Sosyal Medya

Bilge lider Aliya üzerine biyografi denemesi-1

Aliya, nicedir nesli kesilmiş devlet adamlarımızdan biri. “Devlet adamlarımızdan” diyoruz, çünkü 300 sene, 400 sene önce dünyaya gelseydi Osmanlı’nın anlı şanlı paşalarından biri olacaktı. Aynı bölgeden gelip Osmanlı tarihinde padişahlıktan sonra en büyük makam olan sadarete oturmuş Sokollu Mehmed Paşa, Hersekzade Ahmed Paşa, Damad İbrahim Paşa gibi ünlülerin safında yer alacaktı.



Bilge Bir Lider: ALİYA
 
 Belki de tarihe Beyoğlu Ali İzzet Paşa olarak geçecekti. Ya da eğitimini göz önünde bulundurursak, Saraybosna’dan kalkıp gelmiş İstanbul medreselerinde ders görmüş ve kısa zamanda bilgi ve görgüsüyle temayüz etmiş Müderris Ali İzzet Efendi olarak tanıyacaktık onu. O zaman da muhtemelen büyük bir kadı ve şeyhülislam olacaktı. Bu arada belki bir “divan” da düzenleyebilirdi. Çünkü eskinin medreselerinde şiir ve edebiyatla uğraşmak o kişiye farklı bir rüçhaniyet kazandırıyordu. Bu imtiyazlı özelliğinden dolayı muhtemelen padişah saraylarının, vezir konaklarının aranan bir şairi de olabilirdi. Böylece yine o bölgenin topraklarından gelmiş Bosnalı Sabit gibi, Hersekli Arif Hikmet gibi divan şiirinin büyük ustalarından biri olarak tanıyacaktık onu ve şiirlerini bugün Türk üniversitelerinin edebiyat bölümlerinde okutacaktık. Ama o 20. yüzyılda yaşadı. Son büyük Osmanlı.
 
Dedo
 
İzzetbegoviçler, öteden beri Belgrad civarında yaşayan köklü bir aile. Bu ailenin toplu olarak 1868’de Sırp zulmünden kaçıp daha güvenli bir bölgeye, Bosanski Şamac’a yerleşmiş olduğunu görüyoruz. Parçalanmış bu ailenin bir kısmı Uziçe’ye, bir kısmı da Anadolu’ya yerleşmiş. Aliya’nın ailesine Şamac civarında toprak verilmiş. Hatta rivayete göre taşındıkları yıllarda Şamac diye bir yer yokmuş. Burası ilk ismini Sultan Abdülaziz’den almış ve “Aziziye” denmiş şehre. Sultan Aziz, Belgrad’dan Sırpların taşkınlıkları sonucu göç etmek zorunda kalan Müslümanlara, Bosna ve Sava nehirlerinin kesiştiği noktada stratejik bir yer olan burasını vermiş. O tarihten sonra zulme uğradıkları için Belgrad’dan ayrılmak zorunda kalan bazı Müslüman aileler işte Bosanski Şamac’ı vatan edinerek oraya yerleşip karar kılmışlar. Şehir kısa sürede o kadar büyümüş ki, Yukarı Aziziye ve Aşağı Aziziye diye ikiye ayrılmış.
 
Boşnakların “Dedo” dediği Dede Aliya adı üstünde bir beyzâde (begoviç). Yani bölgenin bir asilzâdesi. Bu beyzâdelik babadan oğula zincirleme olarak devam eden bir asalet unvanı. Geldiği muhit olarak, çevresinde hatırı sayılır bir insan. Hatırı sayılır bir insan olduğu için, ailede olduğu gibi yaşadıkları bölgede de içinden çıkamadıkları sorunlara o hal çaresi bulurdu. Aynı zamanda çevrede cömertliği ve adaleti ile de maruf bir insan olarak tanınırdı. Dedo’nun bir de şöyle bir özelliği var: Büyükle büyük, küçükle küçük. Herkese onların seviyesine inerek, anlayabileceği şekilde konuşurdu. Malumatfuruşluk yapmayarak en çetrefil konuları herkesin anlayabileceği bir şekilde basitleştirerek ifade ederdi.  
 
