Sosyal Medya

Sadettin Ökten: Biz Ahşap Ev Kültürümüzü Bırakmamalıydık

Sadettin Ökten Hoca'nın İstanbul Şehir Üniversitesi’nde dersinde “Yaşadığım Şehir” konulu üç haftalık seminerine nail olduk. Ökten Hoca yine bir iki nükte ile dikkatleri üzerinde toplayıp bir halk deyişiyle konuya girdi:



Bir Halil evvel gelip esnâmı (putları) kılmıştı şikest
 
Sen Halil’im şimdi geldin, halkı kıldın putperest.
 
“Geçen hafta çocukluğumun İstanbul’unu anlattım. Bu İstanbul, Osmanlı’nın son döneminden uzayıp giden bir İstanbul imiş. Nedir o son dönem: Sultan Abdülhamit devri. Sultan Hamit devri İstanbul’da bir masal gibi anlatılırdı. Balkan göçmeni bir komşumuz vardı, Ahmet Amca. O devri yaşamış. Pazarda ucuzluk olduğunda ‘Pazar bu hafta Sultan Hamit devri gibi.’ derdi.” 
 
Tarih kokusuna biraz aşina olan herkes gibi şaşırmadık desek yeridir. Elimize saman kağıt kitaplar değene kadar Ulu Hakan’a Kızılsultan diyen bizler değil miydik? Liseli gençlere ‘Padişah’ kelimesini söyleyip akıllarına gelen ilk üç kelimeyi sorsak, (istisnalar hariç) ‘şişko’, ‘şarapçı’, ‘dansöz oynatan’ ilk üçü açık ara göğüsleyeceklerdir. “Gerek kitaplar, gerek görsel medya...” diye beynimizde fırtınalar kopuyordu. Konumuzdan kopmadan Ökten Hoca’ya kulak verelim. Hoca enerjik, hala bir şeyleri verebilmenin derdinde: 
 
İnsanı inşa eden şehirler!
 
“Bu hafta değişen İstanbul’u anlatacağız. Artık o eski, tarihi evleri görme imkanımız kalmadı, yok oldular. Yalnız Yahya Kemal’in abidevi Kocamustafapaşa şiirini okursanız biraz olsun o ambiansı tadabilirsiniz. O semtleri insanlar inşa etmişti ve o semtler de insanları inşa ediyordu. Bu döngünün içindeki insanlar farklı insanlardı. Hayata bir modernist, bir kapitalist gözüyle bakmıyorlardı. Tevekkül, teslimiyet, teenni, merhamet ve şefkat onların hayat düsturlarıydı. Hayatı kesinlikle acele yaşamazlardı. Bu tarihi yarımadanın İstanbul’u; Fatih, Kocamustafapaşa, Aksaray, Beyazıt böyle bir İstanbul’du. Nişantaşı, yeni gelişen Şişli, Taksim civarı da Batılı, Frenk İstanbul’du. Onların mentalitesi bunlardan tümüyle farklıydı. Bu İstanbul 1950‘lerin ortalarına kadar böyle geldi.”
 
İstanbul’u anlamak o kadar kolay bir şey değil. Çünkü bir çok insanın özgün düşünce ve duygularının birikimi var bu şehirde. O insanların ruh hallerini, psikolojilerini, kültürel birikimlerini, hayatın akışını devriyle beraber anlayıp yorumlamak lazım ki İstanbul’u anlamış olalım. Ben size çok samimi söylüyorum, her zaman bu kadar açık olmam; İstanbul’da doğdum, ciddi meraklı bir insanımdır, aklım da fena değil hani, ‘İstanbul’u anladım.’ diyemiyorum. Çünkü ben gerçek İstanbul insanını, daha doğrusu Osmanlı medeniyet yorumunun yetiştirdiği insanları gördüm. Onların hayata bakışını, düşüncesini, duygusal boyutunu tanıyorum, o boyutla kendimi karşılaştırdığım zaman onlar gibi olmadığımı çok net anlayabiliyorum. Ben Batı uygarlığının Türkiye’ye yansımalarıyla örselenmiş bir Osmanlı hayranıyım. Neden Osmanlı’ya hayranım, çünkü özgündü. Benimki kuru kuruya bir hayranlık değildir. İnsanlık alemine katkı yapan büyük dönemler ve onların yetiştirdiği büyük insanlar vardır. İşte Osmanlı dediğimiz olgu da, İslam Medeniyetinin böyle bir yorumudur ve insanlığa büyük katkıda bulunmuştur. Bu katkının da ortaya çıktığı mekan, İstanbul’dur.”
 
