Üretim ideolojisinin bakiyesi: Yorgun tükenmiş insanlık
Follow @dusuncemektebi2
Bütün başarısı , egoizmi körükleyen bir yeniden bölüşümcülük, bürokratik düzenlilik ve rutinleşme olan üretim ideolojisi bir devirde kasırga gibi esti. Gerisinde her defâsında yorgun, bıkkın ve yaşlı nüfusları bırakarak , İngiltere’den ABD’ye; oradan Almanya, Fransa ve Japonya’ya; oradan da Güney Kore, Tayvan’a ve nihâyet Çin’e yerleşti.
Ä°nsanlığın, kendi çevrimlerini doÄŸurarak binlerce sene süren modernlik öncesi hayâtı alabildiÄŸine iddiasızdı. Kıt kanaât geçinmek esastı. Evet, artık deÄŸer târihi baÅŸlamıştı. Zenginliklerin dağılımı eÅŸitsizdi. Azınlıklar çok zengin , çoÄŸunluklar çok fakirdi. Kölecilikten bahsetmiyorum bile. Ama “adâlet”in merkezî deÄŸer olduÄŸu kadim topluluklarda , en azından tüketim seviyesinde zenginler zenginliklerinin tasarruf ederken, ihtiÅŸâmı, tantanayı gizlemeye, dışarıya sızdırmamaya dikkât ederlerdi. Kaldı ki, bâzen düÅŸünürüm; orta zamanlarda zengin , hattâ Kârun misâli zengin olan birisi , zenginliÄŸinin tadını nerede, ne kadar çıkarabilirdi acaba? OrtaçaÄŸ kültür târihini anlatan kitaplar, mesela Avrupa’da yerleÅŸik bir toprak soylusunun sâhibi olduÄŸu o ÅŸatoda geçireceÄŸi hayatın pek de konforlu olmadığını izhâr ediyor. Hâsılı pek de imrenilecek bir hayât deÄŸil onlarınkisi. Bir kere ısınma gibi temel bir meseleleri dâima var. Gece bastırdığı zaman o kasveti dağıtacak aydınlanma imkânları da sınırlı. Haydi gündüz, av gibi oyalanacak bir ÅŸeyler buluyorlardı belki. Ama o uzun gecelerde yapılabilecek ÅŸey çok azdı.. Evet T.Veblen’in ÅŸu tespiti doÄŸrudur: Geleneksel hayâtın seçkinleri “boÅŸ zamân”ın sâhibidirler. Bu onların ayrıcalığıdır ve onlara özenen koca bir insanlık vardır. O kadar ki; “medeniyet”in en uç idealinden birisi, tekmil insanlığı boÅŸ zaman sâhibi kılmaktır. BoÅŸ zamânın nasıl tasarruf edileceÄŸi ,meselâ Engels’in Anti-Dühring’de yazdığı (umduÄŸu) gibi zihni ve rûhî ÅŸubelerinin geliÅŸimine hasredileceÄŸi kesin ve mutlak deÄŸildir. Bu ihtimâl dâhilinde olduÄŸu kadar lümpenleÅŸme de öyledir. Ama bence mesele de bu deÄŸildir. Temel meselenin neticelerden ziyâde mâliyetlerle alâkalı olduÄŸunu düÅŸünürüm. BoÅŸ zamânın bir bedeli olduÄŸu çok defâ ihmâl edilir. Bu bedel “can sıkıntısı”dır. Can sıkıntısının, en baÅŸta da geleneksel hayatların artığını çeken, kaymağını yiyen seçkinleri için çok temel bir duygu olduÄŸunu düÅŸünürüm. Toprakla boÄŸuÅŸan çilekeÅŸ büyük kitleler için can sıkıntısı, tabiatın verdirdiÄŸi molalar dışında pek de tecrübe edebilecekleri bir ÅŸey deÄŸildir. Åžehirlerde tutunan artizanâl zümreler ise , çok defâ iÅŸleri ağırdan alarak bir denge kurmayı seçerlerdi.
