İsmail Kılıçarslan: Ben kimim? Ve olduğum insan ne yapar?
Follow @dusuncemektebi2
Bilhassa konferanslarda sıklıkla karşılaştığım bir soru kalıbı vardır: “Peki bilmem ne için ne yapmamız lazım?”
O “bilmem ne” lâfzını dilediğiniz gibi doldurun. “Peki medeniyet üretmemiz için ne yapmamız lazım?” “Peki gençlik yetiştirmemiz için ne yapmamız lazım?” “Peki eğitim meselesini halletmek için ne yapmamız lazım?”
Bu romantik ve idealist soru biçiminde çok temel bir yanılgı olduğunu düşünürüm öteden beri. Çünkü bu soru biçimi, soranın kendisini dışarıya aldığı, meselenin üzerine çıkardığı ve aslında asla cevabı olmayan bir soru biçimidir.
Bu, burada bir dursun.
Osmanlı, Bursa’yı ilk fethettiğinde şehre yapılan ilk yapılarda dere taşı kullanılıyor. Kente en yakın derelerin kenarlarından yahut içinden elde edilen taşlarla ilerliyor mimari. Osmanlı Devleti yolun başındadır.
1399 yılında, yani şehrin fethedilmesinin üzerinden yaklaşık altmış yıl geçtikten sonra inşa edilen Ulu Cami’de ise blok kesme taşlar kullanıldığını görüyoruz. Uzak-yakın taş ocaklarından getirilen, nizami şekilde kesilen blok taşlar. Eh zaten Osmanlı Devleti de giderek yükselmekte, güçlenmektedir.
Aradan iki asır geçtikten sonra inşa edilen Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet gibi camilerde ise sadece taşın kalitesi değildir söz konusu olan. Mimari yerleşimde bir deha görürüz. Süslemelere hayran kalırız. İhtişamları göz kamaştırır bu camilerin. Üstelik son derece özgündürler. Tabii Osmanlı gücünün zirvesindedir. Üç kıtaya hükmetmektedir.
Gelelim 18 ve 19. yüzyıl camilerine. İhtişam azalmış ama süs gereksiz çoğalmış. Güzellik belli oranda yine var ama bu kez özgünlük görünmüyor ufukta. Barok gibi, rokoko gibi batı mimarisi akımlarını taklit ederek üretilmiş camiler var etrafta. O sıralar Osmanlı toprak kaybetmektedir. Çöküşün nedenlerini araştırmakta, çözüm bulmaya çalışmaktadır.
“Bugün niçin güzel cami inşa edemiyoruz?” sorusunun bendeki cevabı hiç değişmez: Çünkü biz güzel değiliz.
Dindarımız neye benziyorsa camimiz ona, sekülerimiz neye benziyorsa alışveriş merkezimiz ona, Kemalistimiz neye benziyorsa Anıtkabir’imiz ona benzer. Biz kimsek, üretimimiz de bize benzer. Yani “medeniyet üretmek için ne yapmamız gerekir?” sorusu dünyanın en gereksiz sorusudur. “Gençlik yetiştirmek için ne yapmamız gerekir?” sorusu dünyanın en cevapsız sorusudur.
İnsanın sorması gereken sadece iki soru olduğunu düşünürüm ben. Sorulardan ilki “ben kimim?” sorusudur. İkincisi ise “olduğum insan ne yapar?” sorusu. Bu iki soru bence Batı felsefesinin dörde böldüğü bütün felsefî uğraşı tamam eder. Ontoloji de, epistemoloji de, etik de, estetik de bu iki soruyla tamam olur.
Yargım kesin: Yanlış sorularla doğru sonuca varılamaz. Bugün dindarından sekülerine, gelenekselinden modernine hepimiz “yanlış sorularla doğru sonuca ulaşmaya çabalayan şaşkınlar topluluğu” olarak çiğniyoruz dünya toprağını.
Soru şu: Ben kimim? Ve soru şu: Olduğum insan ne yapar?
Bu iki soruyu cevaplama samimiyeti, aynı zamanda insan teklerine “sorumluluk” yani teklif de yükler.
Aksi takdirde Trainspotting’in giriş sahnesidir hayatımız. “Seçmemeyi seçmek için eroine sığınan aptallık”tır yani.
İnsan kim olduğunu seçer ve seçimi için gerekeni yapar. Bugