Sosyal Medya

Prof. Dr. Ekrem Demirli: Tasavvuf Dinin zorluğundan kaçanların bir dinlencesi değildir

Çok özel ve çetin bir yol olan tasavvufun sularında bilen bilmeyen herkes kulaç atmaya çalıştığı için, meseleleri bir bilenle konuşalım istedik... Dünyanın çivisini çıkaranların sûretlerine, metafiziğin sonsuzluğundan çıkarılmış sıcacık ve samimi inciler çarpmaya devam ediyoruz. Yılmadan, bıkmadan ve ümitle...



Prof. Dr. Ekrem Demirli ile ilk kez yıllar evvel Viyana’da tanışmıştım ve birazcık sohbetten sonra çok zor bir alanda müthiÅŸ bir iÅŸtiyak ve heyecan ile çalıştığını fark etmiÅŸtim... Kendisi çok meÅŸakkatli ve zor bir alan olan tasavvufun derin sularında yüzen elmasların ve ilk gördüÄŸümüzde belki de tanıyamayacağımız incilerin ahvalini bizlere tercüme ediyor. Bunların yanı sıra bazen kendi incilerinden de faydalanmamıza müsaade ediyor. Ä°ÅŸte bu hasbihâl böyle bir müsaadenin eseri. Ä°bnü’l Arabi ve Konevi hazretlerinin mümtaz eserlerinin, tercüme yoluyla bizlere ulaÅŸmasını saÄŸlayan ve Ä°stanbul Üniversitesi Ä°lahiyat Fakültesi’ndeki görevine devam eden Prof. Dr. Ekrem Demirli hocamızın “Sadreddin Konevi’de Bilgi ve Varlık”, “Fusûsu’l-Hikem Åžerhi”, “Nazari Tasavvufun Kurucusu: Sadreddin Konevi”, “Ä°slam MetafiziÄŸinde Tanrı ve Ä°nsan: Ä°bnü’l-Arabi ve Vahdet-i Vücûd Ekolü”, “Ä°bnü’l Arabi MetafiziÄŸi” baÅŸlıklı çok mühim telif eserleri de var. Çok özel ve çetin bir yol olan tasavvufun sularında bilen bilmeyen herkes kulaç atmaya çalıştığı için, meseleleri bir bilenle konuÅŸalım istedik... Dünyanın çivisini çıkaranların sûretlerine, metafiziÄŸin sonsuzluÄŸundan çıkarılmış sıcacık ve samimi inciler çarpmaya devam ediyoruz. Yılmadan, bıkmadan ve ümitle...
 
Efendim çok deÄŸerli telif ve tercüme eserleriniz var. Muhyiddin Ä°bnü’l Arabî hazretlerinin 18 ciltlik Fütühât-ı Mekkiyye ve Fusûsu'l-Hikem adlı eserlerini dilimize kazandırdınız. Ayrıca Fusûsu’l-Hikem’i Cumhuriyet tarihinde ilk olmak üzere ÅŸerh ettiniz. Bunların yanı sıra Sadreddin Konevi, Ä°bn Sina, Abdürrezzak KaÅŸani, Abdülgâni en-Nablusi, Ebû'l-Alâ Afifi, Annemarie Schimmel gibi mühim ÅŸahsiyetlerden tercümeleriniz var. Çok zor bir alanda müthiÅŸ çalışmalar sarf ediyorsunuz. Bu eserlerin tercümeleri ve aynı alandaki telif eserleriniz aracılığıyla ilim irfan dünyamızı zenginleÅŸtiriyorsunuz. Türkiye ve Türkçe açısından bakacak olursak, tasavvuf ile aramızda nasıl bir irtibat var? Bu konu hakkındaki düÅŸüncelerinizi öÄŸrenebilir miyiz?
 
Tasavvuf ile aramızdaki irtibatı doÄŸrudan ve dolaylı olmak üzere iki kısımda ele almak mümkün: Ä°slam ile ilgili her insanın hayatında -adı konsa da konmasa da- tasavvufun bir yeri vardır, bu kaçınılmazdır. Çünkü tasavvuf esas itibarıyla Allah’ı tanımanın bir tarzıdır; daha doÄŸrusu bir Müslüman için Allah’a baÄŸlanmak, O’na iman etmek, tevhidi bilmek olmazsa olmaz ise tasavvuf da tam burayla ilgilidir: Allah’ı ve tevhidi bilmek! Tasavvuf bu bilme-tanıma sürecinin insanın ahlakî bir varlık olarak kemale ermesiyle gerçekleÅŸeceÄŸini düÅŸünür. Bu bakımdan tasavvuf, bir Müslümanın hayatındaki pek çok kavramla ve düÅŸünceyle ilgilidir, onun hayatındaki sıradan anlamlı kavramlara ve kelimelere bir derinlik getirir. Bununla birlikte Müslümanların bir kısmı tasavvufun zaman içinde yol açtğı birtakım tartışmalar ve ortaya çıkan yozlaÅŸmalar nedeniyle böyle bir ismi kullanmayı gereksiz sayar veya yanlış bularak ondan uzaklaşır. Bu durum tasavvufun onun hayatındaki ana temalarla ilgili olması olgusunu deÄŸiÅŸtirmez. Müslümanların bir kısmı ise bu irtibatı daha iyi fark ederler ve tasavvuf ile irtibatlarını tasavvufun kavramlarıyla anlatırlar. Bunlar bazen bir tarikat içinde de bulunabilirler. Fakat önemli olan mesele Ä°slam’ın genel ilkeleriyle tasavvufun irtibatını düÅŸünerek bu irtibatı kurmuÅŸ olmalarıdır. Buna, tasavvuf ile Müslümanların hayatındaki doÄŸrudan irtibat diyebiliriz. Tasavvuf onlara ihlâsı öÄŸretir, nefislerini nasıl tezkiye edeceklerini, kibirden nasıl uzaklaÅŸacaklarını, Allah’a nasıl daha iyi yaklaÅŸabileceklerini öÄŸretir. Bu birinci meseledir. Ä°kinci mesele tasavvuf ile insanların dolaylı irtibatıdır. Tasavvuf, Ä°slam  tarihinde ve kültüründe pek çok alanda etkisini göstermiÅŸ bir disiplindir. Bu anlamda, sanattan ÅŸiire ve toplum hayatına deÄŸin pek çok alanda tasavvufun izlerini görmekteyiz. Hiç kuÅŸkusuz burada ÅŸöyle bir noktaya varmak doÄŸru olmaz: “Ä°slam içindeki bütün edebî ve sanatsal etkinlikler bir tasavvuf hareketidir,”; bu haksız bir deÄŸerlendirme olabilir. Toplumsal alandaki bütün kurumları tarikatlarla ilgili görmek de bir hatadır. Ancak tasavvufun hayatın bu alanlarına dikkate deÄŸer katkıları olmuÅŸtur. Bu meyanda söz konusu etkiler çeÅŸitli yollarla bireye ulaşır ve her insan belirli bir ölçüde tasavvuftan nasiplenir. Bu da dolaylı etkilerdir. Her iki etkiyi de günlük hayatımızda görürürüz ve tasavvuf, bilerek veya bilmeyerek hayatımızda yer edinir. Bu bakımdan kelimelere, kurumlara takılmadan tasavvufu ne ise o hâl üzere anlamak lazımdır. Tasavvuf öncelikle bireysel ve toplumsal kısımlara kısmen uzanan bir dini ahlak, buna baÄŸlı olarak, bir akıl ve nefs terbiyesi, bunun öÄŸretisi ve talimi, nazari-metafizik düÅŸünce, hayatı bu istikamette yaÅŸamayı ve düzenlemeyi hedefleyen bir disiplinin adıdır.
 
