Sosyal Medya

Şeyhü'l muharririn: Ahmet Kabaklı

“Bazı insanlar eserlerinin arkasında kalır; bazıları da eserlerinin önüne geçer. Ahmet Kabaklı hoca şahsiyetini eserlerinin önüne çıkartmıştır. Eserlerinde fark edilmeyen cerbezesi, albenisi, şahsında toplanmıştır."



Ahmet Kabaklı, Harput’ta dünyaya gelir, babası Harput Sarayhatun Camii müezzini Kabaklı Ömer Efendi, annesi Pertekli Bölükbaşılar’ın kızı Münire Hanım’dır. Yazar, dört çocuklu bir ailenin üçüncü çocuÄŸudur. Bütün ailesiyle birlikte caminin temizliÄŸini de üstlendiÄŸi için “Farac” lakabıyla anılan babası Ömer Efendi, Harput’un sevilen, sayılan simalarındandı. Ahmet Kabaklı, babasını tanıma fırsatı bulamaz kendisi henüz iki yaşındayken babası Ömer Efendi vefat eder. EÅŸinin ölümünün ardından Münire Hanım, ikinci evliliÄŸini Yakup Ülgün ile gerçekleÅŸtirir. Annesinin ikinci evliliÄŸinden de Mehmet Ülgün ve Güzide Ülgün adında iki kardeÅŸi olur. Bu ÅŸartlar içinde yoksul bir çocukluk ve gençlik dönemi olur, bu yıllarda kendinden iki yaÅŸ küçük erkek kardeÅŸi Ömer Kabaklı ile birbirlerine destek olurlar. Ä°lk ve orta öÄŸrenimini Elazığ Numune Mektebi’nde tamamlar, ardından lise öÄŸrenimi için Elazığ Lisesi’ne baÅŸlar ve buradan mezun olur. O yıllar Türk tarihi açısından önemli ve sancılı yıllardı. Altı yüzyıllık bir imparatorluÄŸun yıkılışı ardından kurulan yeni devlet, kalkınma çabasındaydı. Bu yeni devletin sahip olduÄŸu en önemli ÅŸey; millet olma onuruydu. Böyle bir dönemde dünyaya gelen Ahmet Kabaklı, bu ortamdan aldığı ilhamla Türk kültürünün yücelmesine ömrünü adayacaktır.[1]

 

