Sosyal Medya

Prof. Kara: İslam Ansiklopedisi'nin dayandığı kurucu bir zemini var mı?

Prof. Dr. İsmail Kara Hoca, ansiklopedinin kuruluş sürecini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra üzerinde kafa yorulması gereken önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Bugün için İslam tarihi ve medeniyetine dair her türlü araştırmanın başvuru kaynağı haline gelen Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin kurucu bir fikri var mı? Varsa nedir?



19 Nisan 2019'da , günboyu İSAM’ın misafiri idik desek doğru olur. Ek iki cildi ile birlikte 46 ciltlik ilk yayını 2016’da tamamlanan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin (kısaltması DİA) plan­lanmaya çalışılan “ikinci edisyonu”nu konuş­mak üzere davet edilmiştik. Bir müddettir kurum içinde sürdürülen çalışma ve toplantıların belli bir hazırlık ve sistematik dahilinde dışarıya da açılması düşüncesinin bir parçası olan bu mü­zakerelerin birkaç başlık altında ve ayrı heyetler hâlinde, mütehassıs birçok kişinin katılımıyla yapılması planlanmış. Bugün bu toplantıların ilkleri yapılıyordu. Öyle anlaşılıyor ki devamı da gelecek ve yeni edisyon için nihai ilke kararları verilmeden şekil ve muhtevaya ilişkin birçok şey daha konuşulup tartışılacak, yoklanacak.
 
İSAM başkan yardımcısı Suat Mertoğlu arkada­şımızın riyasetinde toplanan biyografi müzakere heyetindeki isimler şunlardı: Beşir Ayvazoğlu, İsmail Kara, Abdülhamit Kırmızı, Berat Açıl, Eşref Altaş, Betül İpşirli Argıt, Halit Özkan, Tü­lün Değirmenci Tural, Abdurrahman Atçıl, Talha Çiçek, Eyyüp Said Kaya, Ali Hakan Çavuşoğlu, Arzu Güldöşüren, Onur Öner, Serhat Aslaner.
 
Komisyondaki meslektaşlarımız farklı ilim dal­larına mensup kişilerdi. Biyografi meseleleriyle hususi olarak ilgilenen tarihçi arkadaşımız Ab­dülhamit Kırmızı müzakerelere zemin olmak üzere ansiklopedinin biyografi maddeleriyle alakalı emek mahsulü bir döküm ve rapor da hazırlamıştı.
 
Toplantı boyunca biyografi merkezli olarak mevcut ansiklopedinin başarı ve zaaflarına dair değerlendirme ve tenkitlerden yola çıkılarak ikinci edisyonun nasıl olması gerektiğine dair görüşler serdedildi, kısa da olsa müzakereler yapıldı.
 
Tekrar buraya, bugüne dönmek üzere biraz geriye, ansiklopedinin yakın ve uzak tarihine gidip teşekkül fikirlerini ve şartlarını yoklaya­rak gelmek iyi olabilir. Tarihin derinliklerine çokça dalmadan şahsi bir hususu ifade ede­rek başlayalım: Ben bütün teklif ve ısrarlara rağmen fiilen ansiklopedide ve İSAM’da hiç çalışmadım. Reddedemeyeceğim “Nurettin Top­çu” maddesine yani T harfinin sonlarına kadar madde tekliflerini de kabul etmedim. Dışarıdan bakılınca pek anlaşılmayacak bu durumun se­bebi sadece ben değilim elbette. Sebeplerden biri benim de çalışanlarından biri olduğum Dergâh Yayınları’nın Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin yanında ikinci bir ansiklopedi olarak İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi’nin yayınına başlamış olması. Bir diğeri, belki daha önemlisi büyük ölçüde kurumun, oraya da taşınan Diya­net ve İlahiyat mantığının (zor ve çoğu zaman sığ bir mantıktır bu), sağcılıkla Müslümanlık sıfatlarının oluşturduğu garip bir bürokratik anlayışın ve nihayet şahsiyetli münasebetten pek hoşlanmayan bildik yöneticilerin tek taraflı ve mütehakkimâne tavrından kaynaklanan bir mesafe... Bunların bendeki hikâyesini de belki bir sonraki derkenarda günlük notlarımdan da istifade ederek kısmen yazarım.
 
