Osman Nuri Topbaş: Teknolojinin getirdikleri ve götürdükleri
Follow @dusuncemektebi2
Gençlerimizin önemli bir kısmı, sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanıyorlar. Burada, genelde teknoloji, özelde internetten istifade ederken, sizin sıkça kullandığınız ifadeyle, “internetin çıkmaz sokaklarında kaybolmamak” ve istikâmetimizi şaşırmamak için, dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?
Günümüzde demirin, mâdenlerin ve teknolojinin terakkîsi medeniyet zannediliyor. Hâlbuki medeniyet, insânî değerlerle olur. Teknik ve teknolojik terakkîler ise, insan meziyetlerini geliştirmemiş, bilâkis insanın fıtratını değiştirmiştir. Yani fıtratı menfî yönde değiştirmiştir, tıpkı hormonlu meyveler ve sebzeler gibi…
Sanayinin, teknolojinin gelişmesinin neticesi ne oldu?
-İnsanları hodgâmlaştırdı, bencilleştirdi. Sadece kendini düşünür hâle geldi insanlar.
-Âhireti unuttular.
-Hayâ, iffet, güzel ahlâk, mahremiyet gibi haslet ve husûsiyetler zayıfladı.
Meselâ internet, teknolojinin getirdiği bir netice. Bir müslüman, lüks bir mekânda yemek yediği aile sofrasının resmini, internette neşrediyor!
“‒Ne yapıyorsun?” dediğinizde:
“‒Ben bunu bir arkadaşıma gönderdim.” diyor.
Belki o arkadaşı muhtaç durumda. Onu özendiriyor, ihtirâsı körüklüyor.
Sonra o resim sırf arkadaşına da gitmiyor. Birçok yere dağılmış oluyor. Mahremiyet ihlâl ediliyor.
Diğer taraftan, yine bu global kültür istilâsının neticesinde, hanımlık deşifre edildi. Hürriyet, eşitlik diye hanımlar kandırıldı, tâcize açık hâle getirildi. Hâlbuki hanım, âilesinin sultânıdır.
Diğer bir husus; düğünlerde değerlerimiz kayboldu:
‒Şa’şaa, debdebe, israf ve gövde gösterisi,
‒Fakirlerin, gariplerin davet edilmemesi (sanki bir “kast sistemi”),
‒Mahremiyetlere dikkat edilmemesi…
Bu da ayrı bir kaybımız oldu. Bu da teknolojiyle daha hızlı yayılma imkânı bulan global kültür istilâsının, mânevî değerlerde meydana getirdiği ayrı bir kayıp.
Yemek âdâbında değerlerimiz kayboldu:
Meselâ yabancı sofralarda, çatal-bıçak nasıl konuluyorsa, sofralarda o şekilde bir düzenleme başladı.
Gıdalar vitrine edilmeye başladı. Hâlbuki birçok mahrumun gözleri-gönülleri o gıdalarda takılı kalıyor. O gıda, yiyene gaflet ve kasvet veriyor.
Bizim çocukluğumuzda-gençliğimizde de, İstanbul’da lüks lokantalar vardı, “Konya Lezzet” gibi. Fakat vitrininde bir perde vardı, içerisi gözükmezdi. Örften gelen, böyle güzel hassasiyetler vardı.
O zamanlar evlerde fırınlar yoktu. Odun yakılırdı bahçelerde, yemek öyle pişirilirdi. Börekler, baklavalar, bir sofra beziyle üstü örtülerek mahallenin fırınına gönderilirdi. Sonra da:
“‒Aman evlâdım; kokusu gider, canı çeker, muhakkak fırıncıya da biraz ver.” denilirdi.
O zaman fileler de yoktu, içini göstermeyen torbalar vardı. Pazar alışverişinde;
“‒Aman bu sebzelerde, meyvelerde bir muhtacın gözü takılı olarak bize gelmesin.” denilirdi.
Hele hele bugünkü gibi dışarıda dönerler, kebaplar, vesâireler, mahrumların gözleri takılı olan yiyecekler yoktu. Bunlar maalesef zamanla yayıldı.
Meselâ -ben İstanbul’u kastediyorum- neredeyse mutfak kalmadı evlerde. Lokantalar mutfak oldu. Motosikletlerle evlere yemekler taşınıyor.