Hâsılı ,Braudel’in “uzun zamanlar” olarak kavramsallaÅŸtırdığı târihlerde , âsudelik , âÅŸinalık, ve iddiasızlık ve can sıkıntısının hâkim olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Hayât sevincinin kültürel kaynakları mevcût olmasına raÄŸmen , eski zamanlarda insanlığın üzerine “ölü toprağı” serpilmiÅŸ gibidir. Bu benzetmenin, modern insanın geçmiÅŸe gömmek istediÄŸi bir dünyâ için müracaat ettiÄŸi bir ifâde olması ÅŸaşırtıcı olmasa gerekir. “Ölümseverlik “ ve “hayatseverlik” arasındaki temel ayırımı hatırlayalım. Modern insan, eskinin kültürünü dışlarken veyâ terslerken yapardı bu ayırımı.
Anladığım kadarıyla modernliÄŸin târihi , “fırsat” ile “kışkırtılmanın” çakışıp tutuÅŸturduÄŸu bir târih olarak tecesüm etti. En azından modernliÄŸin doÄŸurduÄŸu algı budur. Fırsatları gören “akıl” ve onu takip edip gereklerini yerine getiren bir “pratik” modern hayâtın üzerine binâ edildiÄŸi iki sütundur. Süreci kışkırtıcı kılan ise sunduÄŸu “refah” ödülüdür. BaÅŸlangıçta bu bir üretim ideolojisidir. UÄŸruna ağır bedeller ödenen bir ideolojidir bu. Sert bir disiplini de mecbûrî kılmıştır. Huzur kaçıran , derin yabancılaÅŸmaların yaÅŸandığı üretim sürecinden asla vazgeçilmemiÅŸ olmasını, bir taraftan sürecin nesnelliÄŸine diÄŸer taraftan da kışkırtmanın hâkimiyetine baÄŸlıyorum. Makinaların diÅŸlileri arasında bunalırken bile, insan zihninde bu çilenin geçici olduÄŸuna, nihayette refah ödülüne ulaşılacağına dâir saf bir beklenti vardır. Makina kırıcıların eylemlerini arkaik hatta grotesk kılan da buydu. (Hâlbuki , eylemleri ikonaklastlardan mülhem görülüp küçümsense de sürecin insan fıtratına aykırılığını gören Luddistlerdi). Üretim ideolojileri, her çeÅŸidiyle bu saflığı alabildiÄŸine sömürmüÅŸlerdir. Çalışmanın hem bir dinsel gereklilik(çile) hem de erdemine yapılan vurgu bunu gösteriyor.
Bütün baÅŸarısı , egoizmi körükleyen bir yeniden bölüÅŸümcülük, bürokratik düzenlilik ve rutinleÅŸme olan üretim ideolojisi bir devirde kasırga gibi esti. Gerisinde her defâsında yorgun, bıkkın ve yaÅŸlı nüfusları bırakarak , Ä°ngiltere’den ABD’ye; oradan Almanya, Fransa ve Japonya’ya; oradan da Güney Kore, Tayvan’a ve nihâyet Çin’e yerleÅŸti. Bu kasırganın her zamanki istikâmeti genç ve aç nüfusların yaÅŸadığı yerlerdir. Üretim toplumları mutsuzluk üretip çözülürken, refahı ucuzlatacak ve kolay elde edilebilir hâle getirecek yeni bir çılgınlık üretildi. Üretim toplumu ile tüketim toplumu arasındaki fark; ilkinde refahın emekli ve bedelli, diÄŸerinde ise kolay borçlanmalarla sanal seviyede emeksiz ve bedelsiz olarak târif görmesidir. Åžu aralar onun buhranlarını yaşıyoruz. Bu hususlarda daha çok ÅŸey yazılabilir. Ama demem o ki, gerek üretim gerek tüketim üzerinden modern tecrübe “fıtrata aykırıdır”. Ne yapılmalı? Bu soruya cevap arıyor deÄŸilim. Ama arayanlara tavsiyem , târihsel tecrübeleri deÄŸerlendirirken “fıtrata aykırılık “ meselesine dikkât ve ihtimam göstermeleri olabilir..
Kaynak: YeniÅŸafak
Henüz yorum yapılmamış.