Sosyal Medya

Müslümanların Kudüs'e saygısı bize çok şey öğretecek

İsrail’in Kudüs’ün tamamını işgal etmesi veya onu başkent yapması ona sahip olduğu anlamına gelmiyor. Zira Kudüs’ün kutsallığı onu zorla elde edenin kazanabileceği bir ödül değildir. O ancak, doğrulukla ve adaletle muamele edenlere verilen bir lütuftur. Munise Şimşek, Karen Armstrog'un 'Kutsal Şehir Kudüs' başlıklı makalesine dair yazdı.



Karen Armstrog'un 'Kutsal Şehir Kudüs' başlıklı makalesine göz attığımızda; İsrail’in Kudüs’ün tamamını işgal etmesi veya onu başkent yapması ona sahip olduğu anlamına gelmiyor. Zira Kudüs’ün kutsallığı onu zorla elde edenin kazanabileceği bir ödül değildir. O ancak, doğrulukla ve adaletle muamele edenlere verilen bir lütuftur.
 
Nekbe’nin 70. yıl dönümünde ABD’nin, İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı günlerden geçiyoruz. Boğazımızda düğümlenmiş acı bir yumru, ağzımızda buruk bir tat… İzliyoruz.
 
İzlemekten daha fazlasını yapmak ve yaramızı daha fazla kanatmak adına dinler tarihi uzmanı Karen Armstrong’un 2 Eylül 1997 tarihinde Londra’da düzenlenen 1. Uluslararası Akademik Beytülmakdis Sempozyumu’nun açılışında sunduğu tebliğe gidelim. “Kutsal Şehir Kudüs” başlığını taşıyan tebliğ Derin Tarih dergisinin Kudüs özel sayısında ek kitapçık olarak verilmiş (Peygamber Kokulu Şehir Kudüs, sayı 10, Kasım 2017).
 
Yazar önemli bir sorgulamayla başlıyor söze: “Modern dünyada yaşayan pek çok insan için, kutsal şehir fikrinin kendisi bir çelişkiyle malul. Biz modern insanların gözünde şehir; Tanrı’nın elini eteğini çektiği, kalabalık, gürültülü, kirli, bir sürü yalnız, çevresine yabancılaşmış, şiddetin ve suçun pençesinde çırpınan insanlarla dolu bir yer. O halde kutsallıktan bu denli uzak pek çok durum ve eylemi bünyesinde barındıran böylesi bir yer, nasıl kutsal addedilebilir?”
 
Kudüs kim için neden kutsal?
 
İnsanlar ilahî olanı neden kutsal şehirlerde arıyor? Ya da Kudüs’ün kendileri için kutsal olduğunu söylediklerinde ne demek istiyorlar? Makalenin belkemiğini oluşturan bu sorular Armstrong tarafından çarpıcı bir şekilde cevaplanmış.
 
Arsmtrong’a göre kutsal yerlerin çoğunlukla geçmişte yaşanmış önemli olaylarla bağdaştırıldığı doğrudur. Fakat kutsal bir mekâna duyulan bağlılık, bu tanımın çok daha ilerisine gitmektedir. “Kudüs örneğine baktığımızda, Hıristiyanlık açısından bu mantığın doğru olduğunu teyit edebiliyoruz, zira burası İsa’nın ölüp göğe yükseldiğine inanılan yer. Bununla birlikte Yahudilik açısından böyle bir durum olmadığını görüyoruz. Kudüs Tevrat’ta, yani Tanah’ın en önemli ilk beş kutsal kitabında açıkça geçmediği gibi, Hz. Musa’nın Mısır’dan Çıkışı ile bağlantılı olayların hiçbiri de burada geçmiyor. Yahudiler niçin Tanrı’nın Hz. Musa’ya 10 Emri verdiği ve kendisini seçilmiş insanlara adadığı Sina Dağı’nı değil de, Kudüs’teki Siyon Dağı’nı daha kutsal kabul eder? Veya dinî geleneğin en önemli olayları Arabistan’da, yani Müslümanlar için dünyanın en kutsal iki şehri olan Mekke ve Medine’de gerçekleşmiş olmasına rağmen, Müslümanlar niçin Kudüs’ü kutsal kabul eder?”
 