Hâlbuki yemeğin bir maddî lezzet tarafı vardır, bir de mânevî lezzet tarafı vardır. Onu abdestli olarak, besmeleyle, kelime-i tevhid ve tefekkürle pişirmek, yiyenlere feyz ve şifâ vesîlesi olur. Şimdi ise o yemeği kim pişirdi, ne ile pişirdi, nasıl pişirdi, meçhul!..
Yemeği yerken de besmeleyle başlamak, nîmetin asıl sahibini unutmadan yiyip hamdele ile bitirmek gerekir ki o gıda, feyz, rûhâniyet ve şifâya vesîle olsun.
Maalesef bunlar zaman içinde kaybedilen değerler oldu.
Kılık-kıyâfet değerleri kayboldu:
Dar, sıhhate aykırı, şahsiyete uyumsuz kıyafetler geldi. Kadın-erkek şahsiyeti birbirine karıştı. Yabancı özentisi arttı. Çocuklar hevesini alsın diye, birçok nâhoş şeyler hoş görüldü. Tesettür hassâsiyetinde aşınmalar meydana geldi.
Aile münâsebetleri değişti:
Eskiden -yani bizim gençliğimizde- hanımlar kendilerine uygun yerlerde çalışırlardı: Kadın doktorluğu, terzilik, kız mektepleri, sadece hanımların girip çıkabildiği üniteler, Kız Kur’ân Kursları vs… Yani kendilerine uygun mesleklerde çalışırlardı.
Âile ve ev ihmâl edilmezdi. Bugün ise ihmâl ediliyor. Tabi hepsini kastetmiyorum ama çocuklar, televizyonun, internetin, modaların, reklâmların çocuğu oluyor. Onlardan haz duymaya başlıyorlar. Bu haz duyma neticesinde, anneden-babadan haz duyma, onları örnek alma bitiyor. Tabi bu da toplumda büyük bir mânevî erozyona sebep oluyor.
Mahalle kültürü kayboldu:
Mahallede herkes birbirinin teminatıydı. Bilhassa yetim ve dula tam mânâsıyla sahip çıkılırdı. Yetim kızın çeyizi o mahallede hazırlanırdı.
Zengin-fakir, aynı mahallede otururdu. Zengin-fakir arasında bir “kast sistemi” yoktu. Bir arada, kardeşçe yaşanırdı.
Kanaat ve iktisat vardı. Sadelik ve vakar vardı.
Yüksek bir nezâket vardı. Hattâ akıl-sinir hastalarına bile “deli” denmez, “muhterem âcizler” denirdi.
Bugün bu nezâket, zarâfet, ince düşünce kayboldu. Meselâ düğünlerde görüyoruz, maytaplar, havâî fişekler atılıyor. O civarda bir hasta mı var, muzdarip mi var, yası-mâtemi olan kederli bir insan mı var?.. Maalesef hiçbiri düşünülmüyor.
Modalar revaç buldu:
Modalar, insanı âdeta robotlaştırdı. Şahsiyet eksikliğini maddiyatla tamamlama gayreti doğdu. Yani şahsiyet zaafını, modalarla, giyim-kuşamla telâfi etme yoluna gidildi.
Bu gösteriş, tüketim çılgınlığı, oburluk ve israf, İslâm’ın tanımadığı bir hayat tarzıdır.
Modalar sebebiyle Allâh’ın gazap ettiği kimselerle şeklî ve zâhirî benzerlikler artmaya başladı.
Tabi bu da nedir? Fâtiha Sûresi’ndeki;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.” (el-Fâtiha, 7) âyetinin muhtevasına muhâlefet etmektir.
Zira gazaba uğramış ve sapmış olanlara benzemek, -Allah korusun- onlardan olmaktır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ
“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
Dolayısıyla “toplumda herkes böyle yapıyor, uydum kalabalığa” anlayışı bizim ölçümüz olamaz. Bizim ölçümüz, Rasûlullah Efendimiz’dir, ashâb-ı kirâmdır, İslâm büyükleridir.
Kapitalist dünya; tüketimi artırmak, daha çok mal satabilmek, daha fazla para kazanmak için birtakım günler îcâd etti:
Hâlbuki doğum günü, anneler günü, babalar günü vs. kapitalist Batı’nın toplumları israfa sürüklemek için uydurduğu şeylerdir.
Hediyeleşmek elbette sünnettir; Cuma, kandil, bayram gibi bize ait vesîlelerle, israfa kaçmadan hediyeleşmekte hiçbir mahzur yoktur, bilâkis rahmet, bereket ve muhabbet vesîlesidir.
