Sosyal Medya

Müslümanlar için ülke ve ümmet meselesi

İslam fıkhına göre yaşadığımız toprak veya ülke “Daru’l-İslam”, “Daru’l-Küfr”, “Daru’l-Harp” gibi tanımlarla ayrıştırılmıştı. Toplum ve toprak bağlamındaki ayrıştırma cahiliye ile tevhidin hâkimiyeti bağlamında ele alınmıştı. Ama fikrî ve siyasi zindeliğimizi yitirdikçe dağılma kaçınılmaz oldu.



Avrupa’daki seküler uluslaşma sürecinden sonra topraklar ulusların toprağı olarak resmedilmeye başlandı.

Müslümanlar için ülke/vatan/memleket ifadesi sosyal ve siyasal konumlarına göre iki farklı statüde ele alındı: Bir insanın doğup büyüdüğü ve ailesi-sülalesiyle yaşadığı, suyundan içip iklimini kokladığı yerlere ilgisi fıtridir. Müslümanlar için “Nerelisin?” sorusunun cevabı fıtri anlamda doğup yetişilen yer anlamında “vatan/memleket” oluyordu. Resulullah’ın hadislerine nispet edilen “vatan” kavramı da bu bağlamda değerlendirilmekteydi.

Siyasi aidiyet anlamında da vatan/ülke “ümmet coğrafyası”nın idari bir bölümü anlamına gelirdi. Ancak ümmetin dağılması ve son iki-üç asır içinde Müslümanları temsil eden Müslüman Hint devletinin, Fas Krallığının, İran ve Osmanlı devletlerinin yıkılmasından sonra esaret ve dış vesayet uygulamalarıyla karşılaştık.

İçimizdeki Batıcı elitlerin I. Dünya Savaşı galipleriyle işbirliği yapması sonucu ümmet coğrafyamızın ulus sınırlara ayrılması ve ayrışan topraklarımızın ulus ülke/vatan olarak tanımlanması kavramsal algılarımızı tahrif etti. Şura temelli İslami yönetim tarzlarını kurup geliştiremediğimiz ülke tanımıyla ilgili algılarımız; tamamen seküler ulusçuluk temelinde yeniden biçimlendirilmeye çalışıldı.

Batı vesayetine ve iç istibdada karşı ümmet adına en önemli kimliksel ve ilkesel tepki Urvetu’l Vuska hareketi tarafından yükseltilmişti. Bu hareketin son Osmanlı toprakları üzerindeki takipçisi Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad dergilerindeki İslamcı kadro idi ki onların en önemlilerinden birisi de Mehmet Akif’ti.

Akif’in fitne olarak değerlendirdiği çöküş sürecini atlatıp toplum ve iktidar yapısı olarak öz değerlerimize dönme kaygı ve çabaları, bize giydirilen ve baskılayan Batıcı seküler tanımların hâkimiyeti içinde eridi veya flulaştı. Ancak Akif’in İstiklal Marşı’nda kullandığı “yurt, toprak, vatan” ifadeleri İslami olana tekabül ediyordu.

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

- --

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın

Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Daha sonra İstiklal Marşı, “ümmetten bir ulus yaratma” sevdasındaki Batıcı kadronun ürettiği sanal Türk ulusu için “ülke”, seküler “millet”/ulus oluşturma işine yaradı. Müslümanların “ülke” kavramı büyük ölçüde geçiş dönemi sürecinde Batıcı seküler tanımların hâkimiyeti içinde eridi veya ulus vatan lehine tartışılır hale geldi.

Türkiye denilen sınırlar içine hapsedilmiş olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulurken İslami duyarlılık sahibi kadroların en büyük yanılgısı “Devletin dini, İslam dinidir.” maddesinin 1928'deki değişiklikle Anayasa’dan kaldırılması ve laiklik ilkesinin 1937'de Anayasa’ya girmesiyle ortaya çıktı. 1928 veya 1937 tarihine kadar Müslümanların gözünde fiiliyatta “ülke”, ümmet coğrafyasının bir parçası iken, bu tarihlerden sonra ümmet bağından resmiyette fiilen bir kopuşu ifade etti. Ümmetin ülkesi, ulusun ülkesi haline geldi.

