Sosyal Medya

Ziyan ettik güzel Türkçe’mizi

Dilimizden birkaç bin kelime ve onların duyurduğu on binleri bulan mana kovulmasaydı, zihnimiz bu kadar çorak kalmazdı. Biz, elli yılda dünyanın iki büyük dilinden biri olan Türkçesini harcamış ve hâlâ türlü yollardan canına okuduğunun farkında olmayan bedbaht nesilleriz.



Levis (Geoffrey Lewis)’e göre Türkçe, bir asır önce Ä°ngilizceyle beraber, dünyanın iki büyük dilinden biri hâline gelmiÅŸti.
 
Bu demekti ki, Arapça gibi, Kuran’ın indirildiÄŸi din olmak yanında büyük bir edebiyata sahip muazzam bir dili geride bırakmıştı.
 
Bu demekti ki, Fransızca gibi yüzyıllarca büyük bir disiplinle iÅŸlenen dilden de öndeydi. Balzak’ın, Hügo’nun, Bodler’in dili, 19. Asrın sonlarında dünyanın diplomasi dili unvanını da çoktan kazanmış olmasına raÄŸmen böyleydi.
 
Bu demekti ki, Göte’yi, Åžiller’i, Rilke’yi yetiÅŸtirmiÅŸ Almanca da Türkçenin arkasından geliyordu. 18 ve 19. Yüzyıllarda dünya düÅŸünce tarihînin zirveleri, müziÄŸin ulaşılmaz isimleri de Almanlardan çıkmıştı ve büyük gelenek devam ediyordu. Dünyayı sarsan bu dehalara raÄŸmen,  çok yönlü geliÅŸmiÅŸlik ve her ÅŸeyi ifade etmek bakımından dilleri Türkçenin gerisinde sıra bulabiliyordu.
 
Müzik dili Ä°talyanca ve dünyanın birinci ÅŸiir dili Farsça ise, büsbütün gerideydi.
 
Bir daha tekrarlayalım: Levis, dil inkılâbını tahlil ettiÄŸi Trajik BaÅŸarı’da kesin bir dille ifade eder ve der ki: 20. Asrın başında, Türkçe, dünyanın en büyük iki büyük dilinden biriydi.
 
Levis bu görüÅŸünde yalnız deÄŸildir. Aynı keskinlik ve kesinlikte olmasa da, Türkçeyle uÄŸraÅŸan batılı Türkolog ve ÅŸarkiyatçıların önemli bir kısmı bu fikre yaklaÅŸan tespitlerde bulunmuÅŸlardır. Bang, Eberhard, Jan Döni, Titse, Brokelman,Lüvi Bazen,  -Türkçenin lügatini de hazırlayan- Redaus ve daha pek çok büyük ismin bu fikri destekleyen ifâdeleri vardır.
 
Levis’ten önce ve sonra, içine düÅŸürüldüÄŸümüz dil deviriciliÄŸi cinnetinden hareketle pek çok Türk âlimi ve edîbi de içleri yanarak canına kastedilen Türkçenin güzelliÄŸini ve büyüklüÄŸünü söylediler. Konunun dünya çapındaki en büyük otoritelerinden Fuad Köprülü âdeta ortak görüÅŸü söyler.
 
Uydurmacılığın tahribatı
 
Köprülü, uydurmacılığın ve dilde tasfiyenin hız kazandığı bir merhalede, sarsıcı cümlelerle uyarıyor ve ÅŸöyle diyordu: “Asırlarca iÅŸlene iÅŸlene nihayet ÅŸu son kırk yıl içinde bugünkü Arapça ve Acemceden çok ileri, çok güzel ve zengin bir Avrupa dili, bir ilim ve edebiyat dili hâline gelmiÅŸ olan zavallı Türkçeyi kendi tabiî tekâmül yolundan çevirmek istîdâdını gösteren bugünkü dil anarÅŸisinin sebepleri, ilk bakışta (birer sebep gibi görünse de) daha derin bir tedkîke tâbî tutulunca bunların birer sebep deÄŸil birer netîce olduÄŸunu hemen anlarız.”
 
Bu cümlelerde, konumuz açısından önemli birkaç husus var. Birincisi, Türkçenin, Levis’in dediÄŸini destekler mahiyette “çok güzel ve zengin bir Avrupa dili” olmasıdır. Ä°kincisi, “Arapça ve Acemceden çok ileri” bir dil olmasıdır.
 
