Sosyal Medya

İhsan Fazlıoğlu: Türk Milletinin ''Mefhumu''

Türk Milleti kavramının mefhûmu, Büyük Selçuklu – Anadolu Selçuklu – Osmanlı – Cumhuriyet sürecinde gerçeklik kazanan ve nesnelleşen bin yıllık tarihî bir tecrübedir.



Bu tecrübenin kavmî ciheti, esas itibâriyle OÄŸuz/Türkmen, medenî ciheti ise Ä°slâm’dır; öyle ki, bu iki cihetin ittihâdı, bizi, Türk kılmıştır; daha vecîz bir deyiÅŸle, Ä°slâm bizi TürkleÅŸtirmiÅŸtir. Bu yargı, yalnızca bugün dillendirilen çaÄŸdaÅŸ bir yorum deÄŸildir; tersine, Amasyalı Ali’nin 1453 yılında kaleme aldığı Hayat Bilgisi(Tarîk el-edeb) adlı eserinde, bu dönüÅŸümün farkına varıldığı açıkça müÅŸâhede edilmektedir. Osmanlı Ülkesi’nde, ister Türkçe ister Arapça konuÅŸulan coÄŸrafyada olsun, pek çok yazar, bu tespiti paylaÅŸmıştır. Bu çerçevede, Türk Milleti kavramının içeriÄŸi, tarih-dışı(a-historic) ya da tarih-üstü(meta-historic) sâbit bir öze, deÄŸiÅŸmez özsel bir yapıya iÅŸâret etmez; tersine, iÅŸâret edilen(muÅŸârun ileyh) bizâtihi tarihî tecrübenin kendidir; çünkü Ä°slâm Hayat GörüÅŸü’ne göre, Tanrı dışında, her türlü olgu ve olay muhdestir yani belirli bir mekân-zaman içre vukû bulur; yok-iken, olur. Öyleyse, Türk ya da Türk Milleti dendiÄŸinde, âfâkî, edebî, hamâsî ya da siyâsî bir muhtevâya deÄŸil bizâtihi, mekân-zaman içre tahakkuk – teÅŸahhus – teferrud etmiÅŸ, huviyyet kazanmış bir gerçeklikten, bir ne-ise-ne’den bahsedilmektedir.
 
Ne-ise-ne ve Mefhûm
 
Mekân-zaman içre her gerçeklik, belirli bir düzene, nedensel iliÅŸkilere sahip bir ÅŸey olduÄŸundan insan tarafından tanımlanabilir; dolayısıyla idrâk edilebilir; bu idrâk istidlâlî aklın sınırları içinde vukû bulursa, baÅŸka insanlar tarafından da paylaşılabilir ve denetlenebilir bir özelliÄŸi hâiz olur. Kısaca denirse, nesnellik kazanmış bu ÅŸey, Varlık küresinde, belirli bir yerde baÅŸka ÅŸeylerle iliÅŸki içinde bir etkinliktir; yer, iliÅŸki ve etkinlik, aynı ÅŸey’in Varlık küresindeki farklı cihetlerden aldığı adlardır. Bu özellikleri hâiz ÅŸey, kendine kapanmış, yalıtılmış, sâbit ya da sâbitliÄŸini tekrar eden bir yapı deÄŸil, tersine bir süreçtir; ancak bu süreç, tüm tamamlanmamışlığına karşın, geliÅŸigüzel, mutlak anlamda kaotik[çünkü mukayyet kaotik de beÅŸerî biliÅŸsel(kognitif) bir tavırdır], dolayısıyla ön-görülemez bir davranış göstermez. Tersine, belirli bir kurallılık içinde, insan tarafından idrâk edilebilir, muayyen modlara/kodlara/formlara sahip, süreklilik gösteren, Ä°bn Sînâ’nın deyiÅŸiyle, hatt-ı müstakîmde akan (modus operandi) bir örüntüdür. Söz konusu örüntü(hakîkat), insan tarafından, sahip olduÄŸu ÅŸemâtik yapı, soyut matematiksel ve kavramsal ÅŸemâlara(itibâr) dönüÅŸtürülerek idrâk edilir; bu idrâkin adı da bilgi’dir. Usûleyn’in dili ile konuÅŸursak, havâdis(:olgular-olaylar) ahvâle(:modlara/kodlara/formlara) sahiptir; söz konusu ahvâl, idrâk tarafından kavânîne(:yasalar: soyut matematiksel/kavramsal ÅŸemalara) çevrilir; bu çeviri de belirli bir usûle(ilkelere ve yönteme) göre yapılır; baÅŸka bir deyiÅŸle, çeviri, insanî itibârların(:kavramların/formüllerin/yargıların) yapısına dönüÅŸtürülür.
 