Edebiyat geçmiÅŸi ve Cemil Meriç’le tanışma
 
Annesinden dinlediÄŸi sözlü edebiyat ürünlerinden sonra Ahmet Kabaklı’nın edebî ÅŸahsiyetini etkileyen ikinci kadın, Türkçe öÄŸretmeni Cemile Hanım olur. Lise öÄŸrenimi sırasında Fransızca öÄŸretmeni olan ve o yıllarda bir Marksist olarak tanınan Cemil Meriç’i tanır. Hayatı boyunca kendisine hayranlık duymuÅŸ, öÄŸrencilik yıllarının ardından da irtibatını koparmamıştır. Cemil Meriç, otuz sekiz yaşında gözlerini kaybedince Ahmet Kabaklı, uzun bir süre onu görmeye dayanamaz. Çok sonradan onu Göztepe’deki evinde ziyaret ettiÄŸinde bir daha ayrılmamak üzere kucaklaÅŸmışlar ve Ahmet Kabaklı o günü ÅŸöyle anlatmıştır: “Dört bir yanı kitaplarla kuÅŸatılmış olan Hoca’nın evinde, hemen bir aile sıcaklığı sardı gönlümü. Evime dönmüÅŸ, aradığımı bulmuÅŸ gibi mutlu idim. Ümit büyümüÅŸ, o yıl sosyolojiyi bitirmiÅŸ, bir aÄŸabey kızı gibi neÅŸeli, Fevziye abla her zaman o eski yavaÅŸ, nazik, hanımefendiliÄŸinde, Mahmut Ali, Paris’te imiÅŸ. Hoca derseniz gözleri olduÄŸu zamankinden daha farklı azimli ve ÅŸen. O zaman Cemil Bey unutamayacağım bir ÅŸey söyledi: ‘Ahmet, her meselede, her konuda, memlekete, dünyaya bakışta seninle beraberim. DüÅŸüncelerimiz bir, kaygılarımız aynı. Yalnız tarzlarımız elbet farklı olacaktır.”[2] Edebiyatta, millî deÄŸerlerin birer neferi olan bu iki büyük fikir adamı, böylece ülke irfanının kaderini etkileyecek bir yazı dizisine baÅŸlarlar. Ahmet Kabaklı’nın devam eden “Gün Işığı” köÅŸesi, adı gibi her kesimden insanı aydınlatırken Cemil Meriç de Hisar Dergisi’ndeki “Umrandan Uygarlığa” köÅŸesini “Kültürden Uygarlığa” olarak deÄŸiÅŸtirerek devam eder. Ahmet Kabaklı’nın liseden mezun olduÄŸu sıralar, Ä°kinci Dünya Savaşı baÅŸlamış, hayat ÅŸartları zorlaÅŸmıştı. Bu dönemde kardeÅŸlerinin de desteÄŸi ile bir yandan çalışır bir yandan da eÄŸitimine devam eder. Liseden mezun olmasının ardından Ä°stanbul Yüksek ÖÄŸretmen Okulu’nun açtığı parasız yatılı sınavını kazanarak Ä°stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde eÄŸitime baÅŸlar. Ä°kinci Dünya Savaşı’nın ardından oluÅŸan özgürlük ortamında Ahmet Kabaklı, her fırsatı deÄŸerlendirerek ilim ve irfan sahibi zâtların sohbetlerinde bulunur.
 
ÇiçeÄŸi burnunda bir edebiyat öÄŸretmeni
 
1948 yılında Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuÅŸ, üç sene görev yapacağı ilk görev yeri Diyarbakır’a gitmiÅŸtir. Ä°lk öÄŸrencilerinden olan Cahit Dolanlı, Ahmet Kabaklı’nın meslek hayatındaki ilk gününe dair anısını bizlere aktarır: “Ä°stiklal Marşı ve ardından Diyarbakır Lisesi’ne has bir marşı söyledikten sonra derse girerken yirmi beÅŸ yaÅŸlarında, şık giyinmiÅŸ, uzun boylu, yakışıklı, genç adam bana yaklaÅŸtı ve ‘Yanlış adrese gelmediÄŸimi söyleyebilirim.’ dedi. ‘Ben okulunuza yeni tayin edilmiÅŸ edebiyat öÄŸretmeninizim, ilk karşılaÅŸtığım öÄŸrencim sen oldun.’ dedi. O sırada diÄŸer arkadaÅŸlarımız da hocamızın etrafına geldiler ve ben arkadaÅŸlarıma yeni edebiyat öÄŸretmenimiz, diye tanıttım. Kabaklı: ‘Sevgili çocuklar ben ilk gördüÄŸüm anda sizleri, hemen sevdim. Ne güzel ÅŸehrimiz var; tarihi surlar, sıcak ve güzel tabiat, gülümseyen yüzleriniz, pırıl pırıl gözleriniz, hepsi güzel.’ dedi. ‘Süleyman Nazifler, Ziya Gökalpler, Faik Aliler, Cahit Sıtkılar, Åžair Nigarlar, Ali Emiriler ve daha niceleri yetiÅŸmiÅŸ. Bir edebiyat öÄŸretmeninin bu ÅŸehirde hizmet vermesi güzel olacak.’[3] Buradaki görevi sırasında halk tarafından da sevilip sayılmış, divan edebiyatı geceleri düzenlemiÅŸtir. O bölgede de ciddi anlamda milliyetçilik havaları estirmiÅŸ, Halkevi’nin çıkardığı KaracadaÄŸ Dergisi’nin yöneticiliÄŸi görevinde bulunmuÅŸtur. Üç senenin sonunda askerlik görevini yerine getirmek için Diyarbakır’dan ayrılırken gecenin geç saati olmasına raÄŸmen kendisini uÄŸurlamaya kalabalık bir insan grubu gelmiÅŸtir. Ankara Ekspresi çiçeklerle süslenmiÅŸ, bu veda karşısında Ahmet Kabaklı çok duygulanmıştır. Manisa’da vatani görevini yerine getiren Ahmet Kabaklı, 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesi’nde edebiyat öÄŸretmenliÄŸi görevine baÅŸlamış, 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinin matematik öÄŸretmeni olan kızı MeÅŸkure Hanım’la evlenmiÅŸ; Taner isminde bir erkek evladı olmuÅŸtur. Ankara Hukuk Fakültesi’ne girmiÅŸ, aynı zamanda öÄŸretmenlik görevini de sürdürmüÅŸtür. Tercüman Gazetesi’nin açmış olduÄŸu fıkra yarışmasına ‘Ferhat Fırat’ imzası ve kendisine birincilik getiren “Üniversitede Münazaralar” baÅŸlıklı yazısı dâhil beÅŸ yazı ile katılmıştır. Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye’de yarışmayla yazar olan iki kiÅŸiden birisi olmuÅŸtur. Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesi’nde Edebiyat öÄŸretmenliÄŸine devam etmekteydi. [4]
 