Arapça ve Acemce örneÄŸi dilimizin tarihî bakımından ayrı bir deÄŸer taşır ve özellikle verilmiÅŸtir. Ä°slâm Kültür dairesine girdiÄŸimiz yüzyıllarda, bu iki dil bizim öÄŸreticimiz, yol göstericimizdi. Edebiyatta Farsça, ilimde Arapça bize hocalık etmiÅŸti. Aynı medeniyet dairesi içinde böyle bir örneklik dolayısıyla de her iki dilden çokça kelime almış ve onları dilimizin ayrılmaz birer unsuru olarak iÅŸlemiÅŸtik. Yani, onları TürkçeleÅŸtirmiÅŸtik. Baraka, sayyaha, karâme ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Arapçaydı, ama bereket, seyahat, kerâmet ve aldığımız, kendi sesimizi verdiÄŸimiz binlerce kelime Türkçeydi. Gul, rûze, nerdübân ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Farsçaydı, ama gül, oruç,  merdiven ve aldığımız, kendi sesimizi verdiÄŸimiz binlerce kelime Türkçeydi ve dilimizin malı olmuÅŸtu. Her dil de böyle kelime alır verirdi. Bütün diller bu manada melezdi. En çok melez olan dil de en büyüktü. Ä°ngilizce gibi.
 
Susuz kalan dilimiz kurudu
 
Bir millet ancak bir köÅŸeye sıkışır kalır ve diÄŸer milletlerle teması yoksa kendinde olanlarla hayatını devam ettirir. “Devam ettirebilirse...” demeliydim. Öyle milletler de, öyle diller de susuz topraklar gibi kuruyup hayat planından çekiliverirler. Yalnız insanın yaÅŸaması nasılsa onlarınki de odur. Hatta dünyanın deÄŸiÅŸmez kaidesine bakılırsa, asla yalnız yaÅŸanmaz, yaÅŸanamaz. Tarih, pek çok sebeple kaybolan, eriyenlerle birlikte böyle binlerce millet ve dilin de mezarlığıdır.
 
Evet, diller melezdir. En melez dil Ä°ngilizce, bunun için en büyük dildir. Bugünkü Ä°ngilizcede kökü Ä°ngilizce olan kelimelerin oranı yüzde ikiye düÅŸmüÅŸtür. Bu oran, 30 yıl önce yüzde 75’di. Fransızca, Almanca, Arapça ve Latince de, diÄŸer büyük diller de baÅŸka dillerden tümen tümen kelime almışlardır. Bunu katiyen bir eksiklik olarak görmezler, aksine üstünlük olarak görürler. Öyledir. Biz de bir imparatorluk iken, hiçbir komplekse kapılmadan fethettiÄŸimiz yerlerden çok ÅŸey aldık. Bunlar arasında sözler önemli bir yer tutardı.
 
Bir dilin baÅŸka dillerden faydalanabilecek esneklikte olması onun kendine olan güvenini gösterir ve en büyük gücüdür. Çünkü alınan kelimeler, o dilde, kısmen baÅŸkalaÅŸarak yer bulurlar. O dilin sesiyle seslenirler. Diller böyle zenginleÅŸir.
 
Bir dil için esas olan ses ve mimarîdir. Dilde kelimelerin kökten millî olması ÅŸartı aranmaz, buna bakılır. Sesi ve mimarîsi (grameri, sentaksı, cümle diziliÅŸi vb.) millî olan dil rüÅŸtünü ispat etmiÅŸ demektir. Bu dil, nereden kelime alırsa alsın, kendi sesine ve mimarîsine benzeterek alır. Halkının hançeresi ve yaratıcılığı âdeta kendiliÄŸinden bu kurulmuÅŸ sisteme göre iÅŸler. Türk halk dehâsı da, yüzyıllar boyunca, bunun için okumuÅŸlarını da aÅŸarak o sesin koruyucusu ve kollayıcısı olmuÅŸ, duyduÄŸunu, kendi iç sesiyle düzelterek millîleÅŸtirmiÅŸtir.
 
Bu mekanizma böyle çalışır ve böyle çalışmıştır. Acemin “gul”una, gül sesini, Arabın “baraka”sına bereket sesini veren o deÄŸilse de böyle yaÅŸamasını saÄŸlayan odur. Aksi halde yaÅŸatmazdı, yaÅŸatmamıştır.
 
Üstat Köprülü, “Bu bin yıllık alışveriÅŸten galip çıkan Türkçedir” deme zevkini tatmak için Arapça ve Farsçayı zikrediyor. Bu cümle, tarih bilenler için muazzam bir baÅŸarıyı söylüyor. Ali Åžîr Nevâî dedemizden baÅŸlayarak (Dîvân-ı Lügatit-Türk’ün durumu farklıdır), Fuzûlî ve daha nice büyük Türkün bu iki dil karşısında Türkçe’yi öne geçirme gayretlerini de hatırlatmış oluyor. Nevâî  Muhâkemetü’l-Lügateyn’de Farsça ile karşılaÅŸtırarak, 15. Asrın sonunda Türkçenin  daha güzel, iyi ve zengin bir dil olduÄŸunu ispata çalışmıştı. Klâsik ÅŸairlerimizin pek çoÄŸu, ifade etsinler veyâ etmesinler- böyle bir rekâbet duygusu ve dil ÅŸuuruyla eser vermiÅŸlerdir.
 