Gerçeklik küresi, en geniÅŸ anlamıyla, doÄŸal/maddî (natural/material) ile tarihî/manevî (historic/geistic) ÅŸeklinde iki büyük örüntüye bölünür; maddî örüntüyü, doÄŸa, manevî örüntüyü manevî bilimler inceler. Maddî örüntü, insan irâdesinden/ihtiyârından bağımsız var-olan bir gerçeklik alanı iken, manevî örüntü, bizâtihi, irâde/ihtiyâra baÄŸlı insan eyleminin tahakkuk – teÅŸahhus – teferrud etmiÅŸ, huviyyet kazanmış bir gerçeklik alanıdır. Ä°nsanî eylem, bir fâilin/öznenin(actor), deÄŸiÅŸik etkenler(factor) etrâfında, bir niyete baÄŸlı olarak, belirli bir gerekçe-ile, muayyen bir amacı gözeterek karar vermesidir ki, bu hâliyle eylem, bir binâda, bir devlet örgütünde, iktisâdî bir iliÅŸkide, bir sanat eserinde, kısaca, kiÅŸi-oÄŸlu tarafından gerçekleÅŸtirilen deÄŸiÅŸik beÅŸerî etkinliklerde tecessüm etmiÅŸ, nesnellik kazanmış, insan irâde ve ihtiyârının kasdını içeren bir mâ‘nâ’dır(intentio).
 
Åžimdiye deÄŸin yapılan nazarî açıklamalar, tahakkuk – teÅŸahhus – teferrud etmiÅŸ, huviyyet kazanmış bir gerçeklik olarak, Türk Milleti’nin mefhûmunun, yukarıda özellikleri verilen tarihî/manevî bir örüntüye karşılık geldiÄŸi söylenebilir. Öyleyse, tam bu noktada ÅŸu soru sorulabilir: DoÄŸal/maddî örüntünün varlık-uzayı, topyekûn zaman-mekân içre olan Evren ise, tarihî/manevî örüntünün varlık-uzayı neresidir? Ä°lk elde bu soruya, bizâtihi tarihtir diyerek yanıt verilebilir ki, yine bu ilk bakışta doÄŸrudur; ancak tarih yalın bir biçimde geçmiÅŸ anlamına gelmez. KiÅŸisel kanımızca Evren’in geçmiÅŸi, insanın tarihi vardır; ancak, hemen vurgulayalım ki, Evren’in geçmiÅŸi dahî, müdrik bir insanın tarihinde varlık kazanır. Bu ayrımı daha iyi tebârüz ettirmek için ÅŸöyle bir örnek verilebilir: Bir câmi kalıntısı, maddî bir yapı olarak, geçmiÅŸ-tir; ancak o kalıntının içinde gömülü mâ‘nâ, kendiyle muhâtap müdrik bir insan tarafından yorumlanmaya baÅŸlandığında tarihe dönüÅŸür; çünkü bir binâ olarak câmi, artık, maddî gerçeklik küresi yanında, müdrike üzerinden manevî gerçeklik küresine de taşınmıştır... Öyleyse, müdrik bir insanın tarihi, dolayısıyla mâ‘nânın ve manevî örüntünün varlık-uzayı hâfızadır.
 