Aydın Ticaret Lisesi’nde görev yaptığı sırada Millî EÄŸitim Bakanlığı tarafından eÄŸitim için Paris’e gönderilir. O sırada sekiz yaşındaki oÄŸlu Taner’e ÅŸu mektubu yazar:
 
“Sana ne zamandır mektup yazamadım. Senden de bir cevap alamadım. Çok merak ediyorum, insan sevdiÄŸi babasını mektupsuz bırakır mı hiç? Ben ayrılalı neler oldu? Okulun bu yıl nasıl? ÖÄŸretmenin deÄŸiÅŸti mi? Bu yıl hiç ÅŸiir okudun mu? Hangi ÅŸiiri okudun? Derece aldın mı? OÄŸlum, yazın hangi kitapları okuduÄŸunu biliyorum. Benden sonra da hangi kitapları okudunsa lütfen bir liste yapıp bana yazar mısın? Ayrıca okudukların arasında en çok sevdiÄŸin masal veya hikâyenin konusunu ve kahramanının ismini de bana yazarsan son derece memnun olurum. Bu yıl, güzel mahallemizde kimlerle arkadaÅŸlık ediyorsun? Yenileri var ise bana tanıt (Tarif ve tasvir et). Bu yıl sana yeni elbiseler alındı mı? Alındı ise renk ve biçimini bana anlat… OÄŸlum, günde kaç saat ve hangi zamanlarda çalışıp, kaç saat ve hangi zamanlarda oynuyorsun? Bunları bilmek isterdim? Bu sene, büyüdüÄŸüne göre herhalde baÅŸka oyunlar da oynuyorsundur. Neler olduÄŸunu yaz e mi? Gelelim sıhhat ve hastalık bahsine; annenin yazdığına göre yemek yemiyormuÅŸsun, buna çok üzüldüm ve sana darıldım. Bana hangi yemekleri sevdiÄŸini yaz bakalım… Bir de hastalık geçirmiÅŸsin. Buna nasıl üzüldüÄŸümü bilemezsin. Fakat oÄŸlum, unutma ki hastalık kendimize iyi bakmamaktan ve annemizi dinlememekten olur. Sakın terleme ve çok fazla giyinme, soÄŸuklarda koÅŸturma. Sana seveceÄŸini umduÄŸum iki oyuncak gönderiyorum: Tank ve helikopter. Bunları saldırma için deÄŸil savunma için kullan oÄŸlum, bunlar yılbaşı hediyemdir. Ayrıca sınıf geçme hediyesi de alacaksın. Sen de neler istediÄŸini bana bildir. Gözlerinden hasretle öperim. Acele ve uzun mektubunu bekliyorum.” (Ahmet Kabaklı, 8 Aralık 1956, Paris)
 