Dede Aliya, Bosanski Şamac’ta kendisini halka sevdirmiş ve ahali de onu şehre belediye başkanı seçerek ödüllendirmiştir. Herkese âdil davrandığı için ahali nezdinde saygın bir yer edinmiştir. Adalet söz konusu olunca, sadece Müslümanlara değil, Sırplara bile eşit davrandığı görülür. Bu yönüyle efsane bir başkan olarak yıllar sonra bile adından söz edilirdi. Hatta Avusturya Veliahtı Prens Ferdinand’ın 1914 yılında Saraybosna’da öldürüldüğü sırada Dede Begoviç, Bosanski Şamac’ta belediye başkanı olarak görev yapıyordu. Avusturyalılar suikast sonrası bütün Bosna-Hersek topraklarında olduğu gibi, Bosanski Şamac’ta da Sırplar üzerinde baskıyı artırmış, bu yüzden birçok Sırp tutuklanmıştı. Belediye Başkanı olan Aliya, suçsuz olduğuna inandığı 40 kişilik bir Sırp grubunu, işgalci Avusturya güçlerine karşı korumuştu. Belediye Başkanı, ben buranın başkanıyım, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu bilirim, bu insanlar suçsuz, eğer onları götürecekseniz beni de götürün demişti. Ve bu sözü yıllar yılı bütün Bosna’da efsane olarak anlatılmıştı.  
 
Belgrad’da Fransız Sokağı’nda bulunan dede ocağı olan büyük konak, uzun yıllar zamana direndikten sonra İkinci Dünya Savaşı sıralarında yıkılmış. Yurtlarını terk-i diyâr eyledikleri için dönüp bir daha da bakmamışlar. Nasıl baksınlar ki, sahip oldukları kimlik, onları söküp çıkarmak zorunda kalmış 300 yıllık ata toprağından. Sırf bu kimliklerinden dolayı nefretle bakılmış kendilerine. Belgrad’daki arazileri, satamadıkları bağ ve bahçelerinin bir kısmı orada kalmış.
 
Dede Aliya askerlik görevini İstanbul’da mülâzim subayı olarak yapar. Üsküdar’da oturan Sıdıka isminde bir Türk kızıyla evlenir. Şamac’a taşınmaları, İstanbul’da askerliğini tamamladıktan sonra Belgrad’a dönmesinden birkaç yıl sonrasına rastlar. Torun Aliya’nın hatırlayabildiği kadarıyla, babası Mustafa Beg Türkçe’yi annesinden kulak doygunluğu olarak biraz anlar ancak konuşamaz. Bu bakımdan Aliya İzzetbegoviç’in annesi Hiba Hanım’la Sıdıka Hanım lisan diliyle iletişim kuramadığından, zaman zaman aralarında tartışma da olurmuş. Bu anlaşamama durumu, Bosna’ya gelin giden Üsküdarlı Türk kızı ile komşuları arasında daha bir belirgin olarak kendini göstermiş. 
 
İstanbul’u yıllar sonra gören İzzetbegoviç’in zihninde, annesinin anlattığı Kız Kulesi, Topkapı Sarayı, Galata Kulesi, selâtin camilerinin isimleri olduğu gibi kalmış. Daha İstanbul’a gelmeden burasıyla ilgili bilgi sahibi olmuş bile. İlk gördüğünde Boğazın güzelliği ve vapurların iskeleye yanaşarak gidip gelmeleri karşısında hayran kalmış. İstanbul’un gezilip görülmesi gereken yerleri ilk defa dolaşırken, annesinin ruhunun da beraberinde dolaştığını hissetmiş. 
 
Torun Aliya
 
Sırpların yoğun yaşadığı, ülkenin kuzeybatısında etrafı dağlarla çevrili küçük bir yerleşim bölgesi olan Posavine’deki Bosanski Şamac’ta dünyaya geldi. Mustafa Beg bir erkek çocuk bekliyordu ve adını hiç tereddüt etmeden Aliya koydu. Babası kendisine, üç dört göbek öncesinde ataları arasında birkaç tane Aliya’nın bulunduğunu söylemiş. Bu yüzden atalarının adını yaşatmak için yeni çocuğunun ismini Aliya koymuş. Sima itibariyle daha çok annesine, karakter bakımından da babasına benzeyen Aliya’nın yakınları onun genellikle her ikisinin de genetik özelliklerini taşıdığına inanır
 
