İlhami Güler: Çağdaş İslam Dünyasından Ortaçağ Manzaraları
Follow @dusuncemektebi2
İslam dünyası bu günlerde dinsel bağnazlığın, mezhep taassubunun doğurduğu şiddeti yaşamaktadır. Bu süreç genel olarak şöyle işlemektedir: Herhangi bir kültürel veya toplumsal kriz anında insanlar önce kendilerine göre bu krizin nedeni olarak bir “suç” tanımı yapıp buna göre bir suçlu(günah keçisi) bulup buna karşı kutsal bir şiddete başvurmaktadır.
Batılıların “karanlık” olarak niteledikleri Hırıstıyanlığın/Kilisenin egemenlik çağları olan ortaçağlar, Kilisenin yaratmış olduğu dogmatik bağnazlığı ve kitlelere uyguladığı dinsel şiddeti ifade eder. Ortaçağıların en ayırt edici vasfı , imanı/teslimiyeti güçlü ve fakat düşünmeyen insan demektir. Yaklaşık olarak M.S 6. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar süren engizisyonu, haçlı savaşlarını, aforozları, endülijansları, giyotinleri… ifade eder. Avrupa toplumları, ortaçağ karanlığını yaşarken, İslam dünyası 9. yüzyılda başlayıp 13. yüzyıla kadar devam eden kendi çiçeklenmesini, Aydınlanmasını, İslam barışını yaşıyordu. Bu dönemde felsefi-bilimsel düşünce aktif olduğu gibi, teolojik düşünce de büyük bir özgüvenle onlarca birbirinden farklı “Ekol” üretmiştir.
Selçukilerle başlayıp Osmanlılarla devam eden (13.yy’dan 19.yy.’a) Türk dönemi, yaratılan düşüncenin devlet ideolojisi olarak skolastik (medrese) leştirilerek sabitlenmesi ve bu düşünce-davranış kalıplarıyla büyük siyasal merkezi gövdelerin kurulduğu ve askeri-siyasal hegomonyanın devam ettirildiği yüzyıllardır. Bu dönemlerin halk/folk islamı ise, Türklerin kadim inanç sistemleri olan Şamanizmle uyumlu mistik/mitik(Tasavvuf) bir yapıya sahipti. Bu yüzyıllar, büyük ölçüde düşünsel olarak cepten yeme veya geviş getirme yüz yılları. 18. ve 19. yüzyıllar, Osmanlının kendi iç dinamikleri ile kendi modernitesini yaratamadığı için Avrupa’da yaratılan Aydınlanma, Rönesans, Reform, Hümanizm, Endüstri/Teknoloji devrimine yenilme yıllarıdır. 20. yüzyılın başlarında Osmanlı parçalanmış ve coğrafyasında 50’ye yakın ulus devlet kurulmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve 20. yüzyılın ilk yarısında İslam dünyasında düşünce ve kurumlarda yenilik yapmak isteyen bir düzine düşünür çıkmıştır: S.Ahmet Han, M. Abduh, R. Rıza, C. Afgani, M. Carullah, A. Kevakibi, Tunuslu Hayrettin, M. İkbal, Hasan el-Benna, M. Binnebi, S.Halim Paşa, Z. Gökalp, N. Kemal, Cevdet Paşa, M. Akif… İslam dünyasında kurulan totaliter tek parti ulus devletler, aile krallıkları, askeri diktatörlükler, fiili birer durum olarak çöküşün hasar tesbitini yapmadan Batılı güç odaklarına yaslanarak, yanaşarak 21. yüzyılın başlarına kadar gelmişlerdir. Çoğunluğu seküler olan bu totaliter yapılar, İslam’ı halkın hafızasına/vicdanına hapis etmiş ve bahsi geçen düşünürlerin tartışmalarının zenginleşerek daha verimli hale gelmesini engellemiştir.
1950’li yıllardan itibaren, İslam dünyasındaki totaliter seküler yönetimlere karşı Sünni dünyada temelini Hasan el-Benna’nın attığı , S.Kutup ve Mevdudi’nin geliştirdiği Selefi-Radikal “İhvanulmiüslimin” ve Şii dünyada ise “Usuli” ekole mensub –diğeri “Ahbari”- Humeyni’nin geliştirdiği politik-ideolojik haraketler, ezilen kitlelerin vicdanında makes bulurken; M.İkbal, A.Şeriati, A. Süruş, Fazlurrahman, R. Faruki, R. Garaudy, İ. Begoviç, R. Gannuşi, M. Cabiri, T. Abdurrahman, M. Arkoun, N.H. Ebu Zeyd ve H. Hanefi’nin geleneksel düşünce mirasını –Aydınlanma sonrası Felsefe ve Sosyal bilimlerden beslenerek- Teolojik ve Metodolojik eleştiriye tabi tutan birbirinden farklı “yenilikçi” projelerine pek kulak asılmamış ve iltifat edilmemiştir.