 
Biraz Tarih
 
Daha işin başında hem 1939 yılında başlayan MEB İslâm Ansiklopedisi (İA) teşebbüsünün hem de DİA’nın Türkiye şartlarında büyük bir teşebbüs ve kimsenin küçümseyemeyeceği büyük bir başarı olduğunu zikretmek gerekir. İA’nın tercüme maddelerinin oryantalistik ka­rakteri ve ana mantığının Avrupa merkezli oluşu dolayısıyla taşıdığı ciddi ve derin problemler Osmanlı ve Türk tarihiyle, kısmen Türk ede­biyatı ve düşüncesiyle ilgili telif maddelerde sağladığı, bir siyaseti de olan büyük başarıyı görmezden gelmeye sebebiyet vermemelidir.(1) Bu başarı Cumhuriyet ideolojisinin tarih anla­yışını da oryantalistik çalışmaları da etkileyecek ve dönüştürecektir.
 
Fakat ansiklopedi kurucu fikirden madde seçimi­ne, yazar kadrosuna, önceliklere ve muhtevaya, dile, imlâya, madde uzunluklarına, sayfa-kapak düzenine, hurufata, görsellere... varıncaya kadar “bütünlük” isteyen bir iştir. Zaafların, zayıflıkla­rın önemli bir kısmı bu bütünlüğün unsurlarında ve kurucu kadronun kapasitesinde kendini ele verir. Her iki ansiklopedinin unsurlarda ortaya çıkan zaafiyetleri elbette vardır ve bu Türkiye şartlarında normal karşılanmalıdır. Yeter ki ten­kide, tashih ve tadile açık ve mütehammil olsun. 
 
Bugün bildiğimiz DİA’nın ilk fasikülünün çıkışı 7 Kasım 1988 tarihini taşıyor ama ansiklopedi fikrinin ortaya çıkışı ve ilk başarısız ve hayli problemli denemelerin yapılmasının hikâyesi birkaç yıl öncesine, 80’lerin ilk senelerine kadar gidiyor.
 
O zamanki adı Büyük veya Yeni İslâm Ansik­lopedisi. Onun 4 formalık ilk fasikülü 1981 baharında yüzünü gösteriyor. Başında “genel yayın yönetmeni ve baş redaktör” olarak İslâmî ilimlere, İslâm kültürüne vukufu olmayan gaze­teci Ergun Göze var. Baş redaktör yardımcısı da yine İslâmî ilimlerde behresi olmayan, tarihçi-müzikolog ünvanlarını kullanmaktan hoşlanan Yılmaz Öztuna... (Daha sonra gazetelere intikal eden haberlere göre baş redaktör Diyanet Vakfı ile çok “özel şartlarda” anlaşmış gözüküyor.(2) Fakat kendisinin ve kısmen Tayyar Altıkulaç’ın hatıralarında anlattıklarına göre iş akamete uğ­rayınca bu özel şartların çoğundan/tamamından vazgeçiliyor (3). Belli ki kimin hareketlendirdiğini tam bilmediğimiz müteşebbis heyet, 12 Eylül darbesinden üç ay sonra Ankara’da birilerini de arkalarına alarak, bu tür konularda her zaman hayli perhizkâr olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Diyanet Vakfı’nı, bu iki kurumun üst yöneticile­rini nasıl olmuşsa ikna etmiş ve işe başlamıştır.
 
Ergun Göze’nin tahkiyesi başlangıçta tek taraflı olarak şöyle:
 
“12 Eylül [darbesin]den sonra gelen sükun dev­resinde zihnimde bir proje olgunlaştı. Bir İslâm ansiklopedisi yayınlamak. (...) Hem bir teklif hem bir istişare konusu olarak işi [60 darbesini yapanlardan, MBK üyesi, Selçuk Yayınevi sa­hibi] emekli kurmay albay Muammer [Şahin] bey dostuma açtım. Rahmetli heyecanlandı. Ben varım, dedi. Ama diye ilave etti, bunu Diyanet Vakfı gibi bir müessese ile yapmakta fayda var. Bu söz doğruydu. Benim için kolaydı da. Çünkü o günlerin Diyanet İşleri başkanı Tayyar Altı­kulaç ve Birinci Hukuk İşleri müşaviri Ahmet Uzunoğlu yakından tanıdığım kişilerdi. Enerjik ve faaldiler. Konuyu onlara da açtım. Birkaç görüşmeden sonra bir mukavele yapılarak işe başladım (...)”.(4)
 