İslami uyanışın kısmen canlandığı 1970’lerden sonra ise 7 bin yıllık pagan değerleri muhafaza eden ülke kavramı reddedilirken Malazgirt Savaşı ile İslamileştirilen bin yıllık bir ülke tanımı ikame edilmeye çalışıldı. Bin yıllık tarih yaklaşımı -Ön Asya’nın 1.400 yıllık Müslümanlaşma sürecine rağmen- baskılanmalara karşı ara bir çözüm olarak algılandı.

Bu tartışmalı süreçte halkı Müslüman olan ülkelerde “ülke” kavramı, Müslümanlar için ümmet coğrafyasının bir parçası olarak algılanırken; ulusalcı, liberal veya sosyalist Batıcı kadrolar içinse “ülke” ümmet bütününden ayrılan seküler ulus devletin toprağı olarak değerlendirildi.

Dün ve Bugünüyle Türkiye’nin Temsil Ettiği

Bugün Türkiye denilen topraklara Emevi-Abbasi ve Osmanlı tarihinde Ön Asya, Küçük Asya, Bilad-ı Rum ve bir kısmına daEl-Cezire denirdi. 16-17. Yüzyıl Avrupa seyyahlarının gezi notlarından sonra 19. Yüzyıldan itibaren oryantalistler tarafından bu bölgeye “Turkıa” denilmeye başlandı. Roma İmparatorluğu döneminde ufak bir bölgenin adı olan “Anatolia” da yine oryantalizmin politik hesapları sonunda Küçük Asya’ya verilen ad oldu.

Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları eserinin girişinde gösterdiği gibi nasıl ki 18-19. yüzyıllarda Avrupa’daki Türkoloji enstitülerinde Türk dili grameri biçimlendirilmiş ve sanal Türk tarihi icat edilmiş ise 20. Yüzyılda da yeni oluşturulacak “Türk ulusunun ülkesi” olarak Batılılaşma temelinde Türkiye’yi kurma ödevi 1923 Lozan Antlaşmasında kurucu Türkçü kadroya verilmişti.

Ancak dün Türkiye’yi dış vesayetten kurtaracak ve üzerinde yaşayan Müslüman toplumu medeniyet denilen “tek dişi kalmış canavar”a karşı yeniden İslami değerlerle uyandırıp ıslah edip diriltecek gayretteki İslamcılar için Türkiye -adını Garplılar koymuş olsa da- ümmet coğrafyasının yeniden ihya edilecek bir parçasıydı.

Yine dün, Kemalist ulusalcı kadrolar için Hitit ve Sümerlere dayanan tanımıyla Türkiye bir ulus ülke olarak Batı medeniyet havzasının bir parçasıydı ve bugün için de aynı yabancılaşmış ulusçu kadrolar tarafından ilerlemeci bir mantıkla aynı şekilde görülmektedir. Yani seküler bir ulusa seküler bir ülke.

Batıcı mekânsal kurguyu bir tarafa bırakan sol veya sağ eğilim “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” dizesindeki tahayyülle ülkeyi kökü Asya’da olan ve Türkiye üzerinde uluslaşılan bir zemin olarak gördüğünde de Türkiye seküler bir vatan/ülkedir.

Türkiye’yi hem ekonomik hem siyasi hem kültürel olarak Batılı paradigmanın ve Batı bloğunun vesayetinden ve ırk veya seküler temelli ulusçuluktan/milliyetçilikten kurtarmaya çalışanlar için ise “Türkiye” dün de bugün de ümmet coğrafyasının bir parçası, işgal altında kalan ve özgürlüğünü bekleyen İslam tarihinin taşıyıcısıdır.

Toplum ve iktidar yapısı olarak öz değerlerimize dönme kaygı ve çabalarıyla ama bize giydirilen Batıcı seküler tanımların hâkimiyeti içinde siyaset yapanlar kamusal algılarımızı inişli çıkışlı hale getirmektedirler. Ancak bugün, dünya görüşlerini Türkiye’deki reel siyasetin kırmızı çizgilerine göre değil de İslami sabitelere göre belirleyen Müslümanlar için “Türkiye” verili bir isim olsa da mekân olarak ümmet coğrafyasının önemli bir parçası olarak görülmekte ve değerlendirilmektedir.