Hâfıza ve Hatırlama
 
Hâfıza’nın içeriÄŸi, süreklilik yani zamandır ki, bir ân’ın, insan tarafından, sürekli, yoÄŸun idrâkidir; bu idrâk içinde, geçmiÅŸ ve gelecek, ân’ın, kürevî tarzda geniÅŸlemesidir; bu anlamda ân, kendi kendini her yönde ören, sürekli bir örüntüdür; süreklilik idrâki ise, aynı zamanda, kiÅŸinin kendilikidir... BaÅŸka bir açıdan bakıldığında, idrâk bir eylemdir; öyleyse süreklilikin yoÄŸunluÄŸu olarak ân, dolayısıyla kendilik de kendini, eylem içinde açığa çıkartır... Öte bir deyiÅŸle, ân, süreklilik, idrâk ve kendilik, eylem’in, aynı hâlin farklı itibârlarının deÄŸiÅŸik vecheleridir. Ân, idrâk ve kendilik’i bir-ara’da tutan süreklilik duyuÅŸu hâfızanın zeminidir; bir-aradalıkın bizâtihî kendi ise hâfızadır; öyleyse hâfıza, aynı zamanda, süreklilik, ân, idrâk ve kendilik’tir. Ân’ın sürekliliÄŸi, iÅŸâret edildiÄŸi üzere, çizgisel, doÄŸrusal ve öne-doÄŸru deÄŸildir; ân bir küre gibidir; deneyim, bu küreyi, doÄŸal bir biçimde ve düzen içinde, deyiÅŸ yerindeyse, geniÅŸletir. Hâfıza’nın içeriÄŸi olarak eylem, yukarıda dile getirilenler dikkate alındığında, bizâtihi mâ‘nâdır; bu nedenle, maddenin geçmiÅŸine karşın mâ‘nânın tarihi olur; iÅŸte, insanın –beÅŸerin deÄŸil– tarihsel bir var-olan olması, bizâtihi mâ‘nâ olması demektir.
 
Hâfızanın ma‘nevî bilimlerde incelenen pek çok türü ve iÅŸlevi vardır; ancak en genel anlamıyla, bir kiÅŸinin ya da bir toplumun, yukarıda özetlenen çerçevede, kendilikini ve kimlikini oluÅŸturan hâfıza, varlığını, davranış ve bilgi yanında, hâfıza kurumları denebilecek, tarihî kayıtlar, binâlar, müzeler gibi maddî yapılar ve kültürel manevî simgeler üzerinden sürdürür. Nitekim, hâfızanın kökü h-f-z’nin korumak anlamına geldiÄŸi göz-önünde bulundurulursa, hâfızanın esas itibariyle bir muhâfaza etme(:koruma) olduÄŸu anlaşılır; korunanın ise, bizâtihi, mâ‘nâ’nın, ma‘neviyât’ın(:anlam-deÄŸer dünyası’nın) kendi olduÄŸu açığa çıkar; ancak bu koruma, sanıldığının tersine, duraÄŸan bir eylem deÄŸildir. Çünkü hâfızanın muhtevâsı, yine süreklilik içinde, hatırlama-ile bi’l-fiîl hâle dönüÅŸür; hatırlama, bireysel düzlemde içe-dönük bir teemmül, farkındalık iken, toplumsal düzlemde bir paylaşımdır; öyle ki, bizâtihi paylaşım, ister belirli bir eÄŸitim(terbiye) ister örgütlü bir öÄŸretim(talîm) üzerinde gerçekleÅŸsin, mâ‘nâyı sürekli yeniden ürettiÄŸinden, hâfızayı güçlendirir ve derinleÅŸtirir. Yeri gelmiÅŸken, iÅŸâret etmeliyiz ki, paylaşımın azaldığı, bireylerin birbirinden yalıtılmakta olduÄŸu toplumlarda, toplumsal hâfıza da gittikçe zayıflar; sonuçta o toplumun ma‘nevî dünyası(:anlam-deÄŸer uzayı) çöker... Hâfızanın, hatırlama-ile kurulan iliÅŸkisi sözcüklerin köklerine dikkat kesilerek de tespit edilebilir; örnek olarak, hatırlamayla aynı kökten gelen hâtır, Arapça’da, aynı zamanda, hâfıza demektir. Ä°lginçtir ki, Türkçe’de hem anı(:hâtıra) hem de anlamakın ve anlamın kökü anÄŸ da, hâfıza ve hâtırlamak anlamlarını içerir; unutulmamalıdır ki, ancak hâtıraları olanlar hâtırlar yani ancak anıları(:anlamları) olanlar anlarlar; anlamlandırırlar... Ä°nsanlaÅŸmanın en önemli koÅŸulu ‘anlamlandırmak’tır; öyleyse anı sâhibi olmak yani bir tecrübeye, yaÅŸanmışlığa sahip olmak, anlamlandırmak için zorunludur; anıların, tecrübelerin, yaÅŸanmışlıkların mekânı hâfıza olduÄŸundan, ancak hem bireysel hem de toplumsal hâfızaları(:anıları) güçlü olanlar, olup bitene sahîh bir anlam verebilirler. Son bir tespit olarak ÅŸu noktaya da iÅŸâret edilmelidir: Hâtırlamamız gereken kadar, hâtırlamamamız gereken de, ya da, kısaca, unutmayı istemek de bir tür hâtırlamadır...
 