Tayyar Altıkulaç da teklifin Ergun Göze’den geldiğini söylüyor ve ekliyor:
 
“Ancak işin başlangıcında bu projeyi gerçekleş­tirmenin çok zor bir iş, geniş bir organizasyona gidilmeden başarılamayacak kadar büyük bir proje olduğunu pek görememiştik. (...) Bu işten biz anlamadığımız gibi onun [E. Göze’nin] da anlamadığını [gördük]”.(5)
 
Fakat herhâlde sınırlı sayıda insana gönderilen ilk fasikül her bakımdan başarısız ve sıkıntılıydı. Daha doğrusu fiyaskoydu.6 Arzu ederseniz bu bahse dair istitrat kabilinden uzun bir günlük notuna yer verelim:
 
12 Mayıs 1982
 
Herhâlde ansiklopedi yayıncılığıyla meşgul olmamızla irtibatlı olmalı, Ergun Göze’nin bir müddettir uğraştığını bildiğimiz Büyük İslâm Ansiklopedisi’nin ilk fasikülü bana da gönderil­mişti. O akşam biraz da merak sâikiyle teknik bilgilerden ve kaynaklardan, yazar listelerinden itibaren okumaya başlamış, birçok maddeyi göz­den geçirmiş ve sayfaların kenarlarına haylice tashih notu, bir o kadar da soru ve ünlem işa­reti koymuştum. Daha ilk sayfalarda yer alan “Ansiklopedik Eserler” listesindeki yanlışlar müsamaha edilebilecek cinsten değildi. Doğrusu aynı vadide ansiklopedi yayını ile uğraşan biri olarak bu seviye beni hayli tedirgin etmiş, belki kendi yaptığımız işe olan güveni de artırmıştı.
 
O günlerde Dergâh Yayınları’na ziyarete, çay içmeye gelen Sadık Albayrak beye sohbet ara­sında fasikülü görüp görmediğini sormuştum.
 
O da her zamanki sevecen ve heyecanlı hâliyle “Yok yahu görmedim, sana geldi mi?” deyin­ce masamın gözünden çıkarıp uzattım. Tabii üzerinde bir sürü tashih... Sigarasını yakıp me­rakla göz gezdirmeye başladı. Sonra da tetkik için bu nüshayı emaneten istedi. Çünkü geçen sene Ergun Göze’nin bu işin başına getirildiği­ni duyunca 22 Temmuz 1981 tarihinde, Milli Gazete’deki köşesinde bir yazı yazmış, Diya­net İşleri başkanı Tayyar Altıkulaç’tan cevap ve açıklama istemişti. Tayyar bey 27 Temmuz 1981 tarihli resmi yazıyla uzun bir cevap kale­me almış, Sadık bey de 4 Ağustos 1981 tarihli, “Bayramla Gelen” başlıklı yazısında bu cevabı büyük ölçüde köşesinde yayınlamıştı. Başkanın cevabının bir kısmı ansiklopedinin erken tari­hi bakımından aktarılmaya değer kıymettedir (çünkü Tayyar bey hatıratında bu karşılıklı ya­zışmalardan bahsetmiyor):
 
a) Ansiklopedi konusunda sayın Ergun Göze’ye görev verilmiş olmasında isabet edilmediği yo­lundaki görüşlerinizi saygıyla karşılarız. Ancak bu bir heyet kararı meselesidir. Düşünülmüş, tartışılmış, bu muhterem zatın bu görevi yürü­tebileceği görüşüne varılmıştır. Siz de temenni edersiniz ki, verilen bu kararda isabet edilmiş olsun. Bunu zaman gösterecektir.
 