İslami Hareketlerin Toprakla ve Halkla Bağı

Vahyin tebliğ seyri en yakınlarına hitap ile başlar. Yakınlık aynı zamanda dil ve mekân beraberliğini de kapsar. Kendi toplumunu uyarmaktan bıkıp da kızıp giden Yunus Aleyhisselam kıssasıyla ilgili vahyî hatırlatma, Muhammed Aleyhisselam’ın yakınları olan Kureyşlilerin nadanlığına karşı onlarla ilişkisini kesmemesi yani içine kapanıp inzivaya çekilmemesi veya muhataplarını Resul Yunus gibi bırakıp gitmemesi için bir uyarıydı. Bu konuda Musa Aleyhisselam’ın kendi kavmi ile on yıllardır süren yürüyüşü de önemli bir örnektir. Ayrıca tebliğcilikten önce tekfirciliği önceleyen yaklaşımlar da hem resullerin hem Muhammed Aleyhisselam’ın tedrici mücadele sürecini (sünnetullahı) anlamayan bir körlük içerir.

A’raf Suresindeki “… Örfü emret, cahillerden yüz çevir.” hitabı mensup olunan toprakla ve halkla illiyetimizi ifade eder. Ümmetin genel gidişatı ve zaaflardan kurtulması bağlamında Kur’an’dan ve Siret-i Resul’den çıkartılan evrensel ilkeler tabii ki toprak bağından da toplumsal bağdan da daha önemli ve önceliklidir. Bununla birlikte öncelikli olan vahyin ve zamanı aşkın Resulullah uygulamalarının örneklendirileceği alanlar tabii ki örf, dil, iklim ve coğrafya şartlarına göre alt farklılıklar taşır.

19. Yüzyılın son çeyreğindeki ıslah hareketlerinin en önemli temsiliyeti Urvetu’l Vuska hareketi ve mecmuasıyla sağlanmıştır. Bu hareket ve mecmuadaki ümmetin uyanışı ve istikbali ile ilgili yakalanan vahyin evrensel ilkeleri ve modelleri Mısır’da El-Menar mecmuası ve ekibince sosyal, örfi ve siyasi şartlara göre içtihadi açılımlar sağlamıştır. İstanbul’da Sırat-ı Mustakim, Sebulürreşad; Cezayir’de Eş-Şihab; Hint kıtasında Tercüman-ı Kur’an; Tunus’ta Mecelletu’z Zeytuniyye mecmua ve hareketleriyle de ayrı ayrı bu tür çabalar içinde olunmuştur.

Yani küresel çağın dayatmalarına ve ümmet coğrafyasında mahalli sayılacak bölgesel farklara ve halkların meşru örf bağlamındaki çeşitliliğine göre elde edilen üst ilke ve değerler ölçüsünde alt içtihadi çözümler üretilmesi zarureti, İslami hareketlerin yerel şartlarla kaçınılmaz ilişkisini de gösterir.

İslami hareketlerin yaşadıkları toprağa ve mensubu oldukları halka yönelik bağlılık düzeyi, “gelenek” gibi çözümlenmesi gereken bir meseledir. Müslümanlar için “gelenek” tarihî süreçlerde pratik problemler için ürettikleri çözümsel birikimlerinin olumlu, olumsuz veya tarihle kayıtlı zenginliğidir. Önemli olan yaşayan geleneğin sahih, münker ve nötr kanatlarını değerlendirebilecek İslam’ın evrensel ölçülerine hâkim olabilmektir. Üzerinde yaşadığımız toprak ve mensubu olduğumuz halk ile de tarihî ve örfi ilişki derinliklerimiz vardır. Bu derinliğin tutarlı ve tutarsız birikim ve maslahatını da değerlendirecek evrensel ölçü ve perspektife sahip olmak gerekir.

Rabbimizden getirdikleri din/mesaj özde evrensel ve aynı olsa dahi her resul ilk tebliğini kendi toplumunu farklı biçimlerde cahiliyeden arındırma mücadelesi içinde yapmış, içinde yaşadığı topraklardaki İbrahimî dinin izlerini ortaya çıkartan bir muslih gibi davranmıştır. Ancak resullere aynı mesaj fakat konumlarına göre yerel çözüm kıstasları vahyedilmiştir. Lut (a) cinsi aykırılık gösteren kavmine, Şuayb (a) tartı ve ölçüde adaletsizlik yapan kavmine; Musa (a) zulümden kurtarmaya çalıştığı kavmine gönderilmiştir ki bunlar, bölgesel alana ve içinde yaşanılan halka ilgi boyutunun farklı versiyonlarıdır.