 
Ayrıştırmak ve dışlamak Yahudiliğin özünde var
 
Yazara göre İbrahimî gelenekten gelen Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için Kudüs, kimliklerini tamamlayan bir yerdir. Her üç dinin mensupları da kutsal kabul edilen bu şehre geldiklerinde dünyevi kaygılara sırt çevirmiş olurlar. Yazara göre onlar varoluşun derinliklerinde yatan cereyanlarla burada buluşmuş, huzuru ve şifayı burada aramıştır. Yine burada bir anlığına da olsa zaman ve mekanı aşarak “Yüce” olana yaklaşıp ahenk ve birliğe ulaşırlar. Başlangıçta var olduğuna inanılan bütünlük haline geri dönme anlayışı, özellikle Müslümanların Kudüs’ün kutsiyetiyle ilgili deneyimlerinin önemli bir unsurunu meydana getirir.
 
Peki, Kudüs her üç din açısından kutsal ve kıymetliyse neden buna göre muamele görmemiş? Daima barış ve esenlik diyarı olması gerekirken neden katliamlara ve zulümlere sahne olmuş? Yahudiler ve Hıristiyanlar onun kutsallığına neden Müslümanlar kadar özen göstermemiş? Cevaplar için makaledeki yolculuğumuza devam edelim.
 
Karen Armstrong’a göre din, sadece tatmin edici deneyimlerden ibaret değildir. Aynı zamanda ahlakî bir boyutunun da olması gerekir. Aynı şey kutsal bir mekâna karşı duyulan bağlılık için de geçerlidir. Bu bağlamda yazar Kudüs’ün, var oluşundan itibaren, toplumsal adalet arayışıyla ayrılmaz bir şekilde özdeşleştiğine dikkat çekiyor. “Bu sebeple Tanah’ta peygamberler ve ilahî okuyucular, insanlara sıklıkla Beytülmakdis’in bir tseddeq (adalet) şehri olmadan şalom (barış ve huzur) şehri olamayacağını hatırlatır.”
 
Yahudiliğin özünde ayrıştırmak var yazara göre. Tabii buna göre de dışlamak: “İbranicede kutsal kelimesinin karşılığı, “ayrı” anlamına gelen kaddosh kelimesidir. Museviler bir şeyin kutsallığını, onu diğer şeylerden ayırarak yüceltirler. Sütü etten, Sebt gününü haftanın geri kalan günlerinden, Yahudileri Yahudi olmayanlardan ayırırlar. Benzer bir şekilde Beytülmakdis’in kutsallığı da, bir dizi kademeli ayrıştırmayla deneyimlenir.”
 
Mabed de bu zihniyetin tecessüm etmiş halidir. Dıştan içe doğru gidildikçe geçilen bölümlerin her biri bir öncekinden daha kutsaldır. Mabed kapısında öncelikle Yahudi olmayanlar ayrıştırılır. İkinci avlu kadınları geride bırakır. Dolayısıyla iç kısımdaki en kutsal yere çok az sayıda insan girebilir.
 
Hıristiyanların Kudüs’teki kanlı geçmişleri
 
Yazar, Hıristiyanların da Beytülmakdis’in kutsiyetine dair kendilerine has bir vizyonları olduğunu belirtiyor. “Miladi 4. yüzyıldan 7. yüzyılın başlarına kadar Kudüs’e egemen olmuş olan Bizanslı Hıristiyanlar, Yahudilerin şehirde sürekli ikamet etmelerine izin vermemişlerdi. Yahudilere yalnızca yılda bir kez, Tapınak Tepesi’ni ziyaret etme izni verilirdi. Eski mabedin kalıntıları, Museviliğin mağlubiyetini temsil etmek üzere yıkım yerinde bırakılmıştı. Bizans hegemonyasının son yıllarında Hıristiyanlar Tapınak Tepesi’ni şehrin çöplerinin toplandığı yer olarak kullanmıştı.
 
Batıdan gelen Hıristiyanlar ise çok daha katı ve vahşete dönüşen bir dışlama yolunu tercih etmişlerdi. Haçlılar 1099 yılında Kudüs’e girdiklerinde on binlerce Yahudi ve Müslümanı katletmişlerdi. Yazara göre bu olay, Kudüs’e sahip olmanın, burada yaşayanların eşit ölçüde kutsal olan haklarına duyulan saygıdan daha fazla kıymet gördüğü durumlarda yaşanabilecek felaketlerin çarpıcı bir örneğidir.
 