Ansiklopedinin yazarlarına ve muhtevasına ge­lince, bu konuda hiçbir endişeye mahal yoktur. Yazarların seçimi de, yazılarının muhtevasının incelenmesi de Türkiye Diyanet Vakfı’nın kesin kontrolü altındadır. Bu büyük mesuliyeti tek başına taşıyamayacağından bahisle bunun böyle olmasını sayın Göze istemiştir. Yetkili ilim he­yetlerine, gerektiğinde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’na incelettirilmeden hiçbir madde baskıya verilmeyecektir. Dinî ve ilmî bir hatanın yapılmaması için gereken bütün titizlik gösterilecektir.
 
Yazınızın ikinci cümlesi aynen şöyledir: ‘Mese­lelerimiz hep Müslümanca olmalı değil mi?’ El­bette öyle olmalı. Durum bu olunca ortada daha bir satırı bile bulunmayan ve kimin ne yazdığı da bilinmeyen bir Ansiklopedi çalışmasının ‘maso­nik zihniyet’le bağlantılı olduğu görüşünü ileri sürecek ve Müslümanların bu çalışma hakkında tereddütlerine yol açacak dikkatsizliklerden de hepimiz sakınmalıyız. Takdir edersiniz ki bu da ‘işlerimizin Müslümanca olmasının’ önemli gerekleri arasındadır.
 
b) Ansiklopediye yapılacak masrafın Kocatepe Camii’ne harcanması yolundaki görüşünüz, – konuya ‘başarısız ve faydasız bir Ansiklopedi’ peşin hükmü ile bakınca– haklıdır. Ama te­mennimiz kültür ve irfan hayatımız için büyük ihtiyaç olan bu hizmetin başarı ile sonuçlandı­rılmasıdır (...)”.
 
Sadık Albayrak bey emaneten aldığı fasikülü tet­kik ettikten sonra bugünkü köşesinde “Böyyük İslâm Ansiklopedisi macerası” başlıklı uzun bir yazı daha yazdı ve –elbette adımı vermeden– be­nim tashihlerimi de hatalar hanesinde zikrederek haklı tenkitlerde bulundu (Milli Gazete, 12 Ma­yıs 1982). Fakat daha enteresan olanı gazetenin birinci sayfasından verilen “Diyanet Vakfı ve büyük (!) ansiklopedi...” başlıklı haber-yorumun yanına görsel olarak, tashihleri görülecek şekilde benim okuduğum nüshadan bir sayfa konulmuş­tu. Bunun üzerine Sadık beye telefon açıp –her ihtimale karşı!– “hususi” nüshamı istedim. O da “tamam, yayınevine veya Cumartesi günü Enderun’a getiririm” dedi.
 
Not. Sağ olsun, “mahrem” nüshayı getirdi ve daha sonraları diğer evrak, davetiye ve kupür­lerle hayli kabaracak olan dosyasına koyuldu.
 
 
Kurucu Fikir yahut Kurucu Kadro
 
DİA’nın –diyelim ki İA gibi (hatta İA tercümesi gibi), onlara benzer tarzda– bir kurucu fikri var mı (idi)? Var idiyse nasıl vardı, yok idiyse niçin yoktu?! Bu soru artık tarihî bir vâkıa olmuş, Türk ilim tarihinde yerini almış ansiklopedinin tenkidi ve değerlendirmesinde de ilk sıraya alın­ması gereken bir sorudur.7 Ayrıca ikinci edisyo­nu tartışmaya başlayan ikinci ve kısmen üçüncü nesilden ekibin de en önemli ve öncelikli sorusu budur/bu olmalıdır bence.
 
1980’lerin başına dönersek orada “kurucu fikir” denmeye seza bir düşüncenin olmadığı rahatlıkla söylenebilir sanırım. Ergun Göze’nin, Tayyar Altıkulaç’ın ve daha sonra sürece katılan zevatın yazdıklarına bakılırsa kurucu fikrin önemli bir mesele olarak tarafların gündeminde olmadığı, ilgili zevat arasında konuşulup tartışılmadığı açıkça görülecektir. Belki bir hissiyattan ve net­lik kazanmamış bazı düşünce kırıntılarından bahis açılabilir. “Kervan yolda düzülür” atasözü burada da hükmünü yürütmüşe benziyor ama atasözünde yer alan “var”lar ve ana unsurlar yani kervan, yol, düzmek-düzen (nizam) fikirleri burada neredeler diye sormak lazım.(8)
 