Baki kalan gök kubbede hoÅŸ bir sada imiÅŸ…
 
Paris’ten döndüÄŸünde Çapa EÄŸitim Enstitüsü’nde öÄŸretmen olarak göreve baÅŸlar.1955 yılında girdiÄŸi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Ä°stanbul Barosu avukatlarından biri olarak kısa bir süre serbest avukatlık yapmıştır. Çapa EÄŸitim Enstitüsü’ndeki görevine, Ä°stanbul Yüksek ÖÄŸretmen Okulu’nda öÄŸretim görevlisi olarak devam eder, sonraları Ä°stanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda edebiyat dersleri vermeye baÅŸlar. Kalbinden rahatsızlanarak geçirdiÄŸi kalp ameliyatının ardından enfeksiyon kaptığı için nekahat dönemi uzun sürer, bu sırada eÅŸi MeÅŸkure Hanım vefat etmiÅŸtir. Hastaneye yattığı sırada öÄŸrencilerinin bir ziyareti sırasında ölümden bahis açılmış; öÄŸrencisi Belkıs Ä°brahimhakkıoÄŸlu’nun deyimiyle ruh ikizi olan Yunus Emre’nin ÅŸu mısrasını okumuÅŸtur: “Ölen hayvan imiÅŸ, âşıklar ölmez.”[5]
 
Hastanede acılarına tahammül edemediÄŸi bir gece, yeÄŸeni AyÅŸe Sema Kabaklı’ya dönerek kendisine, Kur’an-ı Kerim okumasını ister. YeÄŸeni Kur’an okumayı bitirdiÄŸinde, “Ä°çime billur gibi bir ÅŸey aktı biliyor musun? Bana söz ver hep okuyacaksın deÄŸil mi?” diyerek söz alır. Hastane günleri sıkıntılı geçmiÅŸ, yemek yiyebilmek gibi ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz olmuÅŸtur. Ancak hiçbir zaman isyan etmez aksine kendisini, yemeÄŸini yiyebildiÄŸi zamanlarda mutlu hisseder. Kendisinden kısa bir süre önce vefat eden eÅŸi MeÅŸkure Hanım, son ziyaretinde (içinde doÄŸmuÅŸ da vedalaşırcasına) iskemlesinden aniden kalkarak: “AhmetçiÄŸim seni öpeceÄŸim” der; birbirlerine hasret ve sevgiyle sarılırlar. EÅŸinin vefat haberini hastaneden taburcu olacağı gün doktor gözetiminde yeÄŸeni Serhat Kabaklı’dan aldığında, “Benim eÅŸim, sevgili MeÅŸkure’m mi? Yani benim kırk sekiz yıllık hayat arkadaşım mı?” diyerek kederlenir.[6] EÅŸinin mezarını, ancak hastaneden taburcu edildikten sonra ziyaret edebilmiÅŸtir. Ziyareti sırasında yakınlarına öldüÄŸünde eÅŸinin yanına gömülmek istediÄŸini belirtir. Hızla iyileÅŸtiÄŸinin sanıldığı sırada akciÄŸer enfeksiyonu nedeniyle tekrar hastaneye kaldırılarak 8 Åžubat 2001 PerÅŸembe günü, Hakk’ın rahmetine kavuÅŸur. Cumartesi günü tabutuna Türk ve DoÄŸu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi, Fatih Camii’ne getirilir. Yurdun dört bir yanından gelen on binlerce kiÅŸi, “Dünya-yı dun için edaniye baÅŸ eÄŸmeyen” bu Alperen’i ebedi mekânına uÄŸurlar. Siyasetçilerin yanı sıra çok sayıda sanatçı, ÅŸair, yazar, her yaÅŸtan talebesi ve okuyucuları; deÄŸerlerini yitirmeyen binlerce vatan çocuÄŸu, Fatih Camii avlusunda ondan helallik isterler. Åžimdi o, Eyüp Sultan’ın manevi ikliminde, eÅŸi MeÅŸkure Hanım ile yan yana, çok sevdiÄŸi, ömrünü adadığı vatan topraklarında yatıyor. Vefatının ardından Ahmet Kabaklı’ya ithafen yeÄŸeni Esat Kabaklı, ÅŸu maniyi söylemiÅŸtir:
 