Bu anlamda “Nazari Tasavvufun Kurucusu: Sadreddin Konevi” baÅŸlıklı bir eseriniz var. Sadreddin Konevi ve Muhyiddin Ä°bnü’l Arabi hazretleri arasındaki rabıta ve bu rabıtanın Konevi üzerinden coÄŸrafyamıza etkileri hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?
 
Ä°bnü’l Arabi, sadece tasavvuf tarihinin deÄŸil bütün Ä°slam düÅŸünce tarihinin en etkili birkaç düÅŸünüründen biridir. Onun kadar kavram üreten, tikel konularla nazari konuların irtibatını kurabilen az insan vardır. Bu yönüyle Ä°bnü’l Arabi gerçekten de kendisiyle sonrasını birbirine baÄŸlayan bir köprüdür. Bu köprü insan, Åžam’dan Malatya’ya ve Konya’ya gelmiÅŸ, Konevi’yi yetiÅŸtirmiÅŸ ve bu bölgenin bir merkez hâline gelmesini saÄŸlamıştır. Konevi onun en önemli talebesidir, daha sonra ise onun kısmen geniÅŸ ve dağınık kabul edebileceÄŸimiz eserlerine istikamet kazandırmış, onlardan sistematik bir düÅŸünce inÅŸa etmiÅŸtir. Konevi ile Arabi arasındaki bağı ben bu noktada görmekteyim. Bunu baÅŸka yönlerden ele alan, aradaki akrabalık ihtimalinden söz edenler var, hatta bunlar Abdurrahman Cami gibi sûfilerde de yer alır, ben onunla ilgilenmem. Benim için Ä°bnü’l Arabi ile Konevi irtibatı metafizik düÅŸüncenin yeniden ve –dikkatinizi çekerim- son kez inÅŸa edildiÄŸi bir zeminde kurulmalıdır. Her ikisi de bu dönemi Ä°slam marifetinin zirvesi kabul ederler. Bu çok önemli bir bilinçtir ve büyük bir iddiadır. Bir insan kendi devrini bütün tarihin kendisine doÄŸru aktığı bir zirve olarak kabul ediyor. Ä°bnü’l Arabi bu bakımdan çok önemli bir tarih yorumcusudur aynı zamanda! Ä°nsan ve zaman-tarih iliÅŸkisini en iyi ele alan isim Ä°bnü’l Arabi’dir. Bu bakımdan Ä°bnü’l Arabi çaÄŸdaÅŸ düÅŸüncede izlerini gördüÄŸümüz pek çok konuya ışık tutabilecek unsurlara sahiptir. Konevi’yle birlikte bu süreç ikmal edilmiÅŸtir, metafizik yeniden ve son kez kurulmuÅŸtur. Artık o ikisinden sonra kendileri gibi büyük düÅŸünür gelmemiÅŸtir; ne kelâmda ne Ä°slam disiplinlerinin herhangi bir alanında! Tasavvuf için de zaten öyle bir ÅŸey beklenmezdi. Bu nedenle onlara ÅŸeyh-i ekber ve ÅŸeyh-i kebir dendi. Bunlar tarikat kavramı olarak anlaşılacak nitelemeler deÄŸildir. “Åžeyh”, Ä°slam düÅŸünce kavramıdır ve “kurucu düÅŸünür” demektir; birisi daha kapsamlı ve geniÅŸ düÅŸünür iken öteki büyük fakat birinciye göre ikincil olan düÅŸünürdür.
 
Bazı yazılarınızda “Büyük Anadolu”dan bahsediyorsunuz, bu tanım böyle bir buluÅŸmanın bir sonucu öyleyse...
 
Selçuklu Osmanlı CoÄŸrafyası da diyebilirim. Bunun yanı sıra Pakistan’dan Hindistan’a kadar uzayan etkileri de olmuÅŸtur. Fakat ana merkez Konya-Åžam, Hicaz ve Kahire hattıdır. Bu bölgedeki en güçlü ve verimli düÅŸünce geleneÄŸi bu gelenek olmuÅŸtur. Bu nedenle hepimizin üzerinde ÅŸu veya bu ölçüde bu düÅŸüncenin izleri vardır. Gerçekte coÄŸrafyaları birleÅŸtiren bir düÅŸünce vardır burada. Ä°bnü’l Arabi ve Konevi’yle pek çok ÅŸehir kardeÅŸ olmuÅŸtur, birbirini tanımayan insanlar birbirini tanımıştır. Ä°slam içinde çatışan ekoller Ä°bnü’l Arabi’de uzlaÅŸmıştır. Büyük bir uzlaÅŸmadır Ä°bnü’l Arabi ve Konevi! Ä°slam içindeki ihtilafları ortadan kaldıran bir proje olarak okuyabiliriz vahdet-i vücûdu.
 
 
Ä°nsanlığın tekâmülünde metafiziksel düÅŸünce yapısı malumunuz çok önemli bir yere sahip. Ä°nsan dediÄŸimiz canlı, soyut düÅŸünebilen metafiziksel bir varlık. Baktığımızda bizleri ilkel kabilelerden ayıran önemli özelliklerden biri bu. Günümüzde insanların soyut düÅŸünebilme yetisi sanki gittikçe zayıflıyor. Soyut alanı somuta indirgeyerek dönüÅŸtürme çabaları var. Sanki modern bir ilkellik söz konusu. Modern bireyin metafizikle iliÅŸkisi nasıl sizce?
 