Düşünülmüş, müzakere edilmiş ve mutabakata varılmış bir kurucu fikir yok ama bu doğrudan veya dolaylı yollarla ansiklopedide işleyen hiç­bir fikrin/fikirlerin olmadığı mânasına elbette gelmez. Bir başka şekilde söylersek DİA’nın hemen bütün maddelerinin ruhunda, anafikrinde ve satıraralarında çağdaş İslâm düşüncesiyle, İslâmcılık hareketiyle uyumlu, onlara paralel giden bir din anlayışı ile milliyetçi-muhafazakâr bir tarih, kültür ve edebiyat anlayışının güçlü et­kisi ve hakimiyeti açıkça görülür. Birkaç kelime ile ifade edilecek olursa kaynaklara dönüş ve asr-ı saadet fikirlerine (ideolojisine) sadık/ya­kın, sade/tektip din anlayışını benimseyen, Yeni Selefîlikle (hatta kimse duymasın Vehhabiyyü’l-meşreplikle!) örtüşen kelâm ilmi merkezli bir din anlayışıdır bu.
 
İş buraya intikal ettiğinde, üzerinde kafa yo­rulmadığı için yeteri kadar farkedilmemiş ve anlaşılmamış olduğunu düşündüğümüz bazı önemli fikrî boşluklar, bir kısmı ciddi felsefî-dinî problemler ve derinden akan paradokslar bizi karşılayacaktır. Şöyle ki; milliyetçi-muhafazakâr kültür-edebiyat anlayışı çizgisi üzerinde önem veriliyormuş gibi duran tarih-medeniyet ala­nı din anlayışı çizgisi sözkonusu olduğunda önemini, değerini ve vurgusunu büyük ölçüde kaybedecektir. Osmanlı tarihi, mimarisi, ede­biyatı, musikisi sözkonusu olduğunda hayli iddialı ve ısrarlı olan, bu sahalarda geniş (sanat tarihi ve musiki makamlarıyla alakalı madde­lerde olduğu gibi bir kısmı lüzumundan fazla ve uzun) maddelere yer veren ansiklopedinin Osmanlı ilim-felsefe-irfan hayatı, ilmiye sınıfı, Osmanlı ulemasının İslâmî ilimlere katkıları sözkonusu olduğunda büyük bir irtifa kaybına uğraması hatta dilsiz kesilmesi de (milliyetçi-muhafazakâr) tarih-medeniyet anlayışı ile (Yeni Selefî-modern) din anlayışı arasındaki zıtlık­larla, mesafelerle alakalıdır. Hususi ihtimam gösteren bir iki meslektaşımızın gayretleriyle “kurtarılmış” birkaç madde hariç Osmanlı ilim-irfan-felsefe-tasavvuf-mantık-fıkıh usulü-dil felsefesi-edebî hikmet alanlarının büyük isimle­ri, onların önemli fikirleri, eserleri ve İslâm ilim tarihine aktif müdahaleleri bu ansiklopedide hak ettikleri şekilde yer almamıştır. Bu hükümden belki maddelerin biyografik malumat kısımları hariç tutulabilir. Çünkü kurucu ve yürütücü kad­ronun seyreltilmiş ve tektip din anlayışı, parçalı hâle getirilmiş tarih yorumu ve İslâmî ilimler tarihine hatta (dinî) bilgi-ilim meselesine yakla­şımları buna imkân vermemektedir. XII. asırdan (yani Müslüman Türklerin İslâm tarihinin aktif bir unsuru hâline gelmelerinden) sonra İslâm dünyasında ilim ve felsefenin durağanlaştığı, gerilediği şeklinde özetlenebilecek oryantalistik tez çoktan kurucu kadronun hakim fikri hâline gelmiş, o kadar ki akademik ve fikri metinle­rinde bu asırdan sonraki dönem yani “kendi” tarihleri (Selçuklu ve Osmanlı devri) “taklit”, “tekrar”, “şerh ve haşiye” dönemi olarak tavsif edilir olmuştu.(9)
 
