Mekke'nin Fethi ve fethin bize söyledikleri
Follow @dusuncemektebi2
Mekkeli önderler umutlarını seslendirdiler: “Senden hayır umuyoruz. Çünkü sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun.” Resul-i zîşân Efendimiz gülümsedi: “Ben de size Yusuf’un kardeşlerine söylediği gibi, ‘Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok’ (Yusuf suresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”
Müslümanlık nedir?” diye soranlar, “Peygamber Efendimizi öldürmek üzere evinden çıkan Ömer’le, iki saat sonra evine dönen Hz. Ömer arasındaki farka baksınlar! Öldürmek üzere evden çıkan Ömer gaddar, nefret dolu, öfke küpü, incitici, kırıcı, yıkıcı, sevgisiz, bencil biriydi. İki saat sonra evine dönen Hz. Ömer (ra) ise halim selim, sevgi dolu, pak yürekli, yumuşak başlı, karıncayı bile incitmekten korkacak kadar müşfik… İşte ikisi arasındaki fark, Müslümanlığın ta kendisiydi. Bizzat kendisi bu farkı şöyle vurguladı: “Biz önceden zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allah bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allah bizi zelîl ve her şeyden aşağı kılar.”
Müslümanların Ömer’le güçlenmesi müşrikleri daha beter telaşlandırmıştı. Bu gidişle dünyevî imkânları kaptıracağını düşünen Ebu Cehil ve yandaşları toplantı üstüne toplantı yapıp kesin çözüm bulmaya çalışıyorlardı. Son çare olarak akıllarına sürgün geldi: Peygamber Efendimizi göçe zorlayacak, onun ardı sıra Müslümanlar da gidecek ve rahat bir nefes alacaklardı. Resulullah’a (sas) iftiralar atarak, hakkında envai çeşit söylenti çıkararak bir nevi “algı operasyonu” yapmaya başladılar. Bir taraftan müminlere işkence yapıyor, ambargo uyguluyor; diğer taraftan da çocuklara para verip Efendimizi taşlatıyor, yoluna çukurlar açıyor, alay ediyorlardı. O sırada “hicret” emri geldi. Peygamberimiz, “Kendi rızamla seni asla terk etmezdim” dediği Mekke’yi emr-i İlâhî ile terk ediyordu.
Düşünün ki, o Son Peygamber’di. Ne çare ki, kalabalıklar Ebu Cehil’in yanındaydı. Büyük kitle hatanın, günahın, yanlışın yanında saf tutmuştu. Kalabalık olmanın her zaman haklı olmak mânâsına gelmediğine en büyük delillerden biri de budur. Muhteşem dostu Hz. Ebubekir (ra) tek yol arkadaşıydı. Birlikte Medine’nin yolunu tuttular. Fakat Ebu Cehil bu kadarla yetinmemiş, “Muhammed’i ölü ya da diri getirene” çeşitli çıkarlar vaat etmişti. Resulullah ve Hz. Ebubekir peşlerine takılanlardan kurtulmak için Sevr Mağarası’na saklanmak mecburiyetinde kaldılar. Takipçiler mağaranın ağzına kadar geldiler.
Ebu Cehil’in vaat ettiği çıkarlarla gözleri dönmüş halde mağaranın önünde konuşuyorlardı: “İçeride olabilirler mi?” “Yok canım, görmüyor musunuz örümcek ağı sapasağlam, üstelik güvercinler yumurtlamış. Bu mağaraya aylardır kimse girmediği çok belli.” Yine de Peygamber-i âlişanın yol arkadaşı Hz. Ebubekir’in gözlerinde bir endişe bulutlanıyordu. Bu durumu anında çözen Efendimiz, bir ayetle onu teselli etme ihtiyacını hissetti: “Korkma ey Ebubekir, Allah bizimledir!” Tesellinin kaynağı olarak o gün Sevr Mağarası’nda telâffuz edilen bu ifade, yaklaşık 1400 sene sonra geliyor, İslamın bin yıllık bayraktarı iken işgale uğrayan Türkiye’nin İstiklâl Marşı’nın ilk mısraına, ilk kelime olarak yerleşiyordu: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak…”
Türkiye aradığı manevî desteği o günlerde bile Sevr Mağarası’nda bulmuştu. Kendi yürek vuruşunu şanlı peygamberinin yürek ritmiyle bütünleyen şairin kaleme aldığı marşla kıpırdayan yorgun yürekler, Millî Mücadelemizi zafere götürdü. Peygamber yürekli olmanın işte böyle neticeleri oluyor! Sevr Mağarası’nda, “Korkma ey Ebubekir, Allah bizimledir!” sözünü duyan Hz. Ebubekir rahatladı. Biliyordu ki, “O söylüyorsa, doğrudur!” İki ebedî dost birlikte hicrete yürüdüler.