Türkiye'de 1970’lerden itibaren başlayan N. Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, yerel olarak M. Akif, N. Fazıl, S. Karakoç gibi şairlerin hamaset etkisini taşısa da; politik-ideolojik söylem o olarak birinci çizgiye bağlıdır. Türkiyede katı muhafazakâr dinsel cemaatler de giderek daha dogmatik/ideolojik ve politik-ekonomik bir çizgiye evrilerek güçlenmişlerdir. Her biri özel tv kanalında klasik dönemde üretilmiş teolojik bilgileri estetize ederek müritlerine anlatmaktadırlar.
Türkiyede yukarıda isimleri geçen “yenilikçi” düşünürlere sempati duyan “İslamiyat” dergisi çevresi, namı diğer “Ankara Okulu”, on yıllık parlaması ve prestijine rağmen muhafazakâr okur-yazarlarda pek yankı bulmamıştır. On yıl yayın hayatına devam eden bu dergi ve “Kitabiyât” yayınları, ekibin bir bölümünün bürokrasi aşkı ve ekonomik imkansızlıklar yüzünden dağılıp gitmiştir. Türkiyede Muhafazakâr siyaset, birinci kuşak ilahiyatcılardan M.S. Hatipoğlu, M.S.Aydın, Hüseyin Atay; ikinci kuşaktan M.S. Yazıcıoğlu, Ali Bardakoğlu, M.H. Kırbaşoğlu, M. İslamoğlu, İlhami Güler, M. Öztürk, Ömer Özsoy…gibi yenilikçi olanlar yerine; birinci kuşaktan H.Karaman, B. Topaloğlu, Lütfi Doğan, T. Altıkulaç; İkinci kuşaktan M.Görmez, Kamil Miras, R. Küçük, E. Sifil, F. Başer, İsmail Kara… gibi gelenekçilere ve bazı yaşlı medrese hatırası M.Emin Er, S. Yüksel, H. Gönenç gibi “alim”lere itibar etmektedir.
Bu arada mahza dinsel hakikatı temsil ettiğini iddia eden Cübbeli Ahmet, Evrenesoğlu, Haydar Baş, Adnan Oktar, Y. N. Öztürk …gibi “mehdi” veya “mehdiyet” figürleri ile, -klasik ülememızın “Allahu a’lem bissevap” tevazusuna karşıt olarak- Meşşai(Burhan) ve İşraki/mistik(nur) flozofların izini takip ederek mahza felsefi/mantıki, dinsel/mistik -hatta sanatsal-hakikatı bütünüyle kendinde taşıdığını-tükettiğini her fırsatta ifade eden/söyleyen(‘Ene’l-Hakk’); “Halk-ı cedid” yerine “Keşf-i Kadim”i öneren alaylı flozofumuz D. Cündioğlu ortaya çıkmıştır. Onu ortaçağa götüren husus, mutlak ve çok “bilmişliği/dogmatikliği”dir; yoksa “flozof”luğu ve multiculturallığı değil. Yazılarında yabancı müelliflerden bolca iktibas ettiği basit(tensli) cümleler, bunun kanıtıdır.
