İbrahim Tenekeci'nin kaleminden: Dilinden yakılmak
Follow @dusuncemektebi2
Yazımıza Adem Özköse'nin şahitliğiyle başlayalım: “Bir ölünün yakılması yaklaşık üç saat sürerken, ölüyü yakma görevi ailenin en büyük erkek çocuğuna düşüyor. Hindular ölülerini yakmaya ağızdan başlıyorlar. Çünkü Hindu inancına göre, insan, hayatta en fazla günahı ağzıyla (diliyle) işliyor.” (Seyyah, Pınar Yayınları, sayfa 43)
Bu cümlelerle karşılaşır karşılaşmaz, Marifetname'ye bakma ihtiyacı hissettim. Orada, maddeler halinde, uzuvların, yani kulağın, gözün, dilin, elin, karnın, ayağın afetleri var. En uzun liste, hakikaten, dile ait: İki dilli olmak, alay, yalan, gıybet, çekişmek, sövmek, kovuculuk, sırrın ifşası, kötülüğe şefaat eylemek, Müslümana beddua etmek, fazla konuşmak… Uzayıp gidiyor. (Sayfa 1291, 92, 93) Böylece, dilini tutmak ile kendini bilmek arasında hiçbir fark olmadığını görüyoruz.
O halde, 'dili doğru kullanmak' bahsi, sadece imla kurallarını değil, onu, kötü işlerimize alet etmemeyi de kapsıyor. Her parçamız bize emanetse eğer, onları korumak da vazifelerimiz arasına giriyor.
Atalar sözümüz, 'dille düğümlenen, dişle çözülemez' diyor. Aynı kaynaktan bir uyarı daha: 'Eden kurtulmuş, diyen kurtulamamış.' Dil, işte böyle bir şey! Öyle ki, elinizle yaptığınız bir iyiliği, dilinizle ziyan edebilirsiniz.
Birbirimizi çok kolay incittiğimiz, dilimizi kesici alet gibi kullandığımız, sözümüzü büyüklerden bile sakınmadığımız günlere geldik. Sosyal medyayı da unutmayalım. Çünkü orada, yazmıyor, adeta konuşuyoruz. Anlık tepkilerle birlikte.
Deniliyor ki, 'düşünmeden konuşmak, nişan almadan atış yapmaya benzer.' Sözünüzün nereye gideceğini, kime dokunacağını bilemezsiniz. Kör kurşundan ilhamla, kör söz. Ortalık bunlarla dolu.
Yazmıştık, yine yazalım: İyilik sessiz ilerler, kötülük ise bağırıp çağırarak. Konumuza uyarlarsak; bir insanın arkasından yüz kez güzel konuşun, tatlı sözler söyleyin, kulağına gitmez. Buna karşılık, ağzınızdan olumsuz bir söz çıktığı / kaçtığı zaman, latife bile olsa, hemen kendisine ulaşır, ulaştırılır. O andan itibaren ilişkinin iklimi değişir. Gerçi iyilik de böyledir. Yüz gün iyilik yapın ve bir gün yapmayın, yapamayın. Görün bakalım, neler oluyor?
Konuyu dağıtmayalım. Son zamanlarda, sanki, söz söylemenin değil, lâf yetiştirmenin telaşı içindeyiz. Söz ile lâf arasındaki fark, dil ve çene gibidir. Konuşmak, çene çalmak. İkisi aynı şey midir? Hayır.
Yine, 'elinden gelmeyenin dilinden gelir' sözünün yıkıcı sonuçlarına çok sık maruz kalıyoruz. Tesellimiz bellidir ve şudur: Fesadın işi kesat gider.
Çoğu zaman, susmak, konuşmaktan daha kıymetlidir, hayırlıdır. Söz bitebilir, fakat sükût hiç bitmez. Çünkü o, dünyanın en uzun cümlesidir. (Nuri Pakdil)
Sıkıntılı durumlarda, konuştukça, meseleyi daha karışık hale getirebiliriz. İşin içinden çıkmamız zorlaşır. Böyle zamanlarda, en korunaklı yer, 'susmanın kalesi'dir. Oraya sığınmalıyız.
Bir de bu: Bazen haklı bile olsanız, derdinizi / kendinizi anlatamazsınız. Anlamazlar. Çözüm yine aynı: Sükût.
Sahibini hatırlamıyorum. Sözümüz şu: 'Konuşmak ihtiyaç olabilir, fakat susmak sanattır.' Bunu da bir kenara not edelim.
Evet. Her daim susalım demiyorum, dikkatli konuşalım diyorum. Dilimiz, kalbimizin ve aklımızın önüne geçmesin. Konuşmalarımız fitneye, kötülüğe, küskünlüğe neden olmasın. Unutmayalım ki, bir gönlü üzen, sadece bir insanı incitmiş sayılmaz.
'İstediğini söyleyen, istemediğini işitir.'
Son sözümüz bu olsun.
Kaynak: Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.