“Garşıya gar yaÄŸar,  
 
Yar oturmuÅŸ nar teneler.
 
Ölürse çoklar ölsün,
 
Ölmesin bir teneler…”  
 
Yazın tarzı ve felsefesi
 
Gerek orta gerek yüksek eÄŸitiminde çok iyi hocaların tedrisinde yetiÅŸmiÅŸ olduÄŸundan yazı hayatının ilk filizleri daha o zamanlarda yeÅŸermeye baÅŸlar. Lisede iken Cahit Okurer, Cemil Meriç; yükseköÄŸretim yıllarında ise Ahmet Hamdi Tanpınar, ReÅŸit Rahmeti Arat, Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan, Ahmet CaferoÄŸlu gibi efsane isimlerin dokunuÅŸlarıyla ÅŸekillenir. Bilinen ilk yazısını fakülte öÄŸrencisi iken 1946 yılında Son Saat gazetesinde yayınlar. BaÅŸlığı, “Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı?" olan bir tenkid yazısıdır bu. Daha sonra çeÅŸitli dergilerde çıkan yazılarıyla yayın dünyasında ismini duyurmaya baÅŸlar. Ama tanınmasına ve yaygınlaÅŸmasına asıl Tercüman Gazetesi’ndeki fıkra ve makaleleri vesile olur. Kabaklı, yirmi binden fazla yazdığı fıkra ve makalelerinin büyük bir kısmında günlük siyasete yer verir, diÄŸer kısmını ise kitaplaÅŸtırmayı düÅŸündüÄŸü konulara hasreder. KöÅŸe yazılarında, polemikçi üslûbuyla öne çıkar; millî kültürü ve mânevî deÄŸerleri savunarak Anadolu insanının sesi olur. Tarihte ve kültürde devamlılık fikrini savunan Kabaklı, hânedanlar ve rejimler deÄŸiÅŸse de devletimizin tek olduÄŸu, Osmanlı Devleti’nin “devlet-i ebed-müddet” idealinin kendisinden önceki Türk devletlerini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni de içine aldığı düÅŸüncesindedir. Ona göre Ä°slâmiyet ve Türklük tarihte benzerine az rastlanır bir terkip vücuda getirmiÅŸtir; bu terkibin taşıdığı zenginliklerden bugün de istifade edilmesi gerekir.1980’li yıllarda BoÄŸaziçi Fikir Dergisi’nde konuya iliÅŸkin ÅŸöyle yazar: “Türk’ün yüzyıllar içerisinde ortaya çıkmış belli bir insan yapısı vardır. Bu insan yapısının temelde iki unsura dayandığını söylemek mümkündür: Maddi, manevi aÅŸk yapısı ve bozkır kültürü. Türk’ün Orta Asya’da geçirdiÄŸi büyük maceranın bizatihi sebebi olan varlığı ve onu maceraya sürükleyen maddi cevheridir. Türk insanını meydana getiren manevi unsur ise Ä°slâmiyet’tir. Ä°slâmiyet ile birlikte adeta kendisinin aradığı bir varlık, bir manevi ruh teÅŸrif etmiÅŸtir. ‘Ä°ki denizin birleÅŸmesi’ diye bir söz vardır, iÅŸte onun gibi… Türk insanı maddi unsuruna ilave olarak aradığı manevi unsuru Ä°slâmiyet’te bulabilmiÅŸtir. Türk’ün Ä°slâmiyet’e çabucak teslim oluÅŸu, savaÅŸsız olarak kitleler halinde Ä°slâmiyet’e razı oluÅŸu, onu bütün benliÄŸi ile içten gelerek kabul ediÅŸi, esasen onu aramakta olduÄŸunun bir ifadesidir. Demek ki maddi unsur olarak göçebe Türk’ün imparatorluk ve Ä°slâmiyet devrinde dahi sürüp gitmekte olan akıncı ruhunu, manevi unsur olarak Ä°slâmiyet ve baÄŸlı olarak tasavvufun getirdiÄŸi olgunluk ile birlikte mütalaa ederek ‘Türk insanı tipinin’ bu iki unsurdan meydana gelmiÅŸ olduÄŸunu söyleyebiliriz. Bunun daha ziyade nev-i ÅŸahsına münhasır bir karakter yapısını meydana getirdiÄŸini kabul etmek gerekir. Türk, Batı’yı yani Anadolu’yu ve Rumeli’yi tanıyor Ä°stanbul’a müÅŸerref oluyor ve kendi Orta Asya ile Horasan unsurlarını taşıyor. Bu tabiatıyla baÅŸlı başına ne sadece Ä°slâm’dır ne Anadolu’dur ne de Horasan veya Orta Asya’dır. Bu her üçünün sentezini meydana getirmiÅŸ olan Anadolu TürklüÄŸüdür. Anadolu TürklüÄŸü ki bu Araplardan ayrı Anadolu’da tanıştığı Rum ve benzeri diÄŸer kavimlerden ayrıdır. Binaenaleyh bu nev-i ÅŸahsına münhasır bir kültürün, medeniyetin, yaÅŸayışın, bir temsilcisi hüviyetini almıştır.”[7]
 