Mezarlıklar şehirle iç içeydi
 
Ökten Hoca böyle mütevazı konuştukça hayranlığımız daha bir anlatıyor, daha bir dikkat kesiliyorduk konuşmalarına. Çocukluğumuzun kış akşamlarında büyüklerimizden dinlediğimiz o hikayeleri dinliyor gibiydik. Canlı bir tarih gelmiş, o güzelim İstanbul’u yazıyordu gönüllere. Hiçbir karşılık beklemeksizin, belki de o eski İstanbul’a duyduğu sadakatten, onu hiç olmazsa gönüllerde yaşatmak için yapıyordu bunu. Allahu alem! Ökten Hoca küçük bir nükteyle konuyu medeniyete getirdi. Biz kimdik ve diğerlerinden ne farkımız vardı? Mesela ölüm bize ne ifade ediyordu? Hoca şehir dokusu üzerinden çok basit bir örnekle açıkladı bunu:
 
“İslam Medeniyeti’nin Osmanlı uygulamalarında mezarlıklar yaşayanlarla iç içedir. Bir şehrin kapısından çıktığınız zaman mutlaka mezarlıktan geçmek mecburiyetindesiniz. Daha evvel mahalle dokusunu anlatmıştım. Mahalle dokusunda mutlaka bir kaç türbe vardır. Oradan geçen insan bir adım atsa birinden birine kavuşur. İster beğenin ister beğenmeyin, ister ölümden korkun ister korkmayın, Osmanlı uygulamaları hayatla ölümü içiçe hoş görmüş. Neden? Çünkü hiçbir insanın bir dakika fazla yaşayacağının garantisi yoktur. Osmanlı ölümü adeta muhlis hale getirmiştir. Mezarlıkları şehirden kaldırdığınız anda şehrin altından büyük bir temeli çekip almış olursunuz.”
 
Kalmadı mı Batı’dan bir farkımız!
 
‘Galiba Batı’ya bir koz daha verdik.’ diye düşünüyorduk. Bir replik vardır ya: ‘Ben namaz kılmıyorum, sen de kılmıyorsun. Ben içki içiyorum, sen de içiyorsun. Benden farklı bir şey yapmıyorsun. Bu durumda ya sen Hristiyansın ya da ben Müslümanım.’ Artık bunu da çok rahat diyebilirler zannedersem: “Ben ölümden korkuyorum, en az benim kadar sen de korkuyorsun.”
 
Biz bunları düşüneduralım Ökten Hoca şehir dokusunun insan üzerindeki etkilerinden devam ediyordu: “Bu şehirde bir dünya görüşünün hayata yansımasıyla oluşan bir doku vardı ve kendi içinde işleyen bir dokuydu. Siz gelip bu dokuya Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Ordu Caddesi vs. açarsanız dokunun içinde gizli olan dünyevi emelleri teşhir eder, hırsı ortaya çıkarırsınız. Ve bu hırs çok farklı biçimlerde içten gelen nefsani, beşeri bir kaynamayla ortaya çıkar. İnsanlar ilk başlarda utanır. Toplumun bazı normları vardır, o normlar dahilinde davranırsanız utanılacak bir şey yapmazsınız. Normlar değişirse utanma biçimi de değişir. Toplumun normlarını değiştirirseniz utanılacak bir şey yapmış olmazsınız.”
 