Teolojik-bürokratik kurumsal bir dini yapıya sahip olmamasına rağmen, dini düşüncenin yüzyıllardan beri donuk/dogmatik olması, yirminci yüzyılın başından itibaren totaliter siyasal yapılar ile birleşince İslam dünyasının ortaçağını başlatmıştır. İslam dünyası bu günlerde dinsel bağnazlığın, mezhep taassubunun doğurduğu şiddeti yaşamaktadır. İran devrimi ile Şii dünyada başlayan dinsel şiddet(cihad) ve ötekini “düşman” olarak “Günah Keçisi”leştirme ve “şeytanlaştırma”, Kuzey Afrikadaki radikal/selefi İslamcı hareketlere nisbi olarak nüfuz etmiş(Mısırda Tekfir ve Cihad, Cezayirde NLP), Filistin direnişinde Marxist devrimci şiddetten –seksenlerden sonra- “cihad” a dönüşmüş, on yıl süren İran-Irak savaşında her iki tarafca(Şii-Sünni) savaşın motivasyonu olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Afganistan’ın ABD tarafından işgal edilmesi, “Taliban”ı doğurmuş, Saddam’ın öldürülmesi ve Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi “el-Kaide”nin “cihad”ını geniş kitlelerde meşrulaştırmıştır. Bu iki örgüt, “cihad” telosu ile birlikte ciddi bir selefi dogmatik-fanatik zihinsel yapıyı da bünyesinde barındırmaktadır. ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile “cihad-şiddet” psikolojisi, Irak’ın içinde Şii-Sünni mezhep çatışması şeklinde iyice şiddetlenmiştir. Çeçenistan’da da uzun süren “cihad” direnişinden sonra, Rusya ile işbirliği yapanlar ile muhalifler arasında “tekfir”den kaynaklanan bir iç cihad-şiddet devam etmektedir. “Arap Baharı”, özünde diktatörlüklere karşı bir başkaldırı olsa da; diğer taraftan kendi içinde selefi-ılımlı ve Şii-Sünni ayrışmalarını da tetiklemiştir. Mısır ve Suriye bunun iyi birer örneğidir. Meşhur İslam alimi Ramazan el-Buti, Ümeyye camiinde bomba patlatılarak “cihad” saiki ile öldürülmüş, Lübnan’daki Şii Hizbullah, Suriyedeki muhalif Sünnilere karşı “cihad” ilan etmiş; Mısırdaki Sünni Ülema da, Esed-Hizbullah cephesine karşı “cihad” ilan etmiştir. Her iki taraf da birbirlerine “Allahu Ekber” nidalarıyla saldırmaktadırlar. Ayrıca Mısırda, Tunusda Selefi-İhvan-ı Müslimin ayrışması giderek derinleşmektedir. Pakistan’da uzun süreden beri bir taraftan “Taliban” ile Hükumet, diğer taraftan Sünniler ile Şiiler birbirlerine karşı dinsel motivasyonlu şiddete başvurmaktadırlar. “İslamileşen” yönetimler, düşünce açıklamasını ve kritiğini, kendilerince islami kutsallara/değerlere “hakaret” kabul eden engelleyici kanunlar çıkarmakta ve insanları cezalandırmaktadırlar. İslam ülkelerinin sosyal ve genel medyasını takip edenler, her gün binlerce fanatizm ve bağnazlık örnekleri ile karşılaşırlar.
Türkiye’de 70’li yıllardan itibaren Alevi-Sünni çatışması yaşanmaya başlamış, Sivasda(Madımak), Çorumda, K.Maraşta ve Erzincanda(Başbağlar) toplu katliamlar yaşanmış; seksenlerden itibaren ortaya çıkan “Kürd Hizbullahı”, cihad saiki ile akıl almaz cinayetlere(Domuz bağı, Ev mezarlar) başvurmuştur. Bütün bu süreçte “İntihar Bombacısı” diye psiko-patolojik bir insan tipi türemiştir. Yetmişli yıllarda “sol-sağ” çatışması yaşayan Türkiye, seksenlerden itibaren Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Laik-Muhafazakâr/Dindar fay hatları ile bölünmüş ve etnik-mezhepsel kimlik siyaseti gelişmeye başlamıştır. Son yıllarda “futbol” yönetimi mafyalaşırken, taraftarlığı da fanatikleşerek/holiganlaşarak aşırı şiddete kaymıştır.
Hz.İsa’nın hayatında ve İncillerdeki onca barış, af, sevgi, hoşgörü ve merhamet vurgusuna rağmen, altıncı yüzyıldan itibaren Teologların ve Kilisenin zorlaması ile Ortaçağda kendilerinden olmayanlar, kurban edilmek üzere “Günah Keçisi” yerine konarak dinsel şiddet ve bağnazlık yaratıldığına göre; hem peygamberinin hayatında, hem de kutsal kitabında(Kur’an) korunma ve zulmü engelleme saikli şiddet(cihad, kital) barındıran Müslümanların yalan-yanlış analojilerle şiddet ve terör üretmemeleri mümkün değildir.
Bu süreç genel olarak şöyle işlemektedir: Herhangi bir kültürel veya toplumsal kriz anında insanlar önce kendilerine göre bu krizin nedeni olarak bir “suç” tanımı yapıp buna göre bir suçlu(günah keçisi) bulup buna karşı kutsal bir şiddete başvurmaktadır. Çoğu zaman bu günah keçisi, şiddete baş vuranların kendi benliklerinin karanlık yönünün(zaafların, çıkmazların, başarısızlıkların) ötekine yansıtılarak şeytanlaştırılmasıdır. Günah keçisi bize musallat olan yabancılaşmış benliğimizden başkası değildir. Aşina, tanıdık ve aynı olmayanı –muhalif olanı-kötü, şeytan ve canavarlaştırmak, ilkelliğin bir göstergesi olarak her toplumda her zaman ortaya çıkabilecek bir tutumdur.
