅŸarısız bir ÅŸekilde tekrarlanmıştı. Kafasını kaldırıyor ve kendisine bakıyordu. Kalçaya koÅŸulan atların önüne iki tane daha baÄŸlamak gerekmiÅŸti. Bu da atların sayısını altıya çıkarıyordu; ama gene de baÅŸarı elde edememiÅŸti.
(Foucalt, - Hapishanelerin DoÄŸuÅŸu)
Aslında kısas olarak bilinen cezanın köklerinin Antik Yunan dönemine kadar uzandığı bilinmektedir.
Bir kiÅŸiye iÅŸlediÄŸi suça göre; “zehirleyerek, iple asarak, topuzla vurarak, kılıçla keserek, boÄŸarak, yakarak, uçurumdan atarak öldürme cezası” (Mehmet Kurt- Ceza Ä°nfazı ve Kurumların Sorunları) verilmekteydi.
Romalılara gelindiÄŸinde ise bir kiÅŸiyi ceza olarak deÄŸil, ama cezası netleÅŸene kadar tutulması için “tullianum” isimli yerler inÅŸa edilmiÅŸti ki bunları ilk hapishaneler olarak kabul edebiliriz.
Osmanlı hukukunda ceza ve hapishanenin doğuşu
Ä°slam hukukunda ceza öncelikle suçluyu telef etmeyi reddeder, çünkü insan tabiatı gereÄŸi kutsal kabul edilir. BaÅŸka bir ifadeyle; Damiens’inkine benzer bir idam ÅŸekli kesin hatlarla reddedilir.
Cezada ise suçu dengelemesi gözetilir; en önemlisi de verilen cezanın önleyici ve ıslah edici olması beklenir.
Bu sebeple asli ceza bedene yöneliktir, beden; statü, ırk, cinsiyet ya da derinin renginin önemi olmaksızın herkes de aynı acı tesiri uyandıracağı kabul edildiÄŸinden en caydırıcı yöntem olarak kabul edilmiÅŸti; fakat Ä°slam hukukunda bunda aşırıya kaçmak söz konusu deÄŸildi.
Bu anlayış Osmanlı’ya da sirayet etmiÅŸ ve bedene uygulanan cezalar ÅŸu ÅŸekilde tanımlanmıştı: Dayak, uzuv kesme ya da idam.
Bedeni cezaların dışında kalebentlik, kürek, sürgün ve hapis gibi cezalara ta’zir denilirdi ki daha yaygın olarak uygulanırdı.
Had cezası olarak bilinen ceza ise yedi suça uygulanırdı ki bunlar sırayla zina, iffete iftira (kazf), içki içmek, hırsızlık, yol kesme, dinden dönmek ve devlete isyan suçlarıydı.
Hangi suça ne ceza verilirdi?
Zina suçu, had suçlarından bilinirdi ve bu suçun cezası genellikle sürgündü; fakat bu suçun ispatı için en az 4 ÅŸahit olması gerekirdi, aksi halde bu kez müddei kazf denilen iftira cezasına çarptırılırdı ki bunun cezası 100 sopaydı.
Bir kadın ya da erkeÄŸin 4 defa üst üste zina ettiÄŸinin anlaşılması durumunda ÅŸu cezalar uygulanırdı; öncelikle teÅŸhir edilerek utandırılırlardı, uslanmazlarsa sürgün edilirlerdi.
EÄŸer ki sürgün sonrası yine uslanmazlarsa kalıcı sürgüne gönderilirlerdi. Kalıcı sürgüne gönderildiklerinde dahi uslanmamışlarsa sert mizaçlı bir kadı onları recmettirebilirdi ki bu çok nadir görülürdü.
19'ncu yüzyılda meydana gelen büyük savaÅŸ ve göçler sonrası ise hastalıkların yaygınlaÅŸması üzerine Osmanlı, umumhaneleri kurumsallaÅŸtırarak zinayı yasal yollar kullanarak denetim altına almıştı.
Zamanla zina ve benzeri suçlar ancak muhafazakar mahallelerde cezai yaptırımın uygulanabildiÄŸi yasaklar haline gelmiÅŸti. Yani pratikte yasağın bir karşılığı kalmamış; ama kanunen hala yasak olarak kabul edilmekteydi.