Ben bu irtibatı çok zayıf bulsam bile, bu da modern bir durum ve bilinçtir. Çünkü bu modern bilinçle ben irtibatın insanca kurulduÄŸunu düÅŸünürüm, insan bundan yüz çevirdiÄŸinde ise irtibatın zayıfladığını sanırım. Hâlbuki klasik metafizikçiler bunu böyle kabul etmez. Her ÅŸeyden önce Tanrı insan irtibatı, insanın iradesine bırakılmış bir ÅŸey deÄŸildir veya burada çok sınırlı bir iradeden söz etmek mümkündür. Mesela günlük hayatta insan Tanrı’yı arayan bir varlık olarak kendini kabul eder; neticede bulur veya bulamaz. Fakat “arama” salahiyeti onun elindedir. Müslüman düÅŸünürler bunu kabul etmezler. Onlara göre “arayan” bizzat Allah’tır. Hiç kuÅŸkusuz Allah adına “aramak” tabiri zihne güç gelir. Fakat cümleyi ÅŸöyle tasrih edebilirim: Ä°nsan talebini önceleyen Allah’ın insan hakkındaki iradesidir. Allah kendini tanıtmak istediÄŸi için insan O’nu aramaktadır. Bunun tersi doÄŸru deÄŸildir. Ä°slam metafizik anlayışı bu düÅŸünceye dayanır. Bu nedenle klasik metafizik, kelimenin hakiki anlamıyla öznesi Allah olan bir anlayıştır. Burada insan edilgen ve “fakir”dir. Fakat bir paradoks olarak bu fakirlik içinde kendini özne ve muktedir sayar. Üstelik bu durum zaman ve mekâna göre deÄŸiÅŸmez. Her zaman insan Allah irtibatında hakiki özne Allah’tır ve bu irtibatı belirleyen O’nun iradesidir. Çağımızda da böyledir. Çağımızda insanların Allah ile irtibatlarını yorumlayabilecek bir marifet perspektifine ihtiyaç var. Klasik metafizik gelenek açısından, irtibat sabittir, sadece tarzları deÄŸiÅŸir. “Tecellide tekrar yoktur ve her an Allah yeni bir ÅŸe’ndedir.” Metafizikçiler böyle düÅŸünerek Allah ile insan irtibatını baÅŸka türlü ele alırlar.
 
Bu anlamda Ä°slam’ı, insanlığın tekâmülü konusu çerçevesinde metafiziksel düÅŸünce olarak diÄŸer dinlerden ayıran ögeler nelerdir acaba?
 
Ä°slam’ı Ä°slam kılan en önemli hususiyet tevhit ilkesidir. Tevhit ilk bakışta basit ve anlaşılır gibi gelen bir meseledir. Gerçekte ise tevhidin anlaşılması bütün Ä°slam mirasının anlaşılması demektir. Müslümanlar Hicaz’da iken, tevhit ilkesini kabaca putperestliÄŸi reddetmek ve Allah’ı birlemek olarak anladılar. Pek çok Müslümanın idrâkinde tevhit birlik olarak kaldı. Ancak Müslümanlar Post-Hicaz’da tevhidin birlik ile sınırlı bir ÅŸey olmadığını kısa zamanda anlayacaklardı.  Daha doÄŸrusu Allah’a bir demenin ne büyük sorunlarla yüzleÅŸmek olduÄŸunu Post-Hicaz evresinde idrâk edeceklerdi. DoÄŸu Akdeniz’e yerleÅŸince, Ä°slam mamur bir coÄŸrafyaya yerleÅŸmiÅŸ oldu. Burası kelimenin teknik anlamıyla “ümmî olmayan” bir yerdi. Hiç kuÅŸkusuz bireysel anlamda ümmî olmak okur-yazarlıktan yoksun olmaktı. Sosyolojik olarak ümmîlik ise bilim ve düÅŸünce geleneklerinden yoksun kalmaktı. Hz. Peygamber bireysel olarak ümmî, Hicaz ise sosyolojik olarak ümmî bir yerdi. Ä°slam’ın Hicaz sonrasında ulaÅŸtığı yerler kelimenin bu anlamıyla ümmî olmayan yerlerdi. Burada hayat baÅŸka türlü yorumlanmış ve hemen her konuda büyük teoriler vardı. ZerdüÅŸtlük, Hristiyanlık, Mısır’daki çeÅŸitli dinî gelenekler vs. pek çok felsefî ve dinî gelenek vardı. Ä°slam bunlarla tevhit ilkesi üzerinden hesaplaÅŸtı. Åžer (kötülük problemi) sorununu fark ettiler ve ZerdüÅŸt teoriyle hesaplaÅŸtılar. Artık tevhidi savunmak, düalist evren görüÅŸüne karşı iyinin ve kötünün kaynağı olarak Allah’ı görmek demekti. Hristiyanlığı tanıdılar –ki bu Hristiyanlık Hicaz’dakinden daha karmaşıktı- ve artık tevhit Tanrı-Âlem iliÅŸkisini teslis ile çözmemek demek olacaktı. Felsefi inançlarla karşılaÅŸtılar; deizmi reddetmeyi, tevhidi savunmak olarak gördüler. Kısacası Ä°slam, Post-Hicaz’da tevhidi dinî ve felsefî inançlara karşı savunurken kendi dünya algısını insanlık için bir çare olarak ortaya koydu. Tevhit ilkesi önce yeterli ve mükemmel bir Tanrı anlayışı demekti. Bu sayede Tanrı ile insan arasındaki aracı varlıklar reddedildi, dinamik bir âlem yorumu ortaya çıktı. Kötümser teoriler çökertildi, ruh beden karşıtlığı, Âdem-Havva kavgası bitirildi. Ä°nsanlık bedeniyle, dünyayla, hemcinsiyle barıştı. Bunlar tevhit ilkesinin istilzam ettiÄŸi durumlardı. Bence Ä°slam’ın tarihi, tevhidin farklı inançlara karşı savunulması tarihi olarak görülebilir. Ä°slam ortaya her ne koyduysa bu ilke üzerinden ortaya koydu. Günümüzde, Müslümanların tevhidin bu derin anlamını idrâk etmeye çok ihtiyaçları vardır. Çünkü tevhit sadece Allah ile ilgili bir mesele deÄŸil, insanın ahlâki yetkinleÅŸmesini saÄŸlayan dönüÅŸtürücü bir inançtır. Tevhidi kabul eden insan ile etmeyen insan, bir aÄŸaca, bir insana vs. farklı gözle bakmak zorundadır.
 