 
Dede Aliya’nın büyük oğlu Mustafa’nın evlendikten sonra, Bosanski Şamac’tan ayrılarak Saraybosna’ya taşındığını görüyoruz. Ailenin durumu başlarda çok iyi idi. Hatta dedeleri Belgrad’dan hicret ederken ellerinde yüklü bir servetle gelmişlerdi. Babası bu serveti yabancısı olduğu bir diyarda sermayeye dönüştürmesini bilmiş, işleri yolunda gitmişti. Mustafa Beg ticaret yapıyordu ve ortağı olan adam dolandırıcı çıktığı için işleri bozuldu ve iflas etti. Bundan dolayı Saraybosna’ya taşınmak zorunda kaldı. Şamac’taki borçlarının bir kısmını Saraybosna’ya taşındıktan sonra ancak kapatabildi. Küçük Aliya Saraybosna’ya taşındıklarında iki yaşındaydı ve neyin ne olduğunun henüz farkında bile değildi. Ancak yaz tatillerinde Şamac’ta oturan akrabalarının yanına gidip gelmişliği vardır. Çocukluğunun fotoğraf karelerinde o yıllardan kalmış çok güzel hatıralar vardır. İki günlük yolu hayvan sırtında giderlerdi ve akşamları kaldığı konağın solgun ışıklarında uykuya dalardı.    
 
Mustafa Beg’in üç kız ve ikisi erkek olmak üzere beş çocuğu vardır. İlk evliliğinden olan iki erkek çocuğu da yanında kalmaktadır. Aliya onları da diğer kardeşlerinden ayırmaz. Mustafa Beg, bir hastalıktan dolayı ölen ilk hanımını kaybettikten sonra Hiba Hanım’la evlendiği görülür.  
 
Kahramanımız Aliya İzzetbegoviç, Mustafa’nın erkek çocuklarından büyük olanıdır. Ancak kendisinden büyük iki ablası vardır. Saraybosna’ya taşındıklarında iki yaşındadır. 
 
Saraybosna’ya taşınmaları, Aliya ve kardeşlerinin eğitimi bakımından iyi olur. Bosanski Şamac’ta kalsalardı aynı eğitimi alamayacaklardı. Çünkü bu büyük şehirdeki okul kalitesi taşrada yoktu. Orada kalsalardı aynı eğitimi alamayacağına inanır. Mustafa Begin her zaman geçim zorluğu çektiği görülür. Ekmeğini kazanmaktan başka derdi olmayan düşük gelirli bir memur olduğu için ancak geçinebiliyordu.
 
Mustafa Beg’in babası gibi dobra bir duruşu vardır. O da sözünü daldan budaktan esirgemez, aleyhine de olsa doğruyu dosdoğru söylerdi. Saraybosna’ya taşınmasında en büyük yardımı eşinin akrabalarından görür. Onlar arasında saygın bir yeri vardır. Aile içerisinde bir ihtilaf olduğu zaman sorun önce aile mahkemesinde çözülür. Bunda da hakem rolünü Mustafa Beg görürdü.   
 
Mustafa Beg, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İtalya cephesinde savaşırken ağır bir şekilde yaralanır. Bu ölümcül yara onu felç bırakır ve ömrünün son on yıl kadarını yatalak olarak geçirir. O sırada evin asıl yükünü karısı Hiba Hanım çeker. Dışarıda çalışarak aile bütçesine katkıda bulunur. Aliya da annesine yardım ederek onun yükünü hafifletmeye gayret ederdi. 
 
Anne Hiba Hanım namazında niyazında İslâmı yaşayan dindar bir kadındır. Aliya İzzetbegoviç aklının erdiği ilk çocukluk yıllarına kadar gittiğinde, kendi dindarlığının temelinde annesinin yaşayışını bulup çıkarır. “Dine karşı erken yaşlarda oluşan” bağlılığını tamamen annesine borçlu olduğunu söyler. Beyaz tülbentiyle bütün bir omzunu örterek huşu içinde tadili erkân üzere namaz kılışı hiç aklından çıkmaz. Daha doğrusu annesini bir seccade üzerinde hep o fotoğraf karesindeki duruşuyla hatırlar.
 
Hiba Hanım, Aliya ve büyük kızlarını çocuk yaşlarında sabah namazına kaldırırdı. Ancak uykusu ağır basarak bazen kalkamadığı zamanlar olurdu. Çoğu zaman oğlunun gür ve sarışın saçlarını okşayarak uyandırırdı. Ve mahalle camileri olan Haciska’ya giderdi daha çok. Aliya, annesi ile birlikte gözünün önüne gelen çocukluk yıllarından kalma bu anısını hiç unutamaz. Vijetnica’daki mahalle camisinin imamı Rahmanoviç, sabah namazının farzının ikinci rekatında hep er-Rahman suresini okurdu... Yanık bir sesle o kadar içten okurdu ki, çocuk yaştaki Aliya’nın içindeki gönül telleri gerilerek harekete geçerdi. İleri yaşlarda bu anlarını şöyle kayda geçirir: “Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman suresi ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o alim; uzun zaman önce geçip gitmiş olan yılların sisleri arasında hâlâ net bir biçimde görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.” 
 