Hâtırlama, sanıldığının aksine, hâfızanın içeriÄŸinin basit bir biçimde gündeme getirilmesi, öne çıkartılması ve resimsel bir ÅŸematizmin göz-önüne serilmesi deÄŸildir. SöylendiÄŸi üzere, hâfıza, mâ‘nâyı da muhâfaza eder; yalnızca resmi deÄŸil... Resmin hatırlanması, büyük oranda, resmin göz-önüne konulmasıdır. Mâ‘nâ ise ancak belirli bir ta‘bîr(:yorum) eÅŸliÄŸinde kendini ele verir; bu çerçevede, hatırlama aynı zamanda bir yorumlamadır. Öyleyse, tarihten ibret almak deyiÅŸi, ta‘bîr sözcüÄŸü dikkate alınarak yeniden yorumlanmalıdır. Genelde ders almak diye anlaşılan ibret için dikkat edilecek ilk nokta, kiÅŸinin ancak anladığı bir ÅŸeyden ders alabileceÄŸidir; bu nedenle, tarihten ibret almak yani ders almak, öncelikle, bir ön-anlamayı ÅŸart koÅŸar; bu da ÅŸu anlama gelir: Tarih, ancak ta‘bîr edildikten, yani yorumlandıktan sonra ibretin konusu olabilir ki, bu noktada tarihi ta‘bîr etmek ile rüyayı ta‘bîr etmek birbirine çok benzer. Kısaca hem tarihte, hem rüyada ta‘bîr etmek, mâ‘nâyı(:demek-istenileni) anlamak istemektir. Öte yandan, ibret, a‘-b-r kökünden, “bir noktayı, baÅŸka bir noktaya baÄŸlayarak” geçmek demektir; dolayısıyla ta‘bîr, tecrübeyi yorumlayarak, tarihte bir durumdan baÅŸka bir duruma geçiÅŸ anlamına da gelir. Hem yorum hem de geçiÅŸ anlamları birlikte düÅŸünüldüÄŸünde, insanın gerçekliÄŸi(:hakîkat), zihnî/aklî i‘tibârlar üzerinden bilmesinin, gerçekliÄŸin bir yorumunu elde etmesi ve soyut ÅŸemalar üzerinden zihne/akla aktarılması anlamına geldiÄŸi düÅŸünülebilir.
 
ModernleÅŸme döneminde, özellikle, ulusların inÅŸâsı sürecinde, hâfızanın hem bireyin hem de toplumun kendilik ve kimlikinin kurucu(:mukavvim) unsuru olduÄŸu, fark edilmiÅŸtir; çünkü, esas itibariyle, mod-ernleÅŸme hâfızanın bir tür formatlanma iÅŸlemidir; bu nedenle, uluslaÅŸan milletler, önce mevcut geçmiÅŸleriyle korkutulurlar; bu geçmiÅŸten hem utandırılırlar hem de ulusun bu geçmiÅŸ-ile bir geleceÄŸi olmadığı konusunda uyarılırlar; sonra da kendileri için tahayyül ettikleri geleceÄŸi mümkün kılan geçmiÅŸler üretmeye zorlanırlar. Bu anlamda modern uluslar, tarih kaçkınıdırlar. Ä°lginçtir ki, ulus yaratma iÅŸlemi, milletlerde bir travma oluÅŸturarak yürütülmüÅŸtür; yine bu nedenle, ulusların hâfızası travmatiktir; çünkü hâfızaları, büyük oranda belirli bir savaÅŸla ya da yaÅŸanılan ortak bir felâketle iliÅŸkilendirilerek üretilmiÅŸtir. Özellikle, güçlü toplumlar, zayıf bir toplumu tarih dışına itmek için, o toplumun geçmiÅŸini, sürekli olarak, ortak-yanlış yapma travması altında hatırlatırlar. Bu muâmeleye maruz kalan toplumlar da psikolojik rehabilitasyon için, geçmiÅŸlerini, baÅŸarılarından ziyade, yaÅŸadıkları ortak-felaketlerden hareketle üreterek dengelemeye çalışırlar. Söz konusu patolojik durumdan çıkış yolu, geçmiÅŸte yaÅŸanılan olaylardan sırf travmatik olanlarından beslenmemek kaydıyla; yalnızca ortak-baÅŸarıları ya da ortak-yıkımları deÄŸil, bunların oluÅŸturduÄŸu tarihî tecrübeyi(:hâfızayı) bir bütün olarak göz önünde bulundurmaktır.
 