DİA’nın İmam Hatip Okulları neslinin (bunun tabii bir uzantısı olarak Yüksek İslâm Ensti­tülerinin ve İlahiyat Fakültelerinin) büyük bir başarısı, adeta bir tezahür ve isbat-ı vücut biçimi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zaten kurucu ki­şiler olarak Tayyar Altıkulaç başta olmak üzere Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman ve İsmail Erünsal İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü çıkışlı oldukları gibi ansiklopediyi her bakımdan besleyen ve taşıyan ikinci ve üçüncü halkalar da büyük ölçüde aynı okullardan me­zundur. Fakat sözkonusu etmeye çalıştığımız anlayış ve fiiliyat (ansiklopedi kurgusu ve ya­zımı) zaaflarının da İmam Hatip Okullarında ve İlahiyat Fakültelerindeki hakim fikirlerle, din anlayışıyla, mütearife hâline gelmiş fakat hayli problemli dinî yorumlarla ve hâlâ hakimiyetini sürdüren kabullerle alakalı olduğu bizce tartışma götürmez.
 
Önemine binaen tekrarlayalım; milliyetçi-muhafazakâr-mütedeyyin tarih-kültür-mede­niyet anlayışı çizgisini boşa çıkaran, havada asılı bırakan, zayıflatan, problemli hâle getiren esas etken Yeni Selefi-modern din anlayışıdır (Bu cümle özne ve tümlecin yerleri değiştirilerek de kurulabilir). İlave edilmelidir ki birbirini iten yahut besleyen çok taraflı bu zor mesele sadece DİA’nın mantığı ve muhtevasıyla sınırlı değil­dir; din eğitimin ve dinî kurumların hepsiyle alakalıdır.
 
Buradan son bir hususa/son bir soruya intikal ederek bu yazıyı şimdilik bitirebiliriz. Niçin ansiklopedideki Efgani, Seyyid Kutup, Mevdu­di, Muhammed İkbal, Reşid Rıza, Humeyni... maddeleri diyelim ki Ahmet Hamdi Akseki, Elmalılı Hamdi Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen, Babanzâde Ahmet Naim, Ahmet Avni Konuk... maddelerinden daha uzun yahut daha vasıflıdır acaba?10 DİA dünyaya, İslâm dünyasına nereden bakıyor dersiniz? İran’da, Turan’da, Mısır’da buna benzer bir şey olabilir mi?
 
Niçin?
 
________________________________________________________________________________________________________________________
 
 
Kaynak: Dergâh Dergisi 353. sayısında (Temmuz-2019)
 
 
 
■ Dipnotlar:
 
1. Bu konuda bazı temaslar ve işaretler için bk. İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm 2, İstanbul, Dergâh Yay., 2016, s. 447-56.
 
2. “Diyanet’te, Diyanet Vakfı’nda olup bitenleri inceli­yorum günlerdir. Türkiye Diyanet Vakfı ile Tercüman gazetesi yazarı Ergun Göze arasında 23. 12. 1980 tari­hinde Büyük İslâm Ansiklopedisi sözleşmesi imzalanır. Sözleşme 14 madde. Ergun Göze baş redaktör olarak gö­revlendirilir. Sözleşmenin onuncu maddesine göre Ergun Göze iki türlü ücret alacaktır. a) Son redaksiyon ücreti, b) Yüzde beş telif ücreti (yüzde 5 x cilt x fiyatı x tirajı). 18. 5. 1981 tarihli ek sözleşme ile Ergun Göze’ye altı yıl süreyi aşmamak üzere altmış bin lira aylık bağlanması sağlanır. (...) Ansiklopedi hazırlanamayıp ortada kaldığı için Ergun Göze ‘telif ücreti’ almamış, ancak Göze’ye 1982 Nisan ayında 16 milyon 99 TL avans ödenmiş. (...) Tayyar Altıkulaç, bu haftaki Yankı’ya [verdiği] deme­cinde ‘hiçbir yolsuzluk olmamıştır’ diyor (...)”. Mustafa Ekmekçi, “Altıkulaç’ın kulaçları...”, Cumhuriyet, 25 Nisan 1984.
 