Dünya tarihine adını yazdırmış birçok edebiyatçıda ve filozofta mistik kitapların etkilerini görüyoruz. ÖrneÄŸin Kafka’nın, Borges’in Yahudilerin mistik kitabı Kabbala’dan etkilendiklerini biliyoruz. “Kafka ve Kabbala”, “Borges ve Kabbala” baÅŸlıklı kitaplar var. Hatta pozitivizmin öncülerinden Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein’ın “Tractatus logico-philosophicus” adlı meÅŸhur analitik eserini yazarken dahi Kabbala’dan esinlendiÄŸine dair bir konferans dinlemiÅŸtim. Bizde de tasavvuf ve edebiyat iliÅŸkisine rastlanıyor. Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin “A’mâk-ı Hayâl”, Ferîdüddîn-i Attâr’ın “Mantıku’t Tayr”, Hoca Ahmet Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet” adlı eserleri bu iliÅŸkiye dair örnekler. Bunların yanı sıra bazı popüler edebi eserlerde de tasavvuf iÅŸleniyor. Edebiyat, felsefe ve tasavvuf iliÅŸkisi hakkında ne düÅŸünüyorsunuz?
 
Edebiyat-tasavvuf bağı çeÅŸitli yaklaşımlara göre olumlu veya olumsuz olarak ele alınabilecek karmaşık bir iliÅŸkidir kanaatimce! Her ÅŸeyden önce büyük düÅŸünürlerde mistik etkilerin bulunması meselesi ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir meseledir. Siz zikretmediniz ben söyleyeyim, Martin Heidegger’de de Meister Echart’ın büyük etkisi vardır. BaÅŸka isimler de zikredilebilir. Fakat burada meseleye nasıl bakmak gerekir? Son örnekten yola çıkarak ÅŸöyle soralım: Acaba bu etki Echart’ın olumlayacağı tarzda ve derinlikte bir etki midir, deÄŸil midir? Bence ve –daha önemlisi meselenin uzmanı olan- araÅŸtırmacılara göre deÄŸildir. Öteki düÅŸünürler için de benzer bir ÅŸeyi söyleyebiliriz. Burada büyük düÅŸünürlerin katı gelenekten uzaklaÅŸmak ve bazı basit unsurlarla düÅŸünceyi zenginleÅŸtirmek için mistisizmi bir araç olarak kullandıklarını düÅŸünebiliriz. Mistisizm gibi her düÅŸünce böyle bir araç hâline gelmeye müsait olabilir. Daha doÄŸrusu bir büyük düÅŸünür her ÅŸeyi “araç” hâline getirebilir, bunlardan birisi de mistik düÅŸünce olabilir. Bir ÅŸeyde etkinin bir sınırını kavramak lazımdır. Etki bir ÅŸeyi zenginleÅŸtirmekle sınırlı kaldığı sürece, bunu etki eden için deÄŸil, etkilenen için bir baÅŸarı sayarım. Heidegger bu etkilenmede daha kazançlı çıkmıştır mesela, çünkü Echart’ın kavramlarının içini boÅŸaltarak baÅŸka bir baÄŸlamda kullanmıştır. Ancak etki, etkilediÄŸi ürünü dönüÅŸtürmüÅŸ ve onu baÅŸka bir zemine taşımışsa burada olumlu ve kurucu bir etkiden söz etmek gerekir. Edebiyat alanında bu ikinci etkinin örneklerini en azından modern zamanlarda bulmak pek mümkün deÄŸil gibi geliyor bana! Bu nedenle edebiyat ile tasavvuf iliÅŸkisi çok sorunlu unsurlar içeriyor.
 
Mesela “aÅŸk” bahsi var... Çok fazla eserde “aÅŸk” ve “tasavvuf” iÅŸleniyor güya ama çok sorunlu...
 
Evet, aÅŸk bahsi bu sorunlu alanın örneklerinden birisidir. Sûfilerin aÅŸk hakkındaki düÅŸünceleri ile edebiyatçıların bundan ne anladıkları meselesini baÄŸdaÅŸtırmak güçtür. BaÅŸka konular için de aynı ÅŸeyi söyleyebiliriz. GülÅŸen-i Raz, edebiyatçılardaki çeÅŸitli sembollerle bu sembollerin hakiki anlamları arasındaki çeliÅŸki üzerinde durur. Bu eser tasavvuf ile edebiyat arasındaki iliÅŸkide dikkate alınması gereken bir eserdir kanaatimce! Sizin verdiÄŸiniz örneklere de dönmek gerekir, Hoca Ahmet, Yunus Emre, Attar gibi isimler edebiyatçı deÄŸil, doÄŸrudan sûfi isimlerdir. Bunlar birer derviÅŸtir, tasavvufu bir hayat tarzı olarak yaÅŸamış, hatta tasavvufun kurucu isimleridir. Onları edebiyatçı baÄŸlamında ancak ikincil olarak kabul etmek gerekir. Filibeli için aynı kanaatte deÄŸilim. Filibeli’nin, A’mâk-ı Hayâl adlı eseri, çaÄŸdaÅŸ edebiyatın tasavvuf telakkisi baÄŸlamında çok sorunlu bir örnektir. Bence bu kitap bir tasavvuf eseri hatta tasavvuftan etkilenen –bahsettiÄŸim anlamda- bir eser deÄŸildir. Adı üstünde hayalin derinlikleriyle ilgili insan üzerinde bir soruÅŸturmadır. Temel meselesi kötülük sorunu üzerinden “Hakikat nedir?” sorunudur. Vardığı netice dinî düÅŸünceye uygun olsa bile, burada tasavvufi bir metinden söz etmek için çok iyimser olmak gerekir.  Yazarın bunun için ÅŸeyhe atıf yapması, rüyalar, mezar vs. gibi unsurlar kullanması bu metni tasavvuf metni yapmaz. Bence Filibeli’nin eseri bir tasavvuf eseri hatta tasavvufun derinden etkilediÄŸi bir eser deÄŸildir; tasavvufi unsurları bolca kullanan ve malzemesi tahayyül olan edebi –ne ölçüde edebi olduÄŸu benim meselem deÄŸil- bir eserdir. Tasavvuf, hakikati idrâk etmede aklın sınırlılığı ile hayalin geniÅŸliÄŸinden geçerek hakikate doÄŸru bir yolculuktur. Edebiyat hayal ve onun sınırlarında kaldığı sürece tasavvuf ile yüzeysel ve araçsal bir iliÅŸki kurmak zorundadır. Çünkü hayal, edebiyatçının –ve çağının- aklının ürünüdür; ne kadar akılla çeliÅŸir gözükse bile hayal aklın bir türevidir. Tasavvuf ise nihaî hakikati, muhayyel ve makûlün üzerinde bulur; ifadesinde ise hayal ve aklı kullanır.
 