Onların diline Osmanlıca diyenlerin kastı malûmdur.
 
Niçin uydurma ve yeni bir dil meydana getirmek istiyorlarsa, Türkçenin o muazzam dönemini de onun için düÅŸmanlık ve cehaletle böyle adlandırmak istiyorlar. Bugünün çok kullanılan tabiriyle “ötekileÅŸtirerek” uzaklaÅŸtırmak, o dille beraber en ÅŸerefli tarih devirleriyle bağımızı da koparmak istiyorlar. Bu oyun ÅŸöyle böyle okumuÅŸlarımızı ifsat etmiÅŸtir ve hâlen de hükmü bir ölçüde sürmektedir. Halbuki Fuzuli, Türkçe Dîvânı’na baÅŸlarken, Ey feyz-resân-ı Arab ü Türk ü Acem / Kıldın Arab’ı efsah-ı ehl-i âlem / Etdin fusehây-ı Acem’î Îsî dem / Men Türk-zeban’dan iltifat eyleme kem, diye duâ eder. DediÄŸi bugünün diliyle ÅŸudur: “Ey, Arab, Acem ve Türk milletlerine feyz veren Tanrım! Sen, Arab milletini dünyanın en fasih ( açık, ahenkli ve anlaşılır)  konuÅŸan milleti yaptın! Acem fasihlerinin sözlerini isen, îsâ Peygamber’in nefesi gibi, cana can katan güzelliÄŸe ulaÅŸtırdın! Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum! Benden iltifatını esirgeme Ya Rabbi!”
 
Ä°ÅŸte diline Türkçe deÄŸildir denen bu büyük sanatkâr ve aynı yolda yüzyıllarca eser veren benzerleridir.
 
DiÄŸer yanda, Fuzuli ile aÅŸağı yukarı aynı zamanlarda yaÅŸamış Nevâî’ye de benzer ÅŸeyler söylenmiÅŸtir. O Nevâî, o kadar Türkçe aşığıdır ki, Farsça karşısında Türkçe’yi öne çıkarmak için mukayeseli bir eser yazmıştır. O kadar Türkçe âşığıdır ve bu sıfatı o kadar hak etmiÅŸtir ki,  devrinde ve sonrasında da Türkçeye “Nevâî dili” denmiÅŸtir. Türk nazmîda çü men tartıp alem / Eyledim ol memleketini yek kalem, diyen odur.
 
Bu beyit, Sovyetlerin dağılmasıyla gelen bağımsızlığın birinci yılından itibaren TaÅŸkent ÅŸehir merkezinde büyük bir köprünün alnına yazılmıştı. 1992’den 1994’e kadar Özbekistan’ın Türkistan politikasına yöneldiÄŸi bir ara dönemdi. Sonra, orada da Stalin döneminin terminolojisine dönüldü. Bu notu düÅŸmekle yetinerek beyte dönelim.
 
Demek istiyor ki: “Ben Türk ÅŸiirinde öyle bir kalem çektim ki, bütün memleketi (Türk ülkelerini) bu ÅŸiirimle (dilimle) bir araya getirdim.”  Diline Türkçe deÄŸildir demeye çalıştığımız, iÅŸte bu ve benzeri büyük Türkler ve Türkçecilerdir. Aklımızı başımıza devÅŸirelim, dememe gerek yok: Nevâî beÅŸ asır öncesinden gürlüyor.
 
Bir hususu da yeri gelmiÅŸken söylemeliyim: Nevâî kadar ÅŸiirlerinde Türk ve Türk dili geçen orta zamanlar ÅŸairimiz yoktur. Türkistan sahasında Nevâî, henüz Osmanlı toprağı olmamışken BaÄŸdat’ta Fuzûlî ve çaÄŸdaşı Ä°stanbul’da yaÅŸayan Bâkî Türkçeyi ÅŸark dillerinin en zarifleri arasına soktular. Buna raÄŸmen, Farsça ve Arapça karşısında Türkçenin durumu hep mukâyese konusu olmaya devâm etti.
 
Türkçe dünya dili
 
Köprülü, bu baÅŸarının bütün unsurlarıyla netleÅŸtiÄŸi yeni zamanlar Türkçesi üzerinden konuÅŸurken bütün bir geçmiÅŸi hatırlatır ve zevklenir gibidir.
 