Resullere yerel sorunların çözümleriyle ilgili bildirilen vahiy, bizim için en güzel örnek Nebi (s)için de yol haritası olmuştur.

Müslümanlar olarak nevzuhur bir kalkış içinde değiliz. İslami hareketler de ana hatlarıyla helali, haramı, mescidi, orucu, Kitab’ı, salatı zaaflarla da yıpranmış olsa içinde yaşadıkları toplumdan öğrenmiş, Kur’an’ın ve İslam’ın evrensel ilkelerinin hakikatine yönelebilmişlerdir. Bu yönelim yine toplumun lâ-dini veya gayrimüslim olduğu topraklarda değil, toplumun ekseriyetinin kendini İslam’a nispet ettiği ve Müslümanlar olarak üzerinde yekûn oluşturduğu topraklarda veya sınırlı da olsa diasporada/sürgün topluluklarda gerçekleşmektedir.

Tüm halkı Müslüman olan ülkeler I. Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel vesayet altındadır. Küresel vesayet ve işbirlikçi iç vesayet hem ülke topraklarını ümmet coğrafyasından kopartan seküler toprağa dönüştürmek hem de toplumda İslam’ı üst aidiyet konumundan düşürmek istemektedir. Hedeflediği toprak bağı da toplum bağı da İslam’ı üst aidiyet olmaktan çıkartan bir yabancılaşmayı oluşturur.

Tabii ki İslami hareketlerin dünya insanlığına vahyin tebliğini aktarıp sunacakları şahitliği örneklendirmeleri yanında, bölgesel hedeflerle ve yakınlarla ilgili öncelikli hedefi ise hem yaşadıkları toprağı Dar’ul İslam haline dönüştürmek hem de içinde doğdukları toplumu ıslah bilinciyle zaaflarından arındırıp yeniden İslamlaştırmak olmalıdır.

 

Türkiye’deki İslami Oluşumların “Türkiyelilik” Meselesi

Ümmet coğrafyasında ulusal sınır kapılarının oluşturduğu bölünmüşlükleri ve kopuklukları yaşıyoruz. Türkiye’de “muhacir” pozisyonundaki İslami oluşumlar ile mukim İslami oluşumlar arasında bazı “yakın ve orta ölçekli stratejiler” aynılık taşımıyor. Ayrıca bölünmüş coğrafyamızın asılda bütünlüğünü düşündüğümüzde Müslümanlarla ilgili “kökü dışarıda”ya da“yerli ve milli” tanımları ulusalcı/“milliyetçi” asabiyelerin bir aldanışı olarak karşımıza çıkıyor.

Yeryüzünün müminlere miras bırakıldığı bilinciyle davranan Mısırlılar, Filistinliler, Suriyeliler gibi vize-pasaport engellerini aşan Müslümanların ve İslami oluşum temsilcilerinin bugün serbestî içinde faaliyet gösterdikleri en önemli ülke Türkiye’dir. İyi bir havada İstanbul Fatih Camiinin avlusunda toplanan mümin ve mümine insanlarımızın renkleri tam bir ümmet kaynaşması ve mozaiği intibaını canlandırmaktadır. Afrikalısı, Ortadoğulusu, Orta Asyalısı, Balkanlısı rengârenk Müslüman kadını, çocuğu, ihtiyarı, genciyle banklarda, çayırlarda sanki Fatih Sultan dönemine uzanan bir havayı teneffüs eder gibiler. Ezan okunduğunda bu renklerin camii saflarında buluştuğunu görmek de ayrı bir ümit kaynağı.

Mısırlı, Libyalı, Suriyeli, Filistinli İslami hareket mensuplarının Türkiye’deki çeşit çeşit kuruluşları, dernekleri önemli bir canlılığın ifadesidir. Ama herkes kendi ülkesel sorununa hapsolmuş gibi. Filistin’le ilgili bir eyleme katıldığımızda yanımızda sadece Filistinliler, Mısır Müslümanlarıyla ilgili eylemde yine yanımızda sadece Mısırlılar, Suriyelilerin davasında yalnız Suriyeliler, Doğu Türkistan’ın dertleriyle ilgili bir eylemde veya gıyabi cenaze namazında da yine sadece Doğu Türkistanlılar… Ayrımcı selefiler de ayrı bir olgu. Allah’tan cami avlusundaki ümmetin farklı renkleri camide aynı safta buluşabiliyor.