 
Kabaklı yazılarında milli ve manevi deÄŸerleri merkeze alan bir üslubun sahibidir; bütün kitaplarında da bu çizgiyi takip eder. Kitaplarından bir kısmı kendisi hayatta iken bir kısmı da yarım kalmış notlarından ve gazete yazılarından derlenerek vefatından sonra yayınlanır. Bunlardan en önem verdiÄŸi kitabı “Alperen" kültürel kodlarımızın sembol tipidir. Hoca, kitabın hazırlığına 1993 yılında baÅŸlar, tıpkı “Temellerin DuruÅŸması"nda olduÄŸu gibi kitabın içerisinde yer alacak yazıları, Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayınlanmaya baÅŸlar. Fakat kitap olarak çıkarmaya ömrü vefa etmez, vefatından sonra tamamı yayınlanır. Kitabıyla ilgili hissiyatı, önsözünde yer alır: “Ama bu Alperen kitabı baÅŸka ÅŸeydir. Bunun hevesinden baÅŸka türlü hoÅŸlandım. Sanki yeni bir Dede Korkut kitabı hayal ediyorum. Gücüm olsa doÄŸrudan doÄŸruya milletimin destanını yazardım. Bu kitapta daha çok milletimin destanının anlamlarını aramaya çalışacağım.”
 
Kabaklı Hoca kalem silahÅŸörü deÄŸil, kalemiyle savaÅŸ veren bir fikir iÅŸçisiydi. Dönemin siyasi liderlerine dahi zaruri gördüÄŸü meselelerde fikir erbaplığı yapmış, hayati meselelerde açık bir ÅŸekilde kendilerini uyarmıştır.
 