Osmanlı’da en hassas olunan suçlardan biri de Müslüman ahaliden bir kiÅŸinin içki yasağını delmesiydi. Bu yasak Osmanlı yıkılırken bile uygulanmış ve taviz verilmeyen kanunlardan biri olarak korunmuÅŸtu.
Ceza olarak ise teÅŸhir, sopa ve hapse atma cezalarının uygulandığını görüyoruz. Gayrimüslim mahalleleri ise bu yasağın dışında tutulmuÅŸ; ama kutsal günlerde bu bölgelerde de denetimler yapılarak Müslüman ahaliden kimselerin olup olmadığı araÅŸtırılırdı.
Devlete isyan, dinden dönme ve eÅŸkıyalık gibi cürümler devletin en keskin olduÄŸu suçların başında gelirdi ve çoÄŸunlukla idam ile cezalandırılırdı.
Osmanlı’da hapishanelerin doÄŸuÅŸu
Osmanlı Devletinde suç iÅŸleyen kiÅŸiler kale burçlarında tutulurdu. Kale burçları karanlık ve havasız olması sebebiyle Farsçada karanlık, boÄŸucu yer anlamına gelen zin-dan kelimesi kullanılırdı.
Tahtakale'ye ismini veren kale burcu
Yedikule, Baba Cafer ve Tersane Zindanları Osmanlı döneminde büyük ÅŸöhrete sahip hapishanelerdi.
Osmanlı’da zindanlar bir ceza yeri deÄŸildi, ceza verilene kadar bekletilen yerin adıydı yalnızca. Bu yüzden zindanda kalan mahkumların koÅŸulları devletin sorumluluÄŸunda olmazdı.
Buralarda yatan mahpusluklara hayırseverler sahip çıkardı; fakat 1831 yılından sonra hapishanelerin kiÅŸinin iÅŸlediÄŸi suça yönelik bir ceza olarak kabul edilmesiyle beraber zindanlar yerlerini hapishanelere bırakmıştı.
Özgür Yıldız, “Osmanlı Hapishaneleri üzerine bir deÄŸerlendirme: Karesi Hapishanesi” isimli makalesinde bu deÄŸiÅŸim sürecini ÅŸöyle naklediyor;
Bu amaçla, Ä°stanbul zindanları 1831’de kaldırıldı ve Ä°brahim PaÅŸa Sarayı’nın bir kısmı Hapishane-i Umûmi haline getirildi. Osmanlı Devleti’nde hapis cezası ise ilk kez Tanzimat döneminde kabul edilen 1840, 1851 ve 1858 tarihli ceza kanunlarıyla kabul edildi.
Zira Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’a kadar hukuk nazariyesiyle ve tatbikatı ile ilgili büyük bir deÄŸiÅŸikliÄŸe rastlanılmamaktadır.
1840’tan sonra gerçekleÅŸtirilen yargı reformu, Osmanlı mahkemelerine yeni düzenlemeler getirdi ve Avrupa’dan etkilenilerek yapılan yargı reformu hareketi Avrupa tarzı hapishanelerin de oluÅŸmasına zemin hazırladı.
Bir kiÅŸi artık iÅŸlediÄŸi suçtan ötürü doÄŸrudan bedeni bir ceza almayacaktı; ama hapis yatacaktı. Bu mahpusluk kalebentlik olursa kiÅŸi çok ağır bir suç iÅŸlemiÅŸ demekti; fakat daha basit bir suç iÅŸleyen kiÅŸiler hapishanelere atılırlardı.
Hapishaneler ise kısa süre içinde siyasal iktidarların muhaliflerini kolayca ortadan kaldırabildikleri birer aygıta dönüÅŸmesi genç Cumhuriyetimize intikal eden kötü miraslardan biriydi.
Mutlak iktidarların elindeki en sert sopa olan hapishanelerden nasibini alan birkaç isim ve hikayeleri kısaca ÅŸöyle sıralanabilir;
Türk romanının kabadayısı: Kemal Tahir
Bahriye Davası olarak bilinen bir soruÅŸturma sonucu Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Korcan ve Emine Alev gibi isimlerle mahkemeye çıkartılıp tutuklanmıştı.