“Türk Milleti”: Kendilik ve Kimlik
 
Türk Milleti’nin mefhûmunun tarihî tecrübe(:tarihî örüntü) olduÄŸu belirlendikten; bu tecrübenin uzayının da, en genel anlamıyla, hâfıza(:kendilik ve kimlik) olduÄŸu temellendirildikten sonra, ÅŸu soru sorulabilir: Türk Milleti’nin mefhûmu, kendi içinde bir içerik ve kurallılık taşır mı? Yukarıda mekân-zaman içre her gerçekliÄŸin, i. bir düzene ve ii. nedensel iliÅŸkilere sahip olduÄŸu; bu nedenle insan tarafından i. tanımlanabilir; ii. idrâk edilebilir; iii. baÅŸka insanlar tarafından da paylaşılabilir ve denetlenebilir bir özelliÄŸi hâiz olduÄŸu belirtilmiÅŸti. Nesnel bir içeriÄŸe sahip Türk Milleti’nin mefhûmu da böyle bir gerçeklik olduÄŸundan belirli bir kurallılık içredir; bu kurallılık Türk Milleti mefhûmunu hem tanımlamamızı, dolayısıyla tasavvur etmemizi, hem de kendi hakkında, tarihî tecrübeye istinâden, bazı genel yargılarda bulunmamızı mümkün kılar. Ancak, yukarıda iÅŸaret edildiÄŸi üzere, her örüntü, mutlak anlamda, tarih-dışı ya da tarih-üstü sâbit bir öz deÄŸil, belirli modlar/kodlar/formlar içinde, bir süreç ve akıştır; dolayısıyla da hem tamamlanmamış hem de tarih içinde pek çok aÅŸamadan geçtiÄŸinden katmanlı bir yapı arz eder. Bu durumu daha iyi tavzîh için ÅŸöyle bir örnek verilebilir: Herhangi bir dil, tarihsel bir örüntü olarak, insan tarafından keyfî üretilmekle birlikte, hem baÄŸlı olduÄŸu fiziksel koÅŸullar hem de insana iliÅŸkin itibârî durumlar muvâcehesinde, kendine muayyen bir ad vermemizi mümkün kılan bir kurallılık gösterir; öyle ki geliÅŸmekle ve deÄŸiÅŸmekle birlikte yine de bu dile içkin kurallılık, aynı adı taşımasına imkân verir. Bu benzetmede dikkat edilecek diÄŸer bir nokta, nasıl ki hiçbir dil verili bir dil-bilgisi kuralına göre konuÅŸulmadığı hâlde belirli bir kurallılık içre ortaya çıkıp serpilmiÅŸse, hiçbir millet de, tarihte, kendini önceleyen muayyen bir kurallılık içre yol almamış; ancak bizâtihi tarihî tecrübe, ÅŸatrların ve ÅŸartların terkibi ile, belirli bir kurallılık içinde oluÅŸmuÅŸtur. Åžuna hemen iÅŸâret edelim ki, bir dilin tümel kurallığı ile tarih içinde o dili konuÅŸan bireylerin tekil kurallılıkları arasında cedelî bir iliÅŸki vardır. Tümel kurallılık, tekil kurallılıklardan elde edilmekle birlikte aÅŸkın (müteâl/trancendent) bir yapı kazar ve tek tek bireyleri aÅŸma anlamında sanki-varmış gibi muâmele görür; o dili konuÅŸan her birey o yapıdan pay alır ama kendi bireysel eklentilerini de yapar; zaman içinde bireylerin eklentileri tümel yapıya dâhil edilir; yeni tümel kurallılıklar ortaya çıkar; bu süreç evrilerek devam eder; ancak tüm süreç, ânî kopuklukları ve deÄŸiÅŸimleri reddeden bir süreklilik içinde cereyân eder...; tersi durumda, o dilde ve o dili konuÅŸan bireylerde telâfisi mümkün olmayan travmalar, hâfıza bozuklukları ortaya çıkar. Çünkü, kiÅŸi-oÄŸlu, dilde olduÄŸu gibi, her konuda aÅŸkın-bir-kurallılığa göre iÅŸ görür; müphem dahî olsa aÅŸkınlık düÅŸüncesinin bulunmadığı her beÅŸerî etkinlikte kaos ortaya çıkar. Özellikle dilde vukû bulan ânî semantik deÄŸiÅŸimler, o dili konuÅŸanların nazarî zekâsında da travmalar yaratır.
 