Türk edebiyatı tarihi araÅŸtırmacılığı konusunda titizlikle çalışan ve bu konuda beÅŸ ciltlik bir eserle önemli bir katkı saplayan hocanın temel motivasyonu; edebiyat, vatan, dil, millet, tarih, Türk düÅŸünür ve sanatçılarına duyduÄŸu muhabbettir. DeÄŸerler bakımından yozlaÅŸmanın yaÅŸandığı çağımızda tüm deÄŸerlerin temelini oluÅŸturan “muhabbet” üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Bilgi toplumu olma yolunda ilerlerken göz ardı edilen deÄŸerler sistemi ve dolayısıyla sevgi unsurunun eksikliÄŸi, toplumsal sorunların sebebini oluÅŸturuyor. Bu sorunların çözümünde hoÅŸgörü ve sevgi ile donanımlı bireylerin yetiÅŸtirilmesi önemlidir. Ahmet Kabaklı beslediÄŸi vatan, millet sevgisini eserlerinde hayatı boyunca mücadelesini verdiÄŸi “YaÅŸayan Türkçe” ile dile getirir. Eserlerinin yanı sıra kurduÄŸu tüm iliÅŸkilerde nezaketi, beyefendiliÄŸi ve üslubunun niteliÄŸiyle “edebiyat duayeni” olmanın edebini, hemen herkese hâl diliyle göstermiÅŸtir. 
 
Ahmet Kabaklı sayesinde Mehmet Akif, Yunus Emre, Hz. Mevlana gibi ÅŸahsiyetler Pazar Sohbetleri’yle köy kahvelerine kadar taşınır; gittiÄŸi yerlerde insanlar, ister kulak aÅŸinalığıyla olsun ister bizzat olsun edebiyatla temasta bulunur. “Kendisinin musikiye karşı da ilgisi vardı. Tercüman Gazetesi’ndeki makale ve polemikleri ile basın âlemini adeta süzmüÅŸtür. Yazarlarımız arasında musikimizi anlayarak nüfuz ederek tahliller yapan kalem sahiplerimizden biridir.” [8] Ömrü boyunca geçmiÅŸ birikimlerle ÅŸekillenen bir gelecek tasavvuru sunar; geleceÄŸin edebiyatına dair hayallerini ÅŸu sözlerle ifade eder: “GeleceÄŸin edebiyatı nasıl mı olacak? Sanat, politika, dostluk ve her ÅŸeyde olduÄŸu gibi düÅŸüncenin de fazla bağıran olanını sevmiyorum. DüÅŸünen yazı bence ‘nizam-ı âlem’ saÄŸlayan, kesin hüküm veren yazı deÄŸildir. DüÅŸündüren yazıdır. GeleceÄŸin edebiyatı olacak mı? Olacak; çünkü insanların diktikleri taÅŸtan ve çizdikleri papirüslerden beri en uzak geçmiÅŸten bugüne yaÅŸamıştır. Åžiir, hikâye, türkü bugün de vardır. O hâlde yarın da olacaktır. Edebiyat, insan verimidir. Bilenen yaratılış hikmetiyle bir anadan-babadan doÄŸan insan var oldukça yeryüzünde edebiyat ve sanat da var olacaktır. GeleceÄŸin insanları da ilk papirüs ve kitabeden beri divanlarla romanlarda, dergâhlarda, sahnelerdeki kırlarda meydana getirilmiÅŸ ÅŸaheserleri seveceklerdir; tıpkı onlar gibi fakat baÅŸka açıklayış tarzlarında, kendileri de baÅŸka ÅŸaheserler yapacaklardır.’ Gelecek nesillere dair en büyük emeli Türk-Ä°slâm ahlâkı ile yetiÅŸmiÅŸ, Osmanlı ruhunu taşıyan gençler görmekti. Türk Edebiyatı eserinin birinci cildinde Osmanlı gençliÄŸinden ÅŸu ÅŸekilde bahseder: “Türklük âleminde ve TürklüÄŸün en geliÅŸmiÅŸ medeniyeti olan Osmanlı’da çocuklara, gençlere birbirini tamamlayarak üç terbiye verilirdi. Ruh, beden ve kafa terbiyesi. Ruh terbiyesi ancak daha çocuk doÄŸduÄŸunda kulağına Ezan-ı Muhammedi okumakla baÅŸlıyordu. Genç adamın gerçek Müslümanlığa iman yoluyla eriÅŸeceÄŸini, Allah korkusunun bir ruh zihniyeti olduÄŸunu vurguluyordu; çünkü hayr ve ÅŸer Allah’tandır ve ‘Allah neylerse güzel eyler’ gerçeÄŸine imanı ile baÄŸlanmıştır.”
 