Erken dönemde yaşanan kısa süreli bir “iç savaş(büyük fitne)”tan sonra, İslam toplumu klasik çağında “aşkın” ahlaki ilkelere(İ’lai kelimetullah/nizam-ı alem) yönelerek –ganimet ve hakimiyet tutkusu ile karışık olsa da- kendinden olmayanlarla birlikte yaşamayı başaran -ve bilmediğini ötekinden öğrenebilen- çok uzun süreli bir “Barış toplumu” yaratmayı başarabilmiştir. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiyede devrimcilerin yarattığı “Günah Keçileri” Gericiler, Dinciler, Tarikatçılar ve Şeriatçılardır. Dindarların yarattığı “Günah Keçileri” ise Dönmeler, Yahudiler, Masonlar, M.Kemal ve İ.İnönüdür. Yetmişli yıllarda “Komünisler” ve “Faşistler” günah keçilerimizdi. Özetle Ortaçağlaşmanın en bariz göstergesi olarak “Günah Keçisi” yaratma veya ötekini/muhalifi “Canavarlaştırma”, uluslararası deyimi ile “Teröristleştirme” hızlanarak devam ediyor.
Hafızalardaki kara bir leke olarak kalan 28 Şubat
Düşünce özgürlüğ ve töleransı konusuna gelecek olursak, yüzyıl önceki özgürlük ve tölerens, totaliter ulus devletlerin kurulması ile ortadan kaybolmuş, Batının bölge üzerinde kurduğu ekonomik ve politik hegomonya, içerdeki totaliter baskı ile birleşince bireylerdeki özgüveni yıktığı gibi, düşünce özgürlüğünü de ortadan kaldırmıştır. Düşüncenin politik-ideolojik karakterinin baskın olması, onu dogmatik, katı muhafazakâr ve gelenekselci bir kalıba sokmuş; 13. yüzyıldan itibaren donmuş olan teolojik düşünce(medreseleşme/skolastisizm), 19. yüzyılda tekrar canlanmaya başlayan embriyo halindeki entelektüel, bilimsel, felsefi, kritik, reformcu karakterini kaybettirmiştir. Hafıza/tarih(inanç) devreye girince, akıl ve şuur, özgüven ve yaratıcılık zayıflamıştır. Modern düşüncenin yarattığı şok karşısında İslam Dünyası, postmodern nihilizm ile akraba olan ortaçağda Moğol istilasından sonra yükselişe geçen sürrealist mistik figürlerine(Mevlana, İbn Arabi, Konevi, Y.Emre, H.Bektaşi Veli…) sarılmaktadır.
İslam dünyasındaki İslami Araştırma Merkezleri/Enstitüleri , Şeriat, İlahiyat ve Usuliddin Fakülteleri, Medrese havzaları(Kum ve Necef) Batıda son üç yüz yılda üretilen insan bilimlerine ilişkin birikimi aşağılık/gerilik kompleksinden kaynaklanan bir saikle bütünüyle “Oryantalist”, “Emperyalist” veya “Gavur”luk ithamı/gerekçesi ile yeterince ciddiye ve dikkate al(a)mamaktadır. Dikkate alanları da “Oryantalist çömezi” veya “Modernist” diye tahkir ve tezyife çalışmaktadır. Klasik dönemde üretilen “Teolojik Akıl”, kendini yaratılan İnsan bilimlerinin, Yorum disiplininin ve Felsefi düşüncenin verileri ile yenilemeye cesaret edememektedir. Oysa, erken dönemde Müslümanlar, “Hikmet müminin yitiğidir” ve “İlim Çin’de dahi olsa alınız” özgüven mottoları ile dünyanın bütün kültür merkezleri ile karşılaşmayı ve onlarla senteze girmeyi göze alabiliyorlardı(Tasavvuf ve İslam Felsefesi). Bu kurumların kütüphaneleri, daha ziyade klasik islam kaynakları ile doludur.
Örneğin, Türkiyedeki YÖK e atanan ilahiyatçılar, İlahiyat Fakültelerindeki felsefe ve sosyal bilimler ile karışık olan ders proğramlarını fazla Felsefi-Seküler bularak “Hadis- Kur’an, Tefsir” ağırlıklı olarak revizyona tabi tutmuş; Temel İslam Bilimlerinden(Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh) öğretim üyelerinin Avrupa üniversitelerine araştırma yapmak için gitmelerini –yasal bir engel olmamasına rağmen “bozulurlar” gerekçesi ile- engellemektedir.
Özetle, İslam’ın Ortaçağı İster dinsel şiddet, isterse düşünsel daralma, dogmatizm ve psikolojik bağnazlık ve fanatizm olarak değişik boyutları ile giderek yaygınlaşarak devam ediyor.
*Gelenekten Geleceğe Dergisi, Eylül 2014
Henüz yorum yapılmamış.