Bu satırlar, Köprülü’nün 1945-48 arasında yayınladığı makâlelerinde geçer. Demek ki, Türkçe 20. asrın yarısına kadar da büyük dünya dilleri arasındadır ve o tarih itibarîyle (yıkıcılığın 15. yılında) uydurmacılık ve tasfiyecilik henüz tam hâkimiyet kuramamıştır ve hâlâ kayıpları telâfi edebilmek imkân dâhilindedir.
 
Aslında bu, hem böyledir, hem de deÄŸildir. Çünkü devlet eliyle ve topyekun bir hücum vardır. “Kör kazma” iÅŸ başındadır. Bin yıllık medeniyetimizin bütün ortak kelimelerine savaÅŸ açılmıştır. Millî EÄŸitim Bakanlığı da bu muazzam dili deÄŸiÅŸtirmek misyonunu üstlenmiÅŸ en önemli müessesedir.
 
Köprülü’yü kahırla çırpınır ve endiÅŸeyle sesini yükseltir gördüÄŸümüz nokta burasıdır. Der ki: “Ä°nsanlık târihi, uzun asırlardan beri istibdâdın ve tahakkümün her ÅŸekline ÅŸahin oldu. Fikir ve vicdan hürriyeti, meslek seçme ve çalışma hürriyeti gibi insanlığın en mukaddes ve tabiî haklarına karşı, türlü türlü tazyiklerde bulunuldu.
 
Müstebid ve çılgın bir hükümdârın yâhut din ve mezhep taassubunun, yâhut da millî taassub ve tahakkümlerin veyâ sınıf diktatörlüÄŸünün yaptığı bu hareketler kolayca iyzâh olunabilir. Lâkin bizim bugünkü resmî argoyu yaratan zoraki hareketin bir benzerine tesadüf edilemez.”
 
Bu iki paragrafta geçen “resmî argo”, “zoraki hareket” tabirlerine dikkat.
 
“Resmî argo” demesine sebep olan uygulamaları da bu satırların devamında açıyor: “Bir hükümet, kendi mekteplerinde çocuklara zorla uydurma bir dil öÄŸretsin; bir millet meclisi, yapacak binlerce acele iÅŸ dururken, bir akademi vazifesi görerek, uydurduÄŸu argoyu bütün millete kabul ettirmeÄŸe kalksın...
 
Ä°nsanlık tarihînde bu kadar manasız, zararlı bir iÅŸin benzerini bulmaya imkân yoktur.”
 
Dil mühendislerimiz
 
Köprülü’nün bu ifadeleri ne yazık ki hiçbir fayda vermedi ve bizim dil ve toplum mühendislerimiz, uydurdukları argoyu devlet eliyle dayattılar. Yahya Kemal hayattaydı; Faruk Nâfiz’den Orhan Seyfi’ye kadar sayıları onları bulacak baÅŸka ÅŸâirler, Hâlid Ziyâ’dan Yakup Kadri’ye kadar yine onları bulacak büyük nâsirler hayattaydılar. Onların varlığı bile bu çılgın gidiÅŸi durduramadı. Sevgili Türkçelerinin boÄŸazına sarılan ellere mâni olamadılar.
 
Bu vahÅŸete benzer çılgınlık, elli yıldan fazla bir zaman daha sürdü. Dünyanın en büyük iki dilinden biri, kendi evlatları eliyle yerlere serildi. Hâlâ, bu durumun tam olarak farkına varamadık.
 
Halbuki “hesaplaÅŸma”, “sorgulama”, “yüzleÅŸme” tâbirleri yıllardır havalarda uçuÅŸuyor. Ne sorgu var, ne hesap var, ne de yüz. O resmî argo dayatmasının yerini ÅŸimdi de bu tabirler üzerinden baÅŸka yıkım plânlarını resmî, gayr-i resmî yollardan dayatmalar aldı.
 
Hep söylerim: Dilimiz bu hâle gelmeseydi,  bu yeni dayatmalar da kolay kolay yapılamazdı. Gerekçem açık:  Dilimizle oynanmasa, dilimiz akÅŸamdan sabaha bulunmuÅŸ ne manaya geleceÄŸi hâlâ belli olmayan ‘sözcükler’in iÅŸgaline uÄŸramış olmasaydı bizi aldatmak veya oyalamak o kadar da kolay olamazdı. Dilimizden birkaç bin kelime ve onların duyurduÄŸu on binleri bulan mana kovulmasaydı, zihnimiz bu kadar çorak kalmazdı. Dilimiz olduÄŸu için düÅŸünürdük. DüÅŸündüÄŸümüz için de muhtemelen anlardık.
 
Biz, elli yılda dünyanın iki büyük dilinden biri olan Türkçesini harcamış ve hâlâ türlü yollardan canına okuduÄŸunun farkında olmayan bedbaht nesilleriz.
 
 
 
Müellif: A. YaÄŸmur Tunalı (Åžair Yazar ) / Kaynak: Star-Açık GörüÅŸ

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.