Edebiyatta tasavvufi unsurlar kullanılıyor dedik, malumunuz son zamanlarda benzer tasavvufi ögeler bazı TV dizilerinde iÅŸleniyor. Belki iÅŸlenen ÅŸahsın eserlerine ilgiyi arttırıyor bu durum. ÖrneÄŸin Muhyiddin Ä°bnü’l Arabi gibi metafiziÄŸin zirvelerinden seslenen bir ÅŸahsın bir TV dizisinde konu edilmesi, popülerleÅŸtirilmesi hakkında ne düÅŸünüyorsunuz?
 
Bir düÅŸüncenin yaygınlaÅŸması için elveriÅŸli bütün imkânlar kullanılabilir ve mutlaka kullanılmalıdır. Avrupa’da Hz. Ä°sa’nın filmlerini yapıyorlar, hem de defalarca! Ä°bnü’l Arabi’nin, Mevlânâ’nın filmini yapmak bir sıkıntı deÄŸil. Bu bakımdan ben burada bir sorun görmüyorum. Ä°bnü’l Arabi veya baÅŸka birisi hakkında film yapılabilir, dizi çekilebilir, görüÅŸlerinden hareketle senaryolar yazılabilir vs. Fakat burada üzerinde durulması gereken ÅŸey, meselenin ciddiyet içinde ele alınmasıdır. Bu da her iÅŸte böyledir. BahsettiÄŸiniz diziye gelirsek, bir dönem içinde bulunduÄŸum fakat nihayetinde doÄŸru bulmadığım bir iÅŸtir o! Diziyi yapanlar danışman olmam için teklifte bulunduklarında  (Ä°bnü’l Arabi sahneleriyle sınırlı kalmak üzere), çeÅŸitli çekincelerle kabul ettim. KiÅŸisel olarak Ä°bnü’l Arabi’nin ve benzeri isimlerin düÅŸüncesinin insanlara ulaÅŸmasını isterim. Bu bakımdan Ä°bnü’l Arabi’yi olabildiÄŸince gerçekçi ve kendi düÅŸünceleriyle anlatılmasının gerekliliÄŸini belirttim. Ä°bnü’l Arabi’yi benzer dizilerde olduÄŸu üzere kahramanın düÅŸüncelerini sürekli olumlayan, gerçekte etkisiz bir adam haline getirmek ihanettir. Her ÅŸeyden önemlisi Ä°bnü’l Arabi’yi Ä°slam dünya görüÅŸünün bir temsilcisi sayarak Türklerin Anadolu coÄŸrafyasındaki dönüÅŸümünün onun üzerinden nasıl gerçekleÅŸtiÄŸini anlatmamız lazımdır diye düÅŸündüm. Bence böyle bir imkânın ortaya çıkması, tarihsel gerçeklere uymasa da insana heyecan verebilecek bir ÅŸeydir. Önce kötü bir baÅŸlangıç yapıldı dizide Ä°bnü’l Arabi’yle ilgili; dört beÅŸ bölüm sürdü, eleÅŸtirilerimi söyledim yapımcılara! Sonra bazı bölümlerde Ä°bnü’l Arabi’nin konuÅŸmalarını bizzat kendim yazdım (yanlış hatırlamıyorsam on ile yirminci bölümler arası olabilir). Bunlar Fütühât’ın çeÅŸitli yerlerinden alınmış cümlelerdi. Fakat sebebini anlayamadığım birtakım durumlarla, Ä°bnü’l Arabi’yi tamamen ticari bir nesneye dönüÅŸtürdüler. Ben de bıraktım. Bence bu dizi Ä°bnü’l Arabi ve benzeri isimleri güncelleÅŸtirmede, dizilerde ele almada kötü bir örnek oldu. Dizi yapımcılarının Ä°bnü’l Arabi’ye ve Ä°slam düÅŸüncesine hürmetle ve umutla bakan insanlara karşı kazaya bırakılmaması gereken bir özür borçları vardır ve bunu kendilerinden beklemeliyiz.
 
Muhyiddin Ä°bnü’l Arabi’nin bir dizide bahsettiÄŸiniz gibi resmedilmesinin yanı sıra, Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin düÅŸünceleri de “terapi” kelimesiyle bir arada kullanılıyor. Semâzen gösterileri düÄŸünlerde, açılışlarda vs. yapılıyor. Modern zamanların buhranından bunalmış insanlara biraz tasavvuf, biraz bilgelik biraz da psikoloji bilgilerinin verilmesi hatta zaman zaman pazarlanması söz konusu. Bu noktada, tasavvufun yeri geldiÄŸinde popüler kültürün bir aracı olarak kullanılması hakkında ne düÅŸünüyorsunuz? Bu türden hâdiselerin tasavvuf kültürüne etkileri nelerdir acaba?
 
Tasavvufun bir yönü her zaman popüler olmasını mümkün kıldı. Sûfiler, geniÅŸ halk kesimlerinin hocaları, bazen liderleri, bazen iÅŸ verenleri oldu. Ä°ÅŸ arayan tekkeye gitti, evlenmek isteyen tekkeye gitti vs. Bunlar tabii ÅŸeylerdir. Tasavvuf, geçmiÅŸte bu nedenlerle öteki bilimler tarafından çok eleÅŸtirilmiÅŸtir. Bugün insanlara sempatik gelen loncalar, ahilik teÅŸkilatları, tasavvufu hayat ile irtibatlı kılan yerlerdi. Tasavvuf bu sayede öteki ulema sınıfına göre büyük bir ÅŸöhret elde ediyordu. Türbelerin daha çok sûfi isimlerle ilgili olmasının nedeni, tasavufun hayat içindeki bu popülaritesiyle de ilgilidir. Ancak burada meselenin tamamen popüler bir objeye dönüÅŸmesi büyük bir sorun. MüziÄŸe, raksa, ticarete vs. dönüÅŸen tasavvuf pek çok insan gibi beni de ilgilendirmiyor.
 
KeÅŸkül Dergisi’nin “Rüya” baÅŸlıklı sayısında (2007) “Rüya Ä°çinde Rüya: Âlem Tâbir Edilmesi Gereken Bir Rüyadır” baÅŸlıklı bir yazınız var. Malumunuz, Muhyiddin Ä°bnü’l Arabi’de “rüya” konusu önemli bir yer tutar. Hiç kimsenin elinde olmayan sır ilimlerin ve hatta Fusûsu’l Hikêm adlı eserin Ä°bnü’l Arabi’ye rüya aracılığıyla ulaÅŸtığı bilinir. Tasavvuf ve rüya arasındaki iliÅŸki nedir acaba?
 
Rüya bahsi bence tasavvuf söz konusu olduÄŸunda çok abartılı bir ÅŸey! KiÅŸisel kanaatimce rüya bahsine herhangi bir düÅŸünür nasıl bakıyorsa Ä°bnü’l Arabi de öyle bakıyor. Mesela bence rüya bir bilgi kaynağı deÄŸlidir Ä°bnü’l Arabi’de! Bilgi kaynağı olsa tabire gerek duyulmaz. Tabir edilmek, bilgiye ulaÅŸmak için yapılır. Bilgi kaynağı ile bilgiye veri sunmak ayrı ÅŸeylerdir. Bu nedenle Fusûs’u rüyada alması veya Fütühât’ta ve baÅŸka eserlerinde rüyalardan söz etmesi bu eserlerle iliÅŸkimizi sınırlamıyor. Tabirden söz edebildiÄŸmiz sürece rüyada sıkıntı yoktur ve bizi sübjektifliÄŸe düÅŸürmez. Benzer sözleri keÅŸif, müÅŸahade için de söyleyebiliriz. Tasavvuf başından beri “tahayyül” ve “ÅŸairane sözler” olarak kabul edilmekten çekindi. Tasavvuf böyle bir sübjektifliÄŸi büyük bir mesele saydı ve sapmaların sebebi olarak kabul etti. Bu nedenle rüyalar, keÅŸif, ilham vb. kavramlar hakkında saÄŸlıklı bir deÄŸerlendirme yapmak gerekir. En azından Ä°bnü’l Arabi’de bunlar tam olarak oturmuÅŸ kavramlardır. Bu anlamda tasavvuf için rüya, bir bilgi verisidir, bilgi kaynağı veya bilginin kendisi deÄŸildir. Rüya tabir edilince bilgi çıkabilir. KeÅŸif, ilham aynı ÅŸekilde deÄŸerlendirilir. Tasavvuf, bir bütün olarak bakınca, ilham kaynaklı alternatif bir bilgiye sahip deÄŸildir. Sûfilerin böyle sözleri olmakla birlikte bunlar sınırlı ve yorumlanarak ele alınması gereken sözlerdir. Tasavvuf özellikle ana çerçeveyi oluÅŸturan düÅŸüncelerinde nasların –tevile sapmayan- tefsiri olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan sûfiler nasların bütününü okumak iddiasındadır. Çünkü kelâm ve fıkıh gelenekleri nasları belirli bir bakış açısıyla ele alınca, nasların önemli bir kısmı düÅŸüncenin dışında kalır. Dini düÅŸüncenin en önemli meselelerinden birisi kelâm-fıkıh geleneÄŸinin “teklif” merkezli yorum anlayışlarının yol açtığı daralmalardır. Bir Müslüman için Kur’ân’ın pek çok kısmı iÅŸlenmemiÅŸ bir hâlde durur. Sûfiler bu boÅŸluÄŸu doldurmak isterler. Onların hedefi yeni bir bilgi kaynağı aramak deÄŸil, nasların bütününü düÅŸünce ve ahlak hayatına dâhil etmeye çalışmaktır. Kanaatimce bu husus tamamen göz ardı edilerek tasavvufta bilgi meselesi ele alınmak istenmektedir. Ä°lham, keÅŸif gibi hususlar ise delil ile desteklenebilirse bilgiye dönüÅŸür. Yoksa insanın ilham alması, bilgi elde ettiÄŸi anlamına gelmez. Burada meÅŸruiyetin delil ile –naslar ve aklî bilgi- gerçekleÅŸtiÄŸini unutmamak lazımdır.
 
Harfler ve kelimeler de bilindiÄŸi gibi Arabi literatüründe geniÅŸ yer tutuyor. Ona göre alfabede bulunan her harf ayrı bir hakikati temsil ediyor. Hatta 560 Bâblık “Fütûhât-ı Mekkiyye” adlı eserinin ikinci bâb’ını bu meseleye ayırmış. Ä°nsanın sanırım Arabi’yi okurken, tafsilatlı bir kavram çerçevesine ve düÅŸünce yapısına sahip olması gerekiyor. Modern dünyada belki de psikiyatrların ÅŸizofrenik olarak tanımlayacakları ya da anlayamayacakları meseleler bunlar. Yani yaÅŸarken de pek anlaşılmıyordu ve bu durum, hakkında yanlış yorumlar yapılmasına sebep oluyordu. Bu anlamda Ä°bnü’l Arabi ve çaÄŸlar arasındaki iliÅŸki nedir acaba?
 
Ä°bnü’l Arabi çok konu ele almıştır, bunların bir kısmı zaman içinde anlamını yitirmiÅŸ, daha doÄŸrusu temsilcileri kalmamış konulardır. Bu nedenle onların anlaşılması biraz daha güçtür. Fakat Ä°bnü’l Arabi’nin kendi düÅŸünce dünyasında bir hiyerarÅŸi vardır ve o hiyerarÅŸi içinde bakıldığında meseleler belirginlik kazanır. Bu bahiste Ä°bnü’l Arabi’nin öncelikle bir “çaÄŸ ÅŸahidi” olduÄŸunu hatırlamak gerekir. Kendi asrında kullanılagelen pek çok meseleyi ele almış ve kendi eserinde yer vermiÅŸtir. Ama Ä°bnü’l Arabi’yi bir düÅŸünür kılan esas mesele Tanrı-Âlem bahsindeki teorisidir. Bu nazariyenin bir asırla sınırlı olduÄŸunu sanmıyorum. Hatta zaman üstü demek zor olabilir ama en azından bugünkü insanı da ilgilendirecek hatta onun anlayabileceÄŸi düÅŸünceler vardır orada. Bu yönüyle Ä°bnü’l Arabi pek çok çaÄŸa en yakın isimdir, her çaÄŸ kendinden bir ÅŸey bulabilir onda veya kendine yakın hissedebilir Ä°bnü’l Arabi’yi. Bunu çaÄŸlar için düÅŸündüÄŸümüz gibi insanlar, mekânlar için de düÅŸünebiliriz. Her insan Ä°bnü’l Arabi’de bir ÅŸey bulabilir kanaatimce. Bunun sebebi gerçekçi ve samimi bir ÅŸekilde insan ve Allah meselesine odaklanmış olmasıdır. Ä°bnü’l Arabi’nin temel meselesi budur ve bu meseleyi igilendirdiÄŸi ölçüde öteki konularla da ilgilidir.
 
Arabi hazretleriyle, tasavvuf ve Ä°slam diniyle  ilgili çalışmalar yapmış olan çok önemli ecnebi münevverler var. Bunlardan biri rahmetli Ahmet Yüksel Özemre hocamızın eserlerini tercüme ettiÄŸi Japon beyefendi rahmetli Toshihiko Izutsu (1914-1993), diÄŸeri de sizin de “Tanrı’nın Yeryüzündeki Ä°ÅŸaretleri” adlı eserini tercüme ettiÄŸiniz Alman hanımefendi rahmetli Annemarie Schimmel (1922-2003). Kendisi ekseriyet Ä°ngilizce yazmış eserlerini. Amerika’da da tasavvuf hakkında çalışan profesörler mevcut. ÖrneÄŸin hâlâ yaÅŸayan ve Ä°slam tasavvufu hakkında eser vermeye devam eden William Chittick da Amerikalı. Ä°slam’ın bu kadar önemli deÄŸerlerini müthiÅŸ ve dahiyane çabalarla birçok dilde neÅŸrettirerek, kendi irfan dünyamız açısından muhteÅŸem kazanımlar oluÅŸturmuÅŸlar. Fransız sûfi hanımefendi rahmetli Eva de Vitray-Meyerovitch’in (1909-1999) eserinden mülhem “Ä°slam’ın Güleryüzü” dururken ve bu kadar çabaya raÄŸmen, Ä°slam’a karşı inanılmaz bir düÅŸmanlık da yaratılıyor. Bu ikilem hakkında ne düÅŸünüyorsunuz?
 
DeÄŸerlendirmelerinizin iyimser, hatta abartılı olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Belki zikrettiÄŸiniz isimlerle çalışma alanı ortaklığım olduÄŸu için söyleyeceklerim kiÅŸisel algılanabilir, yine de doÄŸru bildiÄŸimi söylemeliyim: Avrupa’da, Amerika’da tasavvuf üzerindeki araÅŸtırmalar, hatta Ä°slam üzerindeki araÅŸtırmalar bize ufuk açabilecek araÅŸtırmalar deÄŸil, kendi coÄŸrafyalarında da durum böyledir. Bizim burada büyük bilim adamı unvanı verdiÄŸimiz isimlerin genel seviye içinde ismi bile yoktur. Türkler yabancılara paye vermede yeryüzünün en cömert insanlarıdır. Oryantalistler ilk baÅŸta ciddi çalışmalar yaptılar fakat ondan sonra büyük bilim adamı çıkmadı içlerinden. Tasavvuf söz konusu olunca oryantalizmin en zayıf alanı bu alandır. Buna Müslüman olan Batılı araÅŸtırmacıları da ekleyebiliriz. Türkiye’de büyük ÅŸöhret elde eden isimler kendi ülkelerinde veya Ä°slamiyat araÅŸtırmaları içinde etkinliÄŸe sahip deÄŸillerdir. Yaptıkları çalışmalar genel Ä°slamiyat araÅŸtırmaları içinde de çok önemli eserler deÄŸildir. Bunun en önemli sebebi tasavvuf üzerinde çalışma yapan insanların genel Ä°slam düÅŸüncesi üzerindeki  bilgisizlikleridir. Artık ÅŸu husus kesinleÅŸmiÅŸtir: Tasavvuf üzerindeki araÅŸtırmalar, aynı anda genel Ä°slam bilimleri ve düÅŸüncesi üzerinde hatırı sayılır bir vukufiyet kazanmadan yapıldığında, “retorik” düzeyinde çalışmalar olarak kalmaya mahkûmdur. Avrupa’da ve Amerika’daki çalışmaların en büyük sorunu budur ve bu alanda iyi örnek yoktur. Mesela Ä°bnü’l Arabi üzerinde, Mevlânâ, Konevi veya baÅŸka bir isim üzerinde bize ufuk açabilecek herhangi bir çalışma yoktur. Bence çoÄŸunun eserlerinin bilimsel deÄŸeri Ä°slam dünyasındaki seviyeden kaynaklanıyor.  Üstelik Avrupa içindeki genel üretime bakınca, sayısal olarak çok az çalışma vardır. Bu bakımdan hem nicelik hem de nitelik yetersizliÄŸi söz konusu. Türkiye’de yabancı dilde yapılan araÅŸtırmalara karşı büyük bir tolerans var. Temayül veya iptidai düzeydeki çalışmalara bile “eser” muamelesi yaparız. Bunun sebepleri de gayet anlaşılırdır. Ama bu beklentinin sona ermesi lazım! Bütün alanlarıyla birlikte Ä°slamiyat araÅŸtırmalarının omurgasını Mısır, Ä°ran, Türkiye üstlenmedikçe Ä°slam düÅŸüncesi üzerindeki araÅŸtırmalar ÅŸu andaki gibi “gazetecilik araÅŸtırması” düzeyinde kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla ben “ikilem” denecek iki taraf görmüyorum Avrupa ve Amerika’da! Müslümanlar kendileri üzerindeki araÅŸtırmalarda önceliÄŸi ele almak zorundadır. Bunu gerekirse Avrupa’daki üniversitelerde yapmalıdırlar, fakat öncelik Müslüman bilim adamlarında olmalıdır. Bu bir milliyetçilik meselesi deÄŸildir, gerçekçilik bunu icbar ediyor. Ä°kinci olarak artık biz dünya üzerindeki araÅŸtırmalara katkı saÄŸlamalıyız. Bizim içimizden Hristiyanlık, Yahudilik veya genel felsefe uzmanları çıkmalıdır.
 
1925 yılında yürürlüÄŸe sokulan “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” kanunu ve bunun ülkemize etkileri hakkında ne düÅŸünüyorsunuz?
 
Ben bu hususta Abdülhâkîm Arvasi gibi düÅŸünüyorum. Arvasi, bu bahis açıldığında, “Onlar zaten kendilerini kapatmıştı,” demiÅŸti. Bu cümleyi dikkate almadan –ki benzer sözler baÅŸka sûfilerde de bulunabilir- bu meseleyi doÄŸru anlamak mümkün deÄŸil. Tekkeler, tarikatlar, türbeler, savunusu kolaylıkla yapılabilecek yerler deÄŸildir. Üstelik bu “savunu” sadece laik ve seküler bir toplumda ve kurumlara karşı deÄŸil, bizzat ortalama Müslüman aydınlara ve cemaate karşı da güçlükle yapılabilir. Ortada tarihten beri gelen büyük sorunlar vardır; bu bahiste tarikatlar meselesi, Müslümanların yüzleÅŸmek zorunda kalması gereken çok önemli sorunlar kümesidir. Her ÅŸeyden önce bunlar sosyal ve ticari kurumlara dönüÅŸmüÅŸ ve dini terbiye kısmı ikincil derecede ortaya çıkmış yerlerdir. Tarikatların ve  benzeri kurumların nasıl denetleneceÄŸi, istismarın nasıl önleneceÄŸi meselesi Osmanlı’dan beri her zaman büyük bir sorun teÅŸkil etti. Hatta daha öncelere kadar da gider bu sorun. Tekke ve medrese çatışması olarak ifade edilen bir çatışma var; bence bu çok aldatıcı bir ikilemdir. Tekke ve medrese ikiliÄŸi sınırlı bir soruna iÅŸaret eder; medrese ile hiçbir ÅŸekilde karşılaÅŸtırılamayacak kontrolsüz yapılar var söz konusuydu geçmiÅŸte! Bir ilçede yüzlerce tekkeden, zaviye, vb. kurum var ve bunların nasıl bir hizmet verdikleri hakkında iyimser bazı deÄŸerlendirmelerden öte bir bilgimiz yok. Bunlar nasıl ele alınacak? MeÅŸayih meclisi bu amaçla kuruldu ve kanaatimce baÅŸarısız bir örnek olarak tarihteki yerini aldı. Daha önceden de benzeri sorunlar yaÅŸanmıştı. Bir yasaÄŸa karşı siyasi mücadele vermek ile o  yasak kalktıktan sonra ne olacağını düÅŸünmek ayrı ÅŸeylerdir. Türkiye’de Osmanlı toplumu ve tasavvuf iliÅŸkisi üzerinde büyük bir romantizm var, bütün toplum derviÅŸ, bütün sosyal hayat baÅŸarılı tekke örnekleriyle örülmüÅŸ zannediliyor! Bu tarih telakkisi gerçekle baÄŸdaÅŸmıyor. Tarikatlar belirli  dönemlerde daha çok olmak üzere olumsuz örnekler teÅŸkil etmiÅŸtir. Siyasete müdaheleleri olmuÅŸ, temsillik mekânı hâline geldikleri sıkça rastlanan bir hâdise  olagelmiÅŸtir. Bazı iyi örnekleri dikkate alarak, tekkeleri, türbeleri vb. savunmak ve sorunları görmemek Ä°slam tecrübesiyle baÄŸdaÅŸmıyor. Son iki asırdır Müslüman düÅŸünürler Ä°slam toplumundaki ataleti, tembelliÄŸi eleÅŸtiriyor. Bu toplumsal hayatın içinde tarikatlar, tekkeler de önemli bir yer tutuyordu ve bu eleÅŸtiriden onlar da nasibini almıştır. Her ÅŸeyden önce tasavvuf ile tarikatları ayrı ele almak gerekir. Fakat tarikatların Ä°slam toplumundaki iyi etkileriyle birlikte getirdiÄŸi sıkıntıları göz önünde bulundurmak gerekir. Bu nedenle o yasağın büyük bir yıkım getirdiÄŸi kanaatinde deÄŸilim; yasağın kalkmasının da elzem olduÄŸunu sanmıyorum. Çünkü yasaktan sonra bu meselenin nasıl denetleneceÄŸi meselesinde kimsenin bir fikri yok. Cemevlerinin bu durumda yeri ne olacak baÅŸlı başına bir sorun. 
 
Bu anlamda küreselleÅŸen dünyada tasavvufun yeri nasıl olmalı sizce?
 
Bence dinin yeri ne ise onun yanında ve hatta  mümkünse içinde bir yerde olmalıdır. Tasavvuf dinin katı yorumundan sıkılanların bir dinlencesi olmamalıdır, çünkü öyle bir tasavvuf yoktur. Tasavvufun toleranslı bir ÅŸey olmasından söz edilir durulur. Tasavvuf baÅŸkasına karşı tolere edicidir, fakat bireysel hayatta çok katı bir disiplindir. Bir insan rahatlık istiyor ve dindar da olmak istiyorsa, ÅŸeriat içinde kalması gerekir. Tasavvuftan uzaktan faydalanmak en iyisidir bu durumda. Tasavvuf, özel ve çetin yol demektir. Ancak insanlar tasavvufu bir kültür, düÅŸünce olarak görüyorsa, o da mümkündür. Tasavvuf bu bakımdan da besleyici olabilir, fakat besler bırakır. Bundan tasavvufun maksatları gerçekleÅŸmez. Tasavvuf, insanı Allah’a ulaÅŸtıracak bilginin ve yöntemin adıdıdır. Bir insan tasavvufu maksadını dikkate alarak yaÅŸamak isterse çetin bir yola girmiÅŸ demektir. Ancak tasavvuftan hoÅŸuna giden unsurları seçerse, o kendine kalmış bir iÅŸ.
 
Tasavvufi eserler okuma hususunda okuyuculara tavsiyeleriniz nelerdir?
 
Türkiye’de insanlar zaten pek okumuyor, bu nedenle az okuyan insanlara kitap tavsiye etmek zor. Fakat ben ÅŸahsen Ä°slam düÅŸüncesi ve metafizik düÅŸünce okurlarına Ä°bnü’l Arabi’nin Fusûs’unu, Fütühât’ını sahiden tavsiye ederim. Böyle iki kitap bu tarihte yazılmamıştır. Bence iki kitap birbirini tamamlar. Üstelik çok anlaşılır kitaplardır. Fusûs kısmen zor olabilir, fakat Fütühât zaten kolay bir kitaptır. Onun dışında nazari düÅŸünceyle daha yakından ilgilenmek isteyenlere Konevi’nin eserlerini tavsiye ederim. Konevi’ye bakarken kendisinden sonra o çapta bir düÅŸünürümüzün daha gelmediÄŸini hatırlamak gerekir. Böyle bir insandan söz ediyoruz. Onun dışında insanlar büyük sûfilerin eserlerini, öteki Müslüman âlimlerin eserlerini okumalıdır. Ä°nsanın kitaptan korkmaması lazım...
 
 
Röportaj: Mehmet Sabri GENÇ / Karabatak Dergisi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.