Sıra Müslümanların Kudüs’e bakışları ve buradaki tecrübelerine gelince makale şunlara dikkat çekiyor: “Museviliğin aksine İslam’da kutsal olanla dünyevî olan arasında keskin bir dikotomi yoktur. Müslümanlara göre her şeyin kaynağı Allah olduğundan, her şey iyidir. Ümmetin amacı insanla ilahî olan arasında, manevî olanla dünyevî olan arasındaki farklılıkları anlamsız kılacak bir ahengi yaratmaktır.”
 
 
Tevhidî bir sembol: Kudüs’e yönelmek
 
Yazara göre, Müslümanlar Kudüs’ü 638 yılında fethetseler de, burası en başından beri Müslümanlar için kutsal bir yerdi. Çünkü ilk kıbledir. Hz. Muhammed (sav) Mekke’de İslam’ı anlatmaya başladığında az sayıda mümine öğrettiği şeylerden biri, yüzlerini Kudüs’e dönerek namaz kılmak olmuştu. Müslümanlar Arabistan’ın eski pagan geleneklerine sırtını dönmüşlerdi. Dolayısıyla Beytülmakdis, Müslümanların geçmişle olan bağlarını kesmelerini gerekli kılan o sancılı yolculuğun önemli sembollerinden biriydi.
 
Kudüs’ün Müslümanlar için anlamını güçlendiren ikinci olay İsra ve Miraç mucizeleri olmuştur. Bu olay, Mekke’nin kutsallığıyla buradaki Mescid-i Aksa’nın kutsallığı arasında bir bağ kurmuş, dolayısıyla bu iki şehri Müslümanların zihninde bir daha ayrılmamak üzere birleştirmiştir. İki şehir arasındaki bu bağ, Mekke ile Kudüs’ün sonsuza kadar birleşeceği kıyamet gününde en açık şekilde ortaya çıkacaktır.
 
Yahudi ve Hıristiyanların kutsal mekânlarla olan ilişkisinin aksine, İslam’ın Beytülmakdis’e dair vizyonu dışlayıcı değildir. İsra ve Miraç olayı bu anlayışı en iyi şekilde yansıtır. Hz. Muhammed (sas) Beytülmakdis’te bütün peygamberler tarafından karşılanır. Hz. Ömer (ra) 638 yılında Kudüs’e girdiğinde aynı vizyonu benimsemişti. Museviler ve Hıristiyanların aksine Müslümanlar kendilerinden olmayanları bu şehrin kutsiyetinden uzaklaştırma yoluna gitmediler.
 
Sonsuzluğa uzanan mabed: Kubbetü’s-Sahra
 
Kubbetü’s-Sahra Emeviler döneminde inşa edilir. Halife Abdülmelik zamanında tamamlanan ve 691 yılına tarihlenen bu yapı İslam dünyasının ilk büyük mimari eseridir. Karen Armstrong bu mabedin Müslümanlar için ne ifade ettiğini şöyle anlatıyor:
 
“Kubbetü’s-Sahra’daki kaya ve dibindeki mağaranın dünyayı temsil ettiği söylenebilir, yani burası her şeyin ve ilahî arayışın başladığı yerdir. Kayanın etrafında sekiz kenarlı bir mabet yer alır. İslam inancına göre burası karenin sabitliğinden uzaklaşmanın ilk adımıdır. Dolayısıyla bütünlüğe, mükemmeliyete ve sonsuzluğa doğru yükselişin de başlangıcıdır. Bu yükseliş, kubbenin mükemmel dairesel şeklinde tekrarlanır. Sonradan İslamî mimarinin çok önemli bir unsuru haline gelen kubbenin kendisi, cennete yükselişin güçlü bir simgesidir. Fakat aynı zamanda tevhidin mükemmel dengesini de yansıtır. Göğün sonsuzluğuna doğru uzanan dış cephesi, iç cephesinin mükemmel bir kopyasıdır. Bu yapı ilahî ve insanî olanın, iç ve dış dünyaların aynı bütünün iki yarısı olarak birbirini tamamlamasını ifade eder. Mabedin renklerinin de bir anlamı vardır. İslamî sanatta gökyüzünün rengi olan mavi sonsuzluğu simgeler, altın sarısı ise bilgeliğin rengidir ki Kur’an’a göre insanların Tanrı’yı kavramaları ancak bilgi ile mümkündür.”
 
 
Müellif: Munise Şimşek / Dünyabizim web portali
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.