Bu asla bir kaçış değil, hem bir “yarış”, tam bir “varış”tı! Bu bir “hikmet” yürüyüşüydü. Bu yürüyüşün sonunda “devlet” vardı lakin bunu henüz kimse bilmiyordu. Hayatı sebeplerden ibaret sayıp “hikmet”i ıskalayanlar, sebepleri “sonuç” zannederler. Mekke müşrikleri de öyle zannediyorlardı. Ebu Cehil’in maddî imkânlardan kaynaklanan kudret ve kuvvetini sınırsız zannetme gafletine düşüyorlardı. Olup bitenleri “değişmez gerçek” sanıyor, “Peygamberlik iddia eden yetimi kovduk, artık geri dönemez” diye umutlanıp eğleniyorlardı. Görünen buydu ama hiçbir şey göründüğü gibi değildi.
Mekke fethe hazır
Doğduğu şehirden Medine’ye göçmek mecburiyetinde bırakılan sevgi deryası, Medine’de kısa zaman içinde toparlanıp yüreklerde büyük bir inkılâp gerçekleştirecek, hemen sonra kovulduğu şehri fethedecekti. Her şeyin akıl ve mantığın izahında olmadığını kavrayabilmek için bu hicreti “idrak” etmek gerekir. Mağlubiyet gibi gözüken bazı gelişmeler, kim bilir, belki de zafere giden en kestirme yolu açar.
Hicret Yesrib’de (Medine’nin önceki adı) noktalanıyordu. Efendimiz büyük bir sevinçle karşılandı. İdareyi eline aldı “Yesrib” adı zamanla “Medine” olarak değiştirildi. Bu aslında bir “medeniyet” vurgusuydu. Dokuz yılda hem bir medeniyet, hem de bir devlet inşa etti. Günü geldiğinde de Mekke üzerine yürüyecekti.
İslamiyet putların yerine “tevhid inancı”nı yerleştirmek için gönderilmişti. Hâlbuki “tevhid inancı”nın yeryüzündeki abidesi olan Kâbe, İslam güneşinin doğuşundan 20 yıl sonra bile putların işgali altındaydı. Kâbe’yi kurtarmak gerekiyordu. Resul-i zîşan Efendimiz, Hicretin 8. yılı, Ramazan’ın 10. günü (1 Ocak 630 Pazartesi) Mekke’yi fethetmek üzere Medine’den yola çıktı. Yolda kendisine katılanlarla birlikte ordu 12 bin kişiyi buluyordu. Mekke’ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesafede bulunan Merru’z-zahrân denilen yerde karargâh kuruldu. Yollar iyice tutulduğu için İslam ordusu Merru’z-zahrân’a gelinceye kadar Mekkeliler hiçbir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyduklarında ise ne yapacaklarını şaşırdılar.
Ebu Süfyan durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek için yanına birkaç kişi alarak Mekke’den ayrıldı. Peygamber Efendimizin huzuruna girdiğinde, Efendimiz onu gülümseyerek karşıladı ve iltifat etti: “Her kim Ebu Süfyan’ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf’e girerse, emniyettedir. Ebu Süfyan bunu Mekke ahalisine ilân edecektir.”
Ebu Süfyan kendisine gösterilen hüsn-i kabulün o kadar tesirinde kaldı ki, hemen kelime-i şahadet getirip Müslüman oldu. Mekke’ye döndüğünde, “Muhammed, karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile üzerimize geliyor” diyerek müşriklerin yüreğini ağzına getirdi. Azılı kâfirler müdafaa hazırlığı için koştururken, Ebu Süfyan’a inananlar evlerine çekiliyorlardı. Bir kısmı da Harem-i Şerîf’te ve Ebu Süfyan’ın evinde toplandı. Artık Mekke fethe hazırdı.
Resulullah Mekke’ye girmeden önce, Zî Tuvâ denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin şehre giriş noktalarını tayin etti; “Saldırıya uğramadıkça kan dökmeyin” buyurdu. Doğduğu yerden ayrılmak mecburiyetinde kaldığı günün üzerinden sadece sekiz yıl geçmişti. Bu süre içinde hakikat yüreklere kök salmış, dirilmiş, yeşermişti. Başta İslamın aleyhinde gibi gözüken bütün beşerî şartlar sabır, sebat, sadakât ve bunların temeli olan inanç sayesinde değişmişti.