Åžimdiye deÄŸin dile getirilenlerden hareketle ÅŸu çıkarımlar yapılabilir: i. Türk Milleti’nin mefhûmu yani tarihî tecrübesi belirli bir kurallılık gösterir; ii. Bu kurallılık önceden verili bir kurallılık deÄŸildir; tersine tarihî süreçte oluÅŸmuÅŸtur; iii. Bu kurallılık, bireyleri aÅŸma anlamında, sanki-varmış gibi aÅŸkındır(müteâl/trancendent); iv. Bu mefhûm içindeki bireyler, tüm bireysel özgürlüklerine karşın, tümel kurallılığın altına düÅŸtükleri oranda, Türk Milleti mefhûmundan pay alırlar; tersi durumda öteki hâline gelirler; v. Tümel kurallılık bir örüntüdür; süreklilik içinde evrilir; dolayısıyla sâbit, tarih-üstü ve tarih-ötesi bir öz deÄŸildir; vi. Evrim, örüntüyü sürekli kılarken; devrim tahrip eder; bozar; o milleti baÅŸkalaÅŸtırır, kendine yabancılaÅŸtırır. BaÅŸka bir deyiÅŸle, bir milletin kendilik ve kimliki, tarihî süreçte kazandığı kodlara/modlara/formlara, kendine içkin aÅŸkın kurallılığa uygun olarak, evrilmez, dolayısıyla deÄŸiÅŸmez ise, tarihten kalkar; geçmiÅŸ olur. Tam bu noktada ÅŸu gerçeÄŸe iÅŸaret etmeliyiz, modern sosyoloji, Avrupa’daki, özellikle de Fransa’daki tarihî durumu dikkate alarak, daha çok deÄŸiÅŸim odaklı bir anlayış geliÅŸtirmiÅŸtir; bu yazıda dile getirildiÄŸi anlamda, süreklilik odaklı bir sosyal bilim anlayışı, üzerine düÅŸünülmeyi beklemektedir.
 