Kemal Tahir’in hapis yatmasına sebep olan mahkeme kararında suçu ÅŸöyle tarif ediliyordu;
Kitaplar vasıtasıyla fikri telkinlerde bulunduÄŸu, bu suretle maznunun askeri isyana tahrik ve teÅŸvik suçunu iÅŸlediÄŸine tam bir vicdani kanaat hasıl olmuÅŸtur…
Türk romanının en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen Kemal Tahir, orduyu askeri bir kalkışmaya teÅŸvik ettiÄŸi gerekçesiyle tutuklanmıştı.
Üstelik bu karar delillerin ışığında deÄŸil, mahkeme reisinin vicdani kanaatiyle alınmıştı. Elbette ki kararın arkasında siyasi iktidarın iradesi söz konusuydu.
Kemal Tahir
Türk romanın kabadayısı tutuklanarak cezaevine gönderildi ve uzun süre hapisten kurtulamadı.
Bahriye Davası sebebiyle hapishaneye düÅŸenlerin pek çoÄŸu ancak siyasi iktidarın deÄŸiÅŸmesi sonrası hapishaneden kurtulabilecekti.
Siyasi irade deÄŸiÅŸince vicdani kanaatlerin de deÄŸiÅŸmesi pek uzun sürmüyordu. BaÅŸta Nazım Hikmet olmak üzere çoÄŸu kiÅŸi Adnan Menderes’in BaÅŸbakanlığını yaptığı hükümet affıyla salınmıştı.
Rüzgar tersine dönünce: Nihal Atsız
Nihal Atsız, gözünü budaktan sakınmayan bir yazardı. Ä°kinci Dünya Savaşı'nın, Nazi Almanya’sı aleyhine dönmesi üzerine içerideki milliyetçi gruplar hükümetin hedefi haline geldi.
CumhurbaÅŸkanı Ä°smet Ä°nönü 19 Mayıs 1944 yılında Nihal Atsız’ı hedef alan sert bir konuÅŸma yaptı; bunun üzerine Nihal Atsız ve arkadaÅŸlarına yönelik “Irkçılık Turancılık” davası açıldı.
Nihal Atsız
Nihal Atsız, 1 yıla yakın süren mahkemelerin sonucunda tutuklanarak hapse atılır. Bu vaka yalnızca sol cenahın deÄŸil, saÄŸcı grupların da mutlak iktidarın hapishane sopasından fazlasıyla maÄŸdur olabildiÄŸini göstermiÅŸti.
Nihal Atsız ve arkadaÅŸlarının tutuklanmaları tamamen politik olduÄŸu aÅŸikardı. Ä°kinci Dünya Savaşı boyunca tarafsızlığını koruyan Türkiye, bu ve benzeri adımlarla müttefiklerine mesaj gönderiyordu.
Kerim Korcan hapse girmeseydi belki de Tatar Ramazan olmayacaktı
Bahriye Davası’nda iktidarın kafasına hapishane sopasıyla vurduÄŸu tek muhalif Kemal Tahir veya Nazım Hikmet deÄŸildi.
Kerim Korcan da aynı davadan yargılanarak hapishaneye düÅŸmüÅŸtü.
Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve daha nice önemli aydın roman ve ÅŸiirlerinde hapishane temasını iÅŸlemiÅŸse de Korcan’ın hapishanede yarattığı Tatar Ramazan’ın özel bir yeri vardı.
Tatar Ramazan filmi, 1990
Tatar Ramazan hem sistemin kendisine hem de hapishane içinde oluÅŸan minik mutlak iktidarlara karşı haklının sesiydi;
Benim adım Tatar Ramazan! Ben bu oyunu bozarım.
…
Ä°nsan bunca zulüm, bunca haksızlık görür de rahat yatabilir mi? O zaman ben de ortaya fırlarım ve adama dur derim. Devlet adil olduÄŸu sürece güçlüdür.
(Tatar Ramazan – 1990 Film)
YaÅŸar Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin gibi bir çırpıda sayılabilecek isimlerin ortak noktası eleÅŸtirel tavırları ve hapishanelerin müdavimi olmalarıydı.
Müellif: Mehmet Mazlum Çelik / The Independent Türkçe
Henüz yorum yapılmamış.