Her şeyin temelindeki duygusallıktan uzaklaştık
 
Ökten Hoca’nın bu ‘norm’ bahsi hafife alınacak gibi değil. Gerçekten fazla uzağa gitmeye gerek yok. Son 20 yılımıza baksak nice normları yıkıp yerlerine yenilerini koyduk. Normallerimiz değişti ve biz kendimizi hala eski ‘biz’ zannediyoruz. İsterse soğan ekmekle akşam edelim, babalarımızın İstanbul’uyla kıyaslarsak bugün bolluk içerisinde yaşıyoruz. Bakın Ökten Hoca o yılların Türkiye’sinden ufak bir örnek veriyor:
 
“1950‘lerin ortalarında fakir bir Türkiye vardı ve ancak gıdasını temin edebiliyordu. Savaş bitmiş fakat etkileri hala devam ediyordu. 1909 doğumlu dayım geldi bir gün, ağlıyordu. “Abla!” diyordu anneme, “Ben yarım kilo baklava aldım, hadi birer tane yiyelim.”
 
Konferans salonu buz gibi oldu bir anda. Yarım kilo baklavaya gözyaşı döken bir insan tasavvuru akıllarımızı biraz zorlamıştı. Hoca bu anekdottan sonra belki de tarihçilerin ufkunda bir ışık çakmak için farklı bir yerden bahsederek medeniyet idrakinin önemine bir kez daha değindi:
 
“Belki duymuşsunuzdur. İskenderpaşa diye bir semt ve onun bir camisi var İstanbul’da. O camide bir hoca efendi vardı: Mehmet Zahid Efendi. Türkiye’nin bu mistik tarihi bildiğim kadarıyla henüz yazılmadı. Zahid Efendi bir Nakşi şeyhi. Onun etrafında ciddi halkalar oluşmuştur. İşte Erbakan Hoca’nın başlattığı siyasi hareket orada başladı. Numan Bey’in partisi vs. oradan zuhur etti. Yani Türkiye’nin son elli yılında büyük etkisi var. Bu cami 1999 depreminde müthiş bir hasar gördü. Biz de teknik olarak gittik, baktık. Caminin hasar görmesi için ne gerekiyorsa yapılmış, yapan kendi cemaati. Bunu yapan insanlar çok iyi niyetli ama Osmanlı Medeniyet duygusallığının arka planına inememiş insanlar.”
 
Parantez içinde Erbakan üzerine
 
Dersimiz geçen cuma günüydü ve Ökten Hoca farkında olmadan belki de son kez hayattayken Erbakan Hoca’dan bahsetti. Buraya ufak bir anekdot eklemek istiyorum. Dino Merlin olarak tanınan Bosna’nın ünlü sesi Derviş Halidzoviç’e “Sen olmasaydın karanlığı ışık bilirdim.” dedirten Aliya İzzetbegoviç bakın ne diyor: “Türkiye’deki bütün siyasetçilerin hayalini toplasanız, Sayın Erbakan’ın yaptıklarına erişemez” 
 
Ökten Hoca eski evler ve yaşayanlarıyla günümüzü kıyasladığında hiç beklenmedik bir tablo ile karşılaştık. Biz alışmıştık ve neye alıştığımızın farkında bile değildik. Hoca’nın yoruma hacet bırakmayan sözlerine dikkat buyrun:
 
“Zannederdik ki ahşap ev eşittir fukaralık, sefalet, köhneliktir. Çok sonra öğrendik ki eğer iyi kullanırsanız son derece güzel bir mimari kompozisyon çıkar ortaya.”
 
Ahşap evleri terk etmemeliydik!
 
“Altı metre sokağa 15 metre ev dikerseniz tünele girmiş gibi olursunuz. Bir de arabaları dizdiniz mi, geçmek mümkün değil. Hafakan basıyor insanı. Peki oturanlar? Onlar nasıl durabiliyorlar? Açıklayayım: Alıştılar bu yüklerine. Şişman bir adam düşünün, 70 kilo ama tıbbi olarak 60 kilo olması gerekir. Eline on kilo yük versen ‘Of of!’ der, taşıyamaz ama on kilonun hamallığını yapıyor, alıştığı için farkında değil.” 
 