Türk Edebiyatı Vakfı ve Hizmetleri
 
Kurucusu olduÄŸu Türk Edebiyatı Vakfı’nı bir mektep hâline getirir, genç yazar ve ÅŸairleri: “Sizi buraya devamlı bekliyoruz. Biz imtihan yapmıyoruz, diploma vermiyoruz ama burası da sizin okulunuzdur.” diyerek içtenlikle davet eder. Kabaklı, burada birçok öÄŸrenci yetiÅŸtirir; ÅŸiirlerde üstadlar konuÅŸturulur, hikâyede yeni kalemler dinlenir, bileÄŸi bükülmeyecek, kararlı, iddialı yazarlar buradan neÅŸet eder. Türk Edebiyatı Vakfı, 1980 yılında da Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultan’üÅŸ Åžuara” ünvanını verir. Dergi, en yüksek trajını 1983 yılının Temmuz ayındaki Necip Fazıl Özel Sayısı ile yakalayarak otuz bin civarında satılır. Ahmet Kabaklı, Necip Fazıl’a hayran olmayı bir sorumluluk iÅŸi olarak görür ve bu sorumluluÄŸu ÅŸöyle tanımlar: “Necip Fazıl’ı anıyorum, seviyorum demek de bir kalite meselesidir. Kolay deÄŸil, ‘Nesini seviyorsun, hangi ÅŸiirinden ürperdin?’ diye sorarlar. Hangi düÅŸüncenin yolundasın, hangi düÅŸünceyi onun kadar ifade edebilecek bir lisana ulaÅŸtın? Bu suali öncelikle kendinize sormak durumundasınız. Kültürsüz gidilmez, kültürsüz memlekete sahip olunmaz. Necip Fazıl memlekete sahip oldu, bir nesli terbiye etti, bir nesli harekete geçirdi; nesliyle, kültürüyle, bu kültürün ardındaki büyük inancıyla ve Allah’ın verdiÄŸi ÅŸairlik kabiliyeti ile. Ama bunu yapan insan sizden de bir keÅŸif bekliyor.”
 
 
Vefanın en büyük örneklerinden birini ise Ahmet HaÅŸim’e karşı gösterir. 90’lı yılların sonunda Mehmet Nuri Yardım’dan Ahmet HaÅŸim’in kayıp olan mezarını araÅŸtırmasını, ister. AraÅŸtırmaları sonucu HaÅŸim’in mezarını periÅŸan bir vaziyette bulan Mehmet Nuri Yardım, bu durumla ilgili Türkiye Gazetesi’nde üç ayrı haber yaparak 2000 Yılı Gazetecilik BaÅŸarı Ödülü’nü alır. Ahmet Kabaklı da HaÅŸim’in mezarının bulunması üzerine “Ahmet HaÅŸim’e Türbe” adlı bir yazı yazarak hissiyatını dile getirir.[9]
 
Rasim Özdenören’in ifadesiyle; “Bazı insanlar eserlerinin arkasında kalır; bazıları da eserlerinin önüne geçer. Ahmet Kabaklı hoca ÅŸahsiyetini eserlerinin önüne çıkartmıştır. Eserlerinde fark edilmeyen cerbezesi, albenisi, ÅŸahsında toplanmıştır: Åžahsındaki sevimlilik, sempati, babacanlık, ruh temizliÄŸi, hizmet ehli oluÅŸu, insanlara ÅŸefkat ve merhametle yaklaÅŸması, sanıyorum onun ÅŸahsiyetini özetleyebilecek niteliklerdir.”
 
Rahmet olsun.
 
 
 
Müellif: Hacer YeÄŸin / Makas Dergisi, Ekim-Kasım 2019, 10. Sayı

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.