3. Ergun Göze, Yaşasın Hatıralar, İstanbul, Kubbealtı Yay., 2007, s. 165; Tayyar Altıkulaç, Zorlukları Aşarken, 3. bs., Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2016, III, 1138.
 
4. Göze, age, s. 163-64.
 
5. Altıkulaç, age, III, 1132.
 
6. Ergun Göze hatıralarında bu başarısızlığı ve gelen tenkit­leri şu cümlelerle geçiştirmeye   çalışıyor: “Ankara sabır­sızlanıyordu. Kendilerine bir maket fasikül gönderdim. Belirttim ki bu makettir yani tashihi yapılmadığı gibi doldurmaları da vardır, sadece şekil gösterilmiştir (...)”. Göze, age, s. 165. Bu bilgiler tam doğruyu yansıtmıyor, çünkü fasikül sadece Ankara’ya, vakıf merkezine değil, ben dahil ilgili birçok kişiye gönderiliyor.  Göze aynı satırların devamında cesaretini toplayıp DİA’yı tenkit etmekten de geri kalmıyor, 2000’li yılla­rın ortalarındayız: “[Şimdi] İslâm Ansiklopedisi çıkıyor ve henüz tamamlanmadı. Bu benim rüyasını gördüğüm ansiklopedi değildir. Bir bilgi yığınıdır. Mimarisi yoktur. Yönü yoktur”.
 
7. Bugüne kadar DİA için kaydadeğer tenkit ve değerlendir­me metinlerinin kaleme alınmamış olması Türkiye’deki ilim ve fikir hayatının durumuna dair açık göstergelerden biri olmalıdır. Bildiğim tek istisna Şükrü Hanioğlu’na ait ve kendi sınırları içinde güzel bir gazete köşe yazısıdır: “Müslümanlar İslâmı akademik olarak değerlendirebilir mi?”, Sabah, 2 Şubat 2014. Yazının önemli cümleleri arasında şunlar da var: “Bu temel eserin önemi sadece onun içeriğinden kaynaklanmamaktadır. Bu ansiklopedi bir kaynak eser olmanın yanı sıra Oryantalizmin aka­demik dünyada ‘İslâmiyet’ üzerine tesis etmiş olduğu ve ‘Müslümanların İslâmı akademik düzeyde objektif olarak değerlendiremeyecekleri’ düşünsel arka planına dayalı entelektüel egemenliğinin sona erişinin önemli kilometre taşlarından birisini de oluşturmaktadır”.  Nihat Çetin hocanın DİA’nın ilk cildinin çıkması üzerine kurumun müdürüne yazdığı ve daha ziyade İA tecrübe­sine yer verdiği uzun mektubu da kaydedilmeli: Nihat Çetin, “Eski bir mektup”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl: 32, sayı: 1, Ocak 2003.
 
8. Haşiye: Bilebildiğimiz kadarıyla bu kıymetli atasözü aslında müsbet bir şeye, olması gerekene, olabileceğe vurguda bulunur. Zaten kervan/iş fikirde bir nizama sahip olsa da fiiliyatta yola koyulmadan tam düzene girmez. Fakat unsurların olmadığı/kalmadığı yeni dünyamızda atasözü de zemin ve anlam kayıplarına uğrayarak olma­yacak işlere, düzensizliğe, başıboşluğa, menfiliğe işaret eder hâle gelmiştir.
 
9. Bu konuda iki “kurucu” hocanın problemli yaklaşımları için bk. İsmail Kara, İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz-Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not, İstanbul, Dergâh Yay., 2011, s. 66-79.  Süleyman Uludağ, Nihat Hayri Azamat ve Mustafa Kara ansiklopedinin tasavvuf ve tarikatlar tarihi alanıyla doğ­rudan ilgilenen etkili isimler olmasalardı muhtemelen ansiklopedinin bu sahadaki maddeleri de Yeni Selefi din anlayışı sebebiyle çok sınırlı ve zayıf kalacak, belki de sadece tenkit ve red merkezli olacaktı.
 
10. Bunun herhâlde tek bir istisnası var; “Said Nursi” mad­desi, o da tahmin edileceği üzere maddenin yazıldığı ve yayınlandığı konjonktürle alakalı.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.