Hâfıza ile aÅŸkın kurallılık hakkında söylenilenler birlikte ele alındığında, min-vech ikisinin aynı ÅŸey olduÄŸu düÅŸünülebilir. Öyleyse, nasıl ki bireysel biliÅŸsel(kognisyon) yapının temeli hâfıza ise; toplumsal/millî biliÅŸsel(kognisyon) yapının temeli de, tüm çeÅŸitleri ve kurumlarıyla hâfızadır. BaÅŸka bir deyiÅŸle, bir milleti millet kılan, kendilikini ve kimlikini veren, hâfızasıdır; hâfızasının içeriÄŸidir yani tarihî tecrübesidir. Unutulmamalıdır ki, nazarî düÅŸüncede nesne ile mefhumu aynıdır; yani hâfıza ile içeriÄŸi aynı ÅŸeydir. Öyleyse Türk Milleti –ki içeriktir/mefhûmdur– ile hâfızamız –ki tarihî tecrübedir– aynıdır; bu aynîlik, Türk Milleti’nin huviyyetini(identity) verir... Günümüzde en önemli sorun, Türk Milleti’nin teÅŸahhusu ile huviyyeti arasında, uluslaÅŸtırma sürecinde yaratılan, yapay boÅŸluktur; bu boÅŸluk ancak, tarihî tecrübemiz-ile sâdık ve sahîh bir biçimde yeniden girilecek iliÅŸkiyle giderilebilir.
Türk Milleti’nin tarihî tecrübesinde, dolayısıyla hâfızasında içkin olan aÅŸkın kurallılığın muhtevâsının tespiti için, ciddî ilmî çalışmaların yapılması gerektiÄŸi izahtan vârestedir. Åžimdiye deÄŸin bu konuda dile getirilenleri, yazının son cümleleri olarak zikredebiliriz: Türk Milleti için en önemli ÅŸey, Devlet’tir ki, deyiÅŸ yerindeyse, Türk Milleti’nin varlık-koÅŸuludur; bu nedenle bekâ-i devlet her ÅŸeyin önünde gelir; bizâtihi Millet’in bile... Yani Devlet, Millet için bile fedâ edilmez, edilemez. BaÅŸka bir deyiÅŸle, Devlet, Türk Milleti’nin boy abdestidir; mü'minin boy abdestsiz gezememesi gibi, Türk Milleti de Devlet-siz yaÅŸayamaz... Bu nedenle, siyâset, Türk Milleti’nin varlık duyuÅŸudur. Elbette, Devlet denilince basit bir kurum ya da uygulama deÄŸil, bizâtihi mefhûmun ÅŸahs-i manevîsi kast edilmektedir. Birinci tespite baÄŸlı olarak, ikinci aÅŸkın bir kural: Türkler için, bir-ara-da yaÅŸamanın, tarihte birlikte yol almanın en önemli merkezî kavramı, ne kavim/ırk ne din ne de dil’dir; sanıldığının aksine siyâsî âidiyettir. Türk Devleti’ne siyâsî âidiyet duyan her kiÅŸi, Türk Milleti mefhûmunun, katmanları deÄŸiÅŸik de olsa, bir üyesi kabul edilmiÅŸtir... Ä°tikâdî/dinî mensûbiyet, siyâsî âidiyetin tamamlayıcı(mütemmim) çok önemli bir cüzü olmakla ve nisbeten bizâtihi devlet tarafından ÅŸeklî ve estetik açıdan öncelenmekle birlikte, muhtevâsı, halk nazarında, zamana yayılmıştır ki bu tespite pek çok tarihî vakıâyı örnek kılmak mümkündür. Âidiyet ve mensûbiyet kavramları etrâfında dile getirilen tespitler, en iyi biz zamirinin kullanımında tespit edilebilir. Türk Milleti’nin bizleÅŸtirici eylemi, kuÅŸatıcı olmakla birlikte, âidiyet ve mensûbiyet açısından eÅŸ-merkezli iki dâire gibi çalışır; dıştaki büyük dâire, siyâsî âidiyeti temsil eder; içteki ise itikâdî mensûbiyeti... Birinci/dış dâireye âidiyeti olmayanın, ikinci/iç dâireye mensûb olması, Türk Milleti’nin tarihî tecrübesi açısından, tek başına bir anlam ifâde etmez; benzer biçimde, ikinci dâireye mensûbiyeti bulunmamasına karşın, birinci dâireye âidiyeti olan kiÅŸi, Türk Milleti’nin bir üyesi olabilir.
 
Son olarak, ÅŸu noktayı vurgulayalım: Bir milletin, kendi varlığını baÅŸka milletlerin yokluÄŸuna baÄŸlamadığı, dolayısıyla kendini takdîr etmek için baÅŸka milletleri tahkîr ve tezyîf etmediÄŸi sürece, kendine vurgusu, bu yazı içinde dile getirilen ilkeler ışığında, anlaşılabilir bir ÅŸeydir. Ancak, bu topraklarda bu vurgudan rahatsız olanlar, siyâsî âidiyetleri açısından kendilerini sorgulamalıdırlar. Kısaca, bizim için, kiÅŸi, hangi siyâseti kendi varlık duyuÅŸu olarak görüyorsa, o millettendir...
 
Kaynak: İtibar, Sayı 30, s. 36-39

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.