Yani Türkiye Müslümanlarının beslendiği Mısır merkezli İslami oluşumlar fazlaca bir Mısırlı; ayrıca Filistinliler Filistinli, Suriyeliler Suriyeli, Doğu Türkistanlılar daha fazla Doğu Türkistanlı gibi…

Bu zaafı konuştuğumuzda ve gerekli uyarılarda bulunduğumuzda farklı ülkelere göre şekillenen İslami oluşumlardan itiraz eden yok. İnşallah temas ve müzakere zenginliklerimiz ortak kaygı ve dertlerimizle ilgili hepimize, birlikte iş yapma fıkıh ve sorumluluğunu daha çok öğretir. Ancak yeterli olmasa da

Türkiyeli İslami oluşumlar güçleri nispetinde her bir Müslüman ülkeden ve bölgeden kardeşlerinin dertlerine hem dayanışma eylemi hem yardım kampanyaları bağlamında koşmaya gayret ediyor. Türkiye’deki İslami oluşumlar arasındaki yetersiz bağ ve irtibatlara karşın Türkiye’de mukim olan İslami oluşumların öncelikle yerel fıkhi sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekir. Çünkü hasenat duygusal, salihat ise şuurlu ve sürekli yanımızdır.

Türkiye’de mukim İslami oluşumlar açısından da şunları söyleyebiliriz:

Türkiye halkı Anasır-ı İslam’ı ifade eden Müslüman halklar mozaiğidir. Resmî bir ağız olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan da müteaddit defalar buna “33 farklı Müslüman etnik yapı” şeklinde işarette bulunmuştur.

Bütün İslami oluşumlar için yitirdiğimizi yeniden ikame etmek gibi bir ödevimiz varsa, hem evrensel bazda hem halkı Müslüman ülke dairelerinde tedricilik/merhalecilik kapsamında yürümek gerekliliği kaçınılmazdır.

Nimeti kaybetme haline duçar kalan İslam ümmeti ve onu ıslah edip yeniden ikame etmek istikametinde yürüyen İslami hareketler için biri evrensel ikincisi yerel temel faaliyet alanları mevcuttur:

Birincisi tarih, toplum ve usulu’d-din değerlendirmesine dayanan külli bakış.

İkincisi külli bakışla elde edeceğimiz İslami sabiteler çerçevesinde değişkenlerimize dayanan ve “Önce yakınlarına hitap et.” emr-i celilesi çerçevesinde akraba ve ortak dil ve yakinî tanışıklığa açılan içinde yaşadığımız Türkiye coğrafyası ve halkına yönelik uyarı ve ıslah gayretlerimiz… Ayrıca “Müminler kardeştir.” emr-i celilesi bağlamında Türkiye dışındaki diğer halkı Müslüman olan ülkelere, İslami hareketlere ve Türkiye’ye hicret etmek zorunda kalan Müslümanlara da ilgi gösterip ensarlık görevini yerine getirme vecibemiz... Ama bu görevleri de yaşadığımız toprağa ayağımızı sağlam basarak yerine getirebiliriz.

Türkiyelilik, doğduğumuz yeri memleket edinmek ve doğduğumuz yerde tarihten bu yana akıp gelen dil kullanımı, sosyal ve kültürel ilişkiler ağı içinde olmak halidir. Türkiyelilik su gibi, ekmek gibi zorunlu ve temel ilişki ağımızın zeminidir. Ama bu zemini ümmet coğrafyası ile irtibatlandırmayan, tebliğ ve ıslah görevinin önceliğini kavramayan insanlar “Doğduğun yer mi doyduğun yer mi?” gibi tekerlemelerle hazlarını, öykünmelerini, tüketim özlemlerini zorunlu ihtiyaçmış gibi gösterebilirler. Doymak için ABD’lere, Avrupalara giden veya sığınan insanlar yanlarında tebliğ ve ıslah misyonlarını taşısalar, “Allah’ın arzı geniş değil mi?” ilahi ikazı istikametinde bu yolculukları yeni bir fıkıh üretimine kapı aralayabilir. Ama bu insanların çoğu “Ya Sev Ya Terk Et” asabiyesini taşıyanlardan pek de fark oluşturmuyorlar.