Kapitalist Batı ise, mal satmak için senede bir günü “anneler, babalar günü” olarak ihdâs etti. Mânevî değerlerden uzaklaşan toplumlar da senede bir gün kıymet bilerek vicdan rahatlatmayı kâfî görmeye başladı.
Hâlbuki her gün anneler-babalar günüdür. Bir müslüman, her fırsatta anne-babasının hâl ve hatırını sormalı, elini öpmeli, duâsını almalı, ziyaret etmelidir. Hattâ anne-babası vefât ettikten sonra bile onlara vefakâr olmalı, onlar nâmına hayır-hasenatta bulunup duâlar ederek ruhlarını şâd etmeli, onlara bir “sadaka-yı câriye” olmaya gayret etmelidir.
Yine kapitalist Batı, toplumları daha da sömürebilmek için bir “sevgililer günü” îcât etti. Bu nasıl bir sevgidir, onu da anlamak mümkün değil!..
Gerçek muhabbet, muhabbetullâh’a basamak olandır. Aşk ve muhabbet, rûhun rûha meclûbiyetidir. Bedenin bedene meclûbiyeti ise aşk değil, şehvettir.
Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:
“İnsaf et; aşk iyi bir şeydir. Onu zedeleyen ise senin kötü huylarındır. Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesâfe var!
İlâhî aşk, mü’mini uyanık tutar. Dünyevî ve şehevî aşklar ise insanı ahmak ve sersem eder.”
Gerçek sevginin kaynağı, “el-Vedûd” olan Cenâb-ı Hak’tır. Gerçek bir mü’min de Yaratan’ından ötürü bütün mahlûkâta muhabbetle nazar kılar. Bunu da bir gün değil, her gün yapar.
Yine tekniğin ilerlemesiyle resim ve fotoğraf düşkünlüğü revaç buldu. Hattâ râbıta adı altında mânevî hayata kadar sirâyet etti. Hâlbuki resimle râbıta olmaz. Râbıta; muhabbeti taze tutmaktır, bir gönül beraberliğidir, o kadar! Bundan daha öteye götürülemez. Râbıta, muhabbet hududunda kalmalıdır. Bu hududun aşılması -Allah korusun- şirke kapı açmaktır. Tevhid akîdesinin de hiçbir şekilde ortaklığa tahammülü yoktur.
Bir annenin evlâdına muhabbeti de râbıtadır, sefih bir insanın içkiye-kumara muhabbeti de râbıtadır. Bir müslümanın râbıtası ise Rasûlullah Efendimiz’e, sâlih insanlara karşı yüreğinde duyduğu muhabbetidir, bağlılık ve sadâkatidir. Râbıta bundan ibarettir.
Resme bakmakla râbıta olmaz. Üstelik resim, mânâyı sınırlayıp belli bir kalıpta hapsetmektir. Putçuluk da bundan doğmuştur. Sahâbî, ressamlara birbirinin resimlerini çizdirip râbıta yapmadı.
Bizim medeniyetimizde sâlih zâtlar resimle değil, ahlâkî vasıflarla, menkıbelerle hatırlanır. Meselâ Hazret-i Ömer denilince, biz onun adâletini, celâdetini, fârukıyyetini hatırlarız. Kaşını, gözünü, boyunu, posunu değil!..
Maalesef böyle yanlışlıklar ve bid’atler de hayatımıza girdi. Günümüzde internet vesîlesiyle de muazzam bir yayılma alanı buldu…
Peki, bunlara ne gibi tedbirler almalıyız?
‒Örf-âdet ve devrin alışkanlıklarını dâimâ İslâmî prensiplerle değerlendirmeliyiz.
‒Teknolojinin getirdiği imkânların, iki uçlu bir bıçak gibi, hayra da şerre de kullanılabileceğini unutmamalıyız.
‒Hayatın her safhasında, bilhassa bilgisayar, cep telefonu, tablet başında, sosyal medyayı kullanırken de “takvâ” hassâsiyetini gözetmemiz gerektiğini, hatırımızdan çıkarmamalıyız. Her nîmet gibi bunların da uhrevî mes’ûliyeti bulunduğunu sık sık düşünmeliyiz.
Ayrıca İmâm Şâfiî’nin şu nasihatini kendimize her hususta düstur edinmeliyiz:
“Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder!”
Henüz yorum yapılmamış.