“Belki küçük yerel çözümlerle, oradaki dokuyu fazla bozmadan yaşayabilir miydi bilemiyorum fakat yaşasaydı çok güzel olurdu. Dünyada buna benzer başka bir şehir yok. Hele bu hayat tarzıyla...”
 
“Bir doku değişirken o dokunun barındırdığı insanlar da şüphesiz değişir. Yahut zaruret nedeniyle orada otururlar ve en ufak bir imkan ellerine geçtiği anda o dokudan firar ederler. Çünkü onların yapısıyla doku uyuşmazsa bu insan için büyük bir azap olur. Hele hele özgünü görmüş, o dokuyu yaşamış, çilesini çekmiş insanlar için farklı bir dokuda yaşamak çok zordur. Burada barınamayan insanların imkanı olanları, İstanbul’un birer sayfiyesi olan Göztepe, Erenköy, Kızıltoprak tarafına gittiler. Orada da apartmanlar vardı ama bahçeliydiler ve kat adeti azdı. İmkanı olmayanlar ise Avcılar, Büyükçekmece ve Küçükçekmece civarına gittiler ve böylece şehir boşaldı. Boşalan bu şehre yeni insanlar geldi ve bu insanlar para kazanmak istiyorlardı. Kapalıçarşı değişti, Tahtakale değişti, Mısır Çarşısı değişti ve yepyeni bir İstanbul’la karşı karşıya kaldık. Böylece daha çok üreten, daha çok satan, daha çok hareketli yaşayan ve hayata karşı hırsı olan bir İstanbul ortaya çıktı.”
 
“Kapitalizm kendi içinde tutarlı bir sistemdir. Bizim kodlarımız farklı.”
 
Osmanlı’ya ait kavramlar neden yükselişte?
 
“Neden şimdilerde giderek artan ‘Eski neymiş?’, ‘Osmanlı neymiş,?’, ‘Osmanlıca öğrenelim.’, ‘Osmanlı tarihine bakalım.’ sözleri dillendirilmeye başladı? Bu bir eksiklik, bir realite olmasa kimse bize bunu sormaz. Çünkü bir kimlik bunalımına doğru gidiyoruz. Modernitenin sunduğu kimliği biraz biraz tanımaya başladık, daha tam tanıyamadık. Biraz çerçevenin dışına çıkıp baktık ki bu kimlik bize uymuyor. ‘Biz kimiz?’ meselesi zor bir soru. Bir insanın buna cevap vermesi için oturup ciddi bir şekilde ilmi çalışmalar yapması lazım, yapamıyorsa yapanların sözünü dinlemesi lazım. Popülist akımlara papuç bırakmaması lazım.”
 
Kendimizi keşfetmek zamanıdır!
 
“Bugün İstanbul’da mekanlar artık bize ait olmaktan çıktı. Mesela sokaklar hep Avrupa taklidi, oradaki sokağın birer karikatürü. Neden karikatür diyorum? Çünkü oradaki reel sokak, o toplumun, o kültürün ürünüdür. Halkın yaşadığı sosyal maceranın mimariye yansımasıdır. Bizimkiler oranın taklidi. Bizim özgünlüğümüz eski ahşap evlerdi. Bizim bugün böyle bir konseptimiz var mı? Yok. Ama bunun farkında olmamız çok önemli bir hadise. Bunun farkında olun. Benim lafıma kulak asmayın, bizzat deneyin. Şöyle düşünün: ‘Benim bugün bu kılık kıyafetimle, heavy metal dinleyen kulaklarımla ne dinlemeliyim? İsmail Dede’yi mi dinlemeliyim, Zeki Müren mi dinlemeliyim, Orhan Gencabay mı? Ben neredeyim?’ Bu muhasebeyi lütfen yapın. Hiç kimseye kulak asmadan birebir yapın. Göreceksiniz ki tutarlı olabilmek için, bir bütünlük arzetmesi için bir takım gereksinimler var.”
 
 
 
Müellif: Abdullah Şahin / dünyabizim web sitesi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.