Resul-i âlişan aleyhisselatu vesselâm Efendimiz, öncelikle çok mütevazı bir insandı. Bu öyle bir tevazudur ki, bir zamanlar kovulduğu Mekke’ye “fatih” olarak dönerken bile kalbini en küçük bir “ben” izinin gölgelemesini engellemiştir. Siyer kitaplarının tasvirinden anladığımız kadarıyla, Resul-i Ekrem Efendimiz mübarek sakalı, “bindiği hayvanın yelesine değecek kadar” başını eğmiş, muzaffer bir komutan azametiyle değil, adeta mazhar olduğu şereften mahcup bir vaziyette Mekke’ye girmişti.
Sultan II. Mehmed (Fatih) de İstanbul’a girişinde onu taklit edecek, atının üstünde iyice büzülecekti. O kadar ki, yol boyu sıralanan Rum kadınları, atının üstünde heybet ve azametiyle dikilen hocası Molla Gürânî’yi padişah zannedip ellerindeki çiçekleri ona uzatacaklar, onun Fatih’i işaret etmesinden sonra genç padişaha yöneleceklerdi. O da derin bir tevazu içinde, “Hocalarımız şehrin manevî fatihleridir, çiçekleri onlara verin” diyecekti.
Muzaffer bir komutan olduğu hâlde Mekke’ye boynu bükük giren Efendimizin ve onu aynen tekrarlayan muzaffer Osmanlı padişahlarının beden dilinde bütün insanlığa gururdan arınma mesajı vardı. “Yaptırılmazsa yapamam” idraki bu mesajın özünü teşkil eder.
Görünen o ki, Resul-i âlişan Efendimiz berikine (kendisi gibi inananlara ve yaşayanlara) sevgi-şefkat dolu, ötekine (farklı yaşantıya) ise toleranslı ve alabildiğine müsamahakâr bir şahsiyetti. Hoşgörü bahsinde tam bir zirve, son derece bağışlayıcı bir peygamberdi.
Mekke hemen hemen hiç kan dökülmeden fethedildi (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M). Artık sıra Kâbe’nin putlardan arındırılmasına gelmişti. Resulullah Efendimiz Kâbe’ye girdi. Putları değneğinin ucuyla itekleyerek devirirken, “Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmaya mahkûmdur” ayetini okuyarak Kâbe’yi putlardan arındırdı. Nihayet kapıya çıktı ve kendisini Mekke’den kovanlara baktı. Karşısında 20 yıl boyunca şahsına ve Müslümanlara zulmeden insanlar duruyordu. Hepsini bir emirle yok edebilecek imkâna sahip olmasına rağmen, “Ey Kureyş!” diye seslendi, “Size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz?”
Mekkeli önderler umutlarını seslendirdiler: “Senden hayır umuyoruz. Çünkü sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun.” Resul-i zîşân Efendimiz gülümsedi: “Ben de size Yusuf’un kardeşlerine söylediği gibi, ‘Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok’ (Yusuf suresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”
Aynı idrak içinde hareket eden Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, kendisini yok etmeye gelen Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i yenip esir aldıktan sonra karşısına oturtup aynı suali sormuştu: “Size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz?” Diyojen, cezalandırılacağı yolunda görüş açıklayınca Sultan Alpaslan, tıpkı Resulullah gibi konuşmuştu: “Sizi serbest bırakıyorum!”
Kendisini yok etmeye gelen düşmanının yanına muhafız veriyor, cebine harçlık koyuyor ve ülkesine uğurluyordu (ama Romen Diyojen öz karısı ve vatandaşları tarafından öldürülecekti; çünkü Batı kültüründe kaybedenin hayat hakkı yoktu)
Tarihimizde buna benzer daha pek çok misal var. Diyeceğimiz şu ki, atalarımızın yüreği, Peygamber-i âlişan Efendimizin yüreğiyle bir bütündü. Aynı yürek ritminde buluşmuşlar, aynı vicdan kıblesine yönelmişlerdi. Selçuklularla Osmanlıları büyüten, dönemlerinin zirvesi yapan sır buydu. Bu sırdan kopunca, kendi varlığımızdan da koptuk. Tabiatıyla kapaklandık. Şimdi toparlanmak istiyorsak, yürek pusulamızın kıblesini yeniden ayarlamamız lazım.
Müellif: Yavuz Bahadıroğlu / Derin Tarih, Sayı: 58
Henüz yorum yapılmamış.