Çocukluk Yılları
 
Aliya çocukluk yıllarını doya doya yaşadı. Bosanski Şamac’tan iki yaşında geldiği Saraybosna’da yaşı ilerledikçe yeni arkadaş çevresi edinmekte zorlanmadı. Uyum içerisinde yaşamaya yatkın olan mizacı arkadaşları arasında yer bulmakta gecikmedi. Buraya geldiğinde annesinin yakın akrabaları vardı ve gariplik çekmeyerek onlara çabuk ısındı. Dayı ve teyze çocuklarının arasında neşeli bir çocukluk hayatı geçirdi. 
 
Saraybosna yakınlarında bulunan Stup’taki Azici köyünde annesinin ailesinden küçük bir mülk kalmıştı kendilerine. Bahar sonlarında okullar tatile girince ailecek oraya giderlerdi. Yılankavi taşlık yollardan geçerek bu yazlık eve gidişlerini hiç unutamıyor. Yükseldikçe giderek küçülen şehrin ayaklar altında kalan görüntüsü karşısında tuhaf bir duyguya kapılıyordu. Dört yanında çivit mavisi pencereleriyle kendini hemen belli eden kutu gibi beyaz bir evleri vardı Azici’de. Evin bahçesindeki dişbudak ağacı ile Roma kuyusunu unutamaz. İlkokula başladığı yıllardan sonra 7-8 yıl boyunca yazları hep annesinin bu köyüne gidip geldiler. 
 
Azici deyince Aliya’nın gözünde canlanan bir hatırası daha var. Kocaman köyde sadece iki Müslüman aileydiler. Diğerleri Ortodoks ya da Katolikti. Hatta etrafında festivallerin yapıldığı ve son savaşta ayakta kalmaya çalışan bir Katolik kilisesi bile vardı. Aliya, “Ne zaman bu son savaşın nedenlerini anlamaya çalışsam, Azici’ye ve bu dinî bakımdan karma nüfusa ilişkin hatıralar zihnime doluşur,” der anılarında. Yaşlı bir Sırp olan komşusu Risto Berjan evlerinin yakınından geçerdi. Bahçesinde gördüğü her kadını selamlayan bu Ortodoks acuzenin Müslümanları görünce yüzünü buruşturarak çevirmesi, duyarlı bir çocuğun zihninden hiç silinmez. Bu da daha o yaşlarda bile bir anlam veremediği unutulmaz hatıralarından biridir.  
 
Birinci Dünya Savaşı’nda Mustafa Beg’in aldığı yara her geçen yıl daha bir nüksedince yerinden kımıldayamaz olur. Aliya bu sefer Azici’ye, babası olmadığı halde annesi ve dul teyzesi ile birlikte gitmeye başlar. Kardeşlerinin biri mutlaka babasının yanında kalır, diğerleri de kendileri ile birlikte Azici’ye gelirdi. Annesinin şehre sık sık babası için indiğini, onsuz rahat edemediğini hatırlar Aliya. 
 
Genç Aliya, Azici’de geçen serin yaz gecelerini unutamaz. Sabahları erken kalkar, yeşil yapraklar arasından gülümseyen güneşin ilk ışıkları ile dışarı çıkarak yalnız kalmayı çok severdi. Uzun uzun yürüyüşler yapardı yol boyunca. Sonraki yıllarda oluşan düşüncesinin ilk şimşeklerini hatırlamaya çalışıyor da, ilk defa bu köy yolundaki yalnız başına gidiş gelişleri karşısına çıkıyor. 
 
İlkokula başladığı yılları hatırlar Aliya. İlkokul öğretmenlerinin hemen hepsi Sırptır. Birinci ve ikinci sınıfta derslerine gelen yaşlı öğretmeni bayan Susliç Sırptır mesela. Üçüncü ve dördüncü sınıf öğretmenleri Bilicar ve Krstic de öyle. Sadece kısa bir süre derslerine giren Muhic öğretmenin Müslüman olduğunu hatırlar. 
 
Bu durum sadece Aliya’nın okulunda değil, tüm Bosna’da planlı bir şekilde uygulanan Müslüman çocukları Sırplaştırma politikasının bir sonucuydu. Şu olay gözünün önünden hiç gitmez. Aliya 1934 yılında henüz ilkokul dördüncü sınıfındayken bir Sırp kralı olan Aleksander, Marsilya’da bir suikaste kurban gitmişti. Bu kral öldüğü için kentteki her evin balkonuna siyah bayrak asma zorunluluğu getirilmişti. Bu siyah bayraklar her evin balkonunda 6-7 ay asılı kalmıştı. Çocuk yaştaki Aliya’nın gözlemi şöyle: “Altı ay boyunca kentler siyah bostan korkulukları gibi göründü.” Sadece bu kadarla da değil, bazı okullarda bütün çocukları Sırp azizi ile ilgili şarkı söyleme mecburiyetinde bıraktılar. Daha sonraki yıllarda, Ocak ayının 27. günü “halkın aydınlatıcısı olan Aziz Sava’nın bayramı” olarak kutlanmaya devam etti.        
 
Lise Yılları
 
Mustafa Beg’in Şamac’tan Saraybosna’ya taşındığı yıllarda geçim sıkıntısı çektiğini, evini geçindirebilmek için birtakım sıkıntılara katlandığını oğul Aliya’nın hatıralarından öğreniyoruz.
 
Üç kız, iki erkek çocuğuna sahip olan Mustafa Beg, Saraybosna’da küçük bir şirkette muhasebeci olarak çalışmaya başladı.
 
Aliya, Saraybosna’nın en iyi liselerinden biri olan İlk Erkek Lisesi’ne girdi. Bu lise zamanında çok ünlü bir okul olarak tanınırdı. Orduevinin hemen yanında yer alan bu okulda sekiz yılını geçirdi. Bu Erkek Lisesi’nde okuyanlar ve mezun olanlar özel bir statü ile anılırdı. Bundan dolayı Aliya, oradan mezun olmaktan gurur duyduğunu söyler.
 
Aliya İzzetbegoviç 15-16 yaşlarında lise ikinci sınıfta inancında zaafa uğrayarak bazı tereddütlerin oluşmaya başladığını söyler. Çok okuyan ve araştıran meraklı bir zihin yapısına sahip olduğu için, okuduğu bazı kitap ve dergiler aklını çeler. Çünkü okuduğu lise komünistlerin egemen olduğu bir liseydi. Broşür ve dergilerle, kitaplarla güçlü bir ideolojik propaganda yapılıyordu. Komünistlerin baskın olduğu bu lisede karşıt görüşlü öğrencilerin sesi kısılarak susturuluyordu. Karşıt görüşlere sahip denilebilecek öğretmen zaten yoktu. Yoldaşlar istediği gibi at koşturuyordu.
 
Aliya daha küçük yaşından beri bir şeye körü körüne inanan, o şeyin etrafında fasit bir daire çizen yapıya sahip olmadığından, sorgulayan bir karaktere sahiptir. Bu bakımdan sınıflarda illegal olarak dağıtılan broşürleri okuyarak, orada dile getirilen “sosyal adalet” ve “Tanrı” üzerine kafa yormaya başladı. Komünistler “din halkın afyonu” dediği için, Tanrı’yı adaletsizliğin kaynağı olarak gösteriyordu. Aliya’nın aileden sağlam bir damarı olduğu için bu tür yazılıp çizilenlere itibar etmezdi. Ona göre dinin mesajı herkes için aynıdır. O mesajdan krallar da halk da hissesine düşen payı alır. Önemli olan bu gerçeği görmektir. “Tanrısız bir kâinat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman,” der bir konuşmasında.
 
Lisedeki komünist ortamın etkisiyle bir iki yıllık sarsıntısı çabuk geçti Aliya’nın. Artık 17 yaşında iken inancına daha sağlam ve farklı bir biçimde sarılmaya başladı. Taklidî imandan sonra, tahkikî iman da diyebiliriz buna. Artık onun inandığı İslâm, sadece atalarından kendilerine tevarüs etmiş din değildir. Kendi ifadesiyle “yeni baştan edinilmiş olan bu inancı” bir daha hiç yitirmedi. Okuyarak ve düşünerek kendini geliştirmeye çalıştı. 
 
Lisede parlak bir öğrenci değildi Aliya. Dersleri için ne çok iyi denilebilir ne de çok kötü. Çalıştı mı üstesinden gelemeyeceği ders yoktur. Önemli olan çalışmak istediği dersler için gerekli olan motivasyon. Bu motivasyonu gerek okul içindeki ortam, gerekse dış şartların zorladığı dayatmalardan dolayı çoğu zaman yakalayamıyordu. Çok sevdiği tarih dersinden bile zaman zaman zayıf alması başka neyle izah edilebilir. Bu yüzden tarih dersinden zayıf almasını tarih hocasına yükler. Bu hoca genellikle ülkesinin doğu şivesi ile konuşan, Müslüman öğrencilere el şakası yapan, Sırbistan’dan gelme uzun boylu bir adamdı. Bu hoca yüzünden çok sevdiği halde tarih dersine bir türlü ısınamamıştı.
 
Ne anlatıyordu bu Sırp hoca öğrencilerine? 400 yıl boyunca Türklerin Balkanlardaki milletleri baskı altında yönettiği, kendi dillerini unuttuklarını, topraklarını sömürdüklerini anlatırmış uzun uzun. Unu saf çocuklar da kabul eder ve ses çıkarmazlarmış.
 
Aliya ilk gençlik yıllarından beri içindekini saklamayan, bunu dobra bir şekilde söyleyen karaktere sahip bir insan. Tarih hocası Türkleri habire kötüleyip dururken, Aliya o anda sabredemeyerek el kaldırdı ve hocasından söz istedi. Daha önce amcası kendisine anlatmıştı. Türklerin Balkan toplumlarına yüzyıllardır yaptığı kötülükleri (!) bir bir anlattı: “Hocam, Türk milleti Sırplara çok kötülük etti. Bunlardan biri, yıkanmasını bilmeyen Sırplara banyo yapmasını öğrettiler... Sırplar daha önceleri hayvanlarla birlikte yatıyordu, yün yorgan ve döşekte yatmayı öğrettiler... Kaşıkla yemek yemeyi öğrettiler... Hülasa insanlığı onlar buraya getirdiler...” Tabii gözleri faltaşı gibi açılan öğretmen söylenenleri dinlemeye daha fazla tahammül edemeyerek Boşnak öğrenciyi sınıftan kovdu. Kovulan öğrenci sınıftan suçlu ve mahçup bir eda ile değil, zafer kazanmış bir kumandan gibi çıkıyordu.
 
Mladi Müslimani
 
Osmanlı’nın bölgeden çekilişinden sonra değişik Avrupa ülkelerinde yaşamak zorunda kalan Müslüman Boşnak aydınlar, Türkiye’de ve İslâm dünyasında olup bitenleri yakından takip ediyorlardı. İşte bu aydınlar teşkilâtlanarak, Mladi Muslimani adı altında merkezi Yugoslavya olmak üzere bazı ülkelerde de varlıklarını gösteriyorlardı. Aralarında başka ırklara mensup Müslümanlar olmakla beraber, bu teşkilatın çoğunluğunu Boşnak Müslümanları oluşturuyordu. 
 
Mladi Muslimani, 1939 yılında öldürülen Mehmed Spaho’nun başında bulunduğu Yugoslavya Müslümanları Örgütü’nün kapanmasından sonra kurulan bir teşkilattır. 1939 yılında, Aliya’nın ifadesiyle Bosna “sessizce” düştü. Sırplar ve Hırvatlar, Bosna’yı ikiye ayırmaya karar verdiklerinde, basında çıkan bir iki muhalif yazının dışında hiçbir direnişle karşılaşmadılar.
 
Mehmed Spaho’nun öldürülmesinden sonra Yugoslavya’da Müslümanlar büyük bir darbe aldı ve adeta başsız kaldı. Müslümanları bilinçli bir yok etme kampanyası başlatıldı. Bosna-Hersek toprakları paylaşılmış, Müslümanların mülkleri ellerinden alınarak kimi yerlerde onları göçe zorlamak için evleri ateşe verilmişti. Sırp ve Hırvat militanlarının taciz ettiği Müslüman halk belli yerlerde toplanmaya başladı. İşte Mladi Muslimani böyle bir ortamda ve Müslümanların varlıkla yokluk arasında kaldığı böyle bir zamanda kuruldu.
 
Bu tarihten sonra çoğu İslâm ülkelerinde olduğu gibi Yugoslavya’daki aydın Müslümanlar da, geçen yüzyılın sonlarında ortaya çıkan birtakım akımların ve bu akımların temsilcisi düşünce adamlarının etkisi altında kaldılar. Böylece İslâm dünyasında görülen sorunlar, onların da ilgi alanına girmeye başladı.  
 
Nedir bu sorunlar?
 
Çağdaş Avrupa karşısında gerileme ve bunun sebeplerinin irdelenmesi, Avrupalıların İslâma bakışı ve Haçlı Seferlerinin arka planı, Endülüs’ten Hindistan’a kadar bir zamanlar gözde olan bir medeniyetin gerileyiş sebepleri,  Müslümanlara karşı başlatılan yok etme kampanyaları, Yemen’den Viyana’ya, Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya kadar egemenlik süren Osmanlı’nın durdurulması... Bütün bunlar, Mladi Muslimani toplantılarında tartışılan konulardır. Çünkü Müslümanlar Osmanlı çekildikten sonra hep horlanıyordu ve büyük bir yara almıştı. Geleceğe umutla bakabilmek ve canından ve malından emin olabilmek için teşkilatlanmaları gerekti ve onlar da bunu yaptı. 
 
Aliya İzzetbegoviç’in Mladi Muslimani denilen Genç Müslümanlar teşkilatı ile tanışıklığı henüz lise yıllarında başlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce kurulan bu örgütün çoğu üyesi Belgrad ve Zagrep Üniversiteleri’nde okuyan gençlerdi. Onların yanında Aliya gibi henüz yaşı küçük lise öğrencileri de vardı aralarında. 1945’te komünistler tarafından öldürülen tıbbiyeli Esad Karadozoviç, mühendislik okuyan Emin Granov, ormancılık öğrencisi Tarık Müftic, inşaat mühendisliğinde talebe Hüsrev Basagic’in Saraybosna’da oluşturduğu dinamik bir gençlik grubuydu bu. Aralarında komünistler tarafından katledilen ziraatçi Asaf Serdarevic de bulunmaktadır. Bu teşkilat konjonktür gereği Müslüman gençler arasında, bilhassa lise ve üniversite öğrencileri nezdinde hızla yayılmaya başlar. Bosna-Hersek’in hemen bütün şehirlerinde sempatizanları çığ gibi büyür.
 
Aliya teşkilata girdiğinde henüz lise öğrencisiydi. Liseliler ve Üniversiteliler diye iki gruba ayrılmıştı ve daha çok kitap okuma faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Kanı kaynayan Aliya’nın gençlik yıllarında bu grubun etkisi altında kaldığını görüyoruz. Bu genç Müslüman aydınlar topluluğunun, öteden beri cami ve mekteplerde öğretilen Müslümanlık algısından farklı olarak, İslâm dünyası ile irtibata geçtikleri görülür. Muhammed İkbal, Cemaleddin Efganî, Reşid Rıza gibi aksiyon adamlarını takip ederler. Aliya ve arkadaş grubunun farklılığını kendi cümlelerinden takip edebiliriz: “Bunu öz ile biçim arasındaki ilişkiye dair bir mesele olarak görüyorum. Bizim nazarımızda hocalar, yani İslâm dinini öğreten öğretmenler, İslâmın ritüellerini yorumlamaya ve özü göz ardı etmeye daha fazla eğilimliydiler.” Yerleşik İslâm anlayışından farklı olan bu anlayış biçimi, komünist ve faşistlerin yanında Müslüman hocalardan da tepki alıyordu. Buna rağmen ülkedeki camilerin imamlarının ya da hocaların kurduğu bir teşkilat diyebileceğimiz El-Hidaye ile Mladi Muslimani arasında saldırmazlık anlaşması yapılmıştı. Zaten Müslümanların baskı altında yaşadığı topraklarda akıllıca alınmış bir karardı bu. 
 
 
 
İlginçtir, Mladi Muslimani mensubu gençler, kendi ülkelerindeki kronik problemlerden daha çok, çağdaş İslâm dünyasının sorunlarına karşı daha duyarlıydılar. Her biri kendilerini o dünyanın bir parçası olarak gördüğünden, ümmet bilinciyle dindaşlarının sorunlarıyla daha çok ilgileniyorlardı. Müslümanların modern batı dünyasından niçin geri kaldığı, geçmiş yıllardaki gelişmişliğin gerisine neden düştüğü, İslâm dünyasının yabancıların hakimiyeti altına nasıl düştüğü sorularını sorarak kendilerini sorguluyorlardı. “Dinin afyon olduğu” propagandasının telkin edildiği okullarda yetişen bu Müslüman gençler, kimlik arayışında bulunuyorlardı bir bakıma. Kendi varlık alanlarını heterojen bir toplumda bu kimlik altında görüyorlardı. 
 
El-Hidaye ile Mladi Muslimani arasındaki söz konusu anlaşmaya Aliya açıktan açığa değil belki ama içten içe muhalefet eder. Bu anlayışın kendilerini pasifleştirdiğini, Müslümana meskenet ve zilletin yakışmadığını söyler. “Ya ol, ya öl” anlayışından hareket ederek, olmak için ölmeyi göze almanın gerekliliğini ifade eder. Ona göre ölümü göze almayan hiçbir kimsenin, olmaya hakkı da yoktur.
 