Türkiyelilik, Filistinlilik, Suriyelilik, Tunusluluk ve diğerleri ümmeti yeniden uyarma ve inşa mücadelemizde bir imkân olarak görülmelidir. Ama Türkiyelilik algısını Türkiyeciliğe, Türkiye merkezliliğe dönüştürenler, doğru yol arayışındaki mezhep algısını mezhepçiliğe dönüştürenler gibi araçları amaçlaştırma ve mutlaklaştırma gibi yeni bir asabiyeye sapmış olurlar.

Urvetu’l Vuska gibi, Müslümanların sivil bir gücü olabilse İİT gibi üst değerler ve misyonlar çerçevesinde biçimlenen İslami oluşumlar ulus-ötesi olabilirler. Küresel istikbara karşı tüm dünyada ve ümmet coğrafyasında şura fikrini önceleyerek, hiç değilse istişari dayanışma ile boykot, protesto ve direniş hamleleri oluşturabilirler.

Lakin tekrar edecek olursak bu tür sorumlulukları da yaşadığımız toprağa ayağımızı sağlam basarsak yerine getirebiliriz. Bizim için cihad kavramının bir boyutunu oluşturan boykot, protesto, direniş, dayanışma gibi küresel tavır ve dayanışmalarımız önemlidir. Ancak bu tutum, hamasetten başka bir yol haritası ve makul bir strateji ortaya koymadan, ümmetin yeniden İslamlaşması ve inşası için tedriciliği, sünnetullahı gözetmeden tutarlı ve kalpleri telif eden bir istikamet oluşturamaz.

Türkiyeli Olmak mı Türkiyeci Olmak mı?

Kavim, büyük aile, memleket, mezhep, meslek veya cemaat bağı ve sevgisi fıtri olarak ele alınacaksa tabiidir ama bu fıtri aidiyetler birincil ve mutlak aidiyetler haline getirilecekse hamiyet/asabiyedir ki o da Rabbimizin Fetih Suresi 26’da belirttiği üzere cahiliyedir.

Türkiyeli olmayı da ümmet coğrafyasının veya sosyal yapısının Türkiye’deki parçası olarak; bir de örf, kültür ve Osmanlıcadan bu yana dil beraberliği bağlamında Türkiye birikimine aitlik olarak ele alıyorsak bu konuda tabiilik söz konusudur. Dünyada toplumsal gelirine oranla dünya Müslümanlarına ve ezilen halklara yardım eden birinci sıradaki ülke Türkiye’dir. ABD ve Batılı kurumlar karşısında yardımların Türkiye Müslümanlarından ulaştırıldığını ifade etmek için hayırsever gönüllülerin ceketlerinin veya yardım kolilerinin üzerine Türkiye bayrağı yapıştırmaları Türkiyeliliğin bir ifadesidir. Yahut Türkiye’deki cahilî sistemden kaynaklanan zulüm ve baskılara ya da Türkiye dışındaki zulüm ve sömürüye, tağuti icraatlara karşı tavır alan İslami kuruluşların yayınladıkları bildirilerdeki ortak imza olarak “Türkiyeli Müslümanlar” isminin kullanılması, Türklüğü değil Müslüman kavimler mozaiğini ifade eden Türkiyeliliği ifade etmek açısından bir kullanımdır.

Ama kavmi kavmiyetçiliğe, memleketi memleketçiliğe, mezhebi mezhepçiliğe, cemaati cemaatçiliğe dönüştürdüğümüzde fıtri olan sevgi ve aidiyetleri asabiyeye/hamiyete dönüştürmüş oluruz. Türkiyeli olmanın sevgi ve aidiyetini Türkiyecilik olarak abarttığımızda veya birincil kimlik olarak İslami kimliğimizin üstüne çıkarttığımızda veya İslami aidiyetimiz ile sentezlediğimizde de meşru olanı gayri meşru hale getirip Rabbimizin kınadığı cahiliyeye sapmış oluruz.

Türkiyecilik bayrak, vatan, devlet ve “millet”in araç olmaktan çıkartılıp kutsal olarak algılanması veya takdim edilmesiyle başlar.

Türkiyelilik rıza-i ilahi ve kelimetullah için araç, Türkiyecilik ise kutsalı Allah’tan çalma hatasına duçar olan münker bir amaçtır. 

 

 

Müellif: Hamza Türkmen / Kaynak: Haksöz Dergisi Sayı: 330/331 - Eylül/Ekim 2018

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.