Aralarında saygı duyduğu imamlar ve hocalar olmasına rağmen, olup bitenlere eleştirel bir gözle baktığı için Aliya’nın fikrine herkes saygı gösterirdi. Devrin din adamlarıyla bir tür kan uyuşmazlığı yaşar. Hocalık gibi, şeyhlik gibi bir toplumsal sınıfın oluşmasına karşı çıkar ve bu tür sınıfları İslâmın gelişmesinde bir engel olarak görür. Din adamlarına sosyal bir statü sağlayan bu kurumların yeniden tanımlanması gerektiğine işaret eder. Ve bunun için Hazret-i Peygamberin hayatını örnek gösterir.
 
Aliya düşüncesini sakınmadan söyleyen dobra bir karaktere sahip olduğu için, bu ve buna benzer görüşlerini de açıktan açığa söylemekten çekinmez. Bildiği doğruyu tek başına da olsa söylemekten endişe etmediği için düşmanları da çok olur. Bundan dolayı eleştirilmeye ve giderek teşkilatta dışlanmaya başlar. Ancak içerideki bu eleştirel kişiliğine rağmen, dışarıda komünist yönetimin Müslümanlar aleyhine estirdiği fırtına dolayısıyla aktif olmaya devam eder. Hemen ardından da zaten Mladi Muslimani üyelerinin tutuklanmaya başladığı furyası görülür.  
 
Mladi Muslimani gençlik örgütünün 1940’ların ortalarında varlığını iyiden iyiye hissettirmeye başladığını görüyoruz. Bir yıl sonra Almanlar Yugoslavya’yı işgal ettikleri zaman, Müslümanlar, bu örgütün bir dernek olarak tescil ettirilememesinin eksikliğini yaşar. Mevcut yönetim de buna zaten sıcak bakmaz. Bu teşkilat yasal olmayan bir yapılanma ile varlığını sonraki yıllarda da uzun süre devam ettirir.  
 
Mladi Muslimani’nin oluşmaya ve üyelerinin taraftar bulmaya başladığı yıllarda, İslâm dünyası dağınık bir görüntü veriyordu. Örgüt mensubu gençler bunu bir türlü kabullenemiyordu. İslâmın dinamik ve canlı bir din olduğunu, bunun da Müslümanların yaşadığı dünyada kendisini göstermesi için zorunlu olduğunu söyler. Aliya 1940’lı yılların bu dağınık yapısını anlatırken, “Müslüman dünyada olanlardan, yabancıların askerleri veya sermayeleri yoluyla kurduğu hakimiyetten rahatsızdık,” diye ifade eder rahatsızlığını. 
 
Aliya İzzetbegoviç liseyi bitirdiği yıl, komünistler Saraybosna’yı işgal etti ve 45 yıl sürecek olan Mareşal Tito dönemi böylece başlamış oldu. Genç Müslümanlar teşkilatının faal üyelerinden biri olan İzzetbegoviç arkadaşları ile birlikte baskıcı yeni yönetime karşı gösteri düzenlemeye başladı. Bu gösterilerde kendisi başı çekiyordu. Kalabalık gruplar oluşturarak anti-komünist konuşmalar yapıyorlar ve bu konuşmalar halk nezdinde ummadıkları bir karşılık buluyordu. Halktan gördükleri bu iltifat onları heyecanlandırdı ve kendilerine bir güven duygusu sağladı. 
 
Bu konuşmalardan sonra Mladi Muslimani üyelerinin hemen tamamı tutuklandı. Genç ve heyecanlı oldukları için suçsuz bulunarak kısa bir süre sonra serbest bırakıldılar. Ancak gösteriye devam ederek bunu ülke geneline yaymaya çalıştılar. Bunun üzerine Aliya İzzetbegoviç teşkilatın diğer üyelerinden 14 arkadaşıyla birlikte tutuklanarak 36 ay hapse mahkûm edildi. Bu, kendisinde büyük bir güç vehmeden teşkilatın tutuklandığı ilk gruptu.
 
Mladi Muslimani’nin tüm baskılara rağmen taraftar bulduğunu ve gelişmekte olduğunu gören komünist yönetimin, bu harekete karşı acımasızca kesin tavır aldığı görülür. Komünistler şunu apaçık gördü ki, normal seyrine bırakıldığı takdirde bu teşkilatın öğretileri halk arasında, bilhassa gençler arasında çabucak yayılıyordu. 14 kişilik ilk gruptan bir yıl sonra ve hemen ardından binlerce genç Müslüman tutuklanarak yıldırma politikası güdüldü.
 
 
Müellif: Hüseyin Yorulmaz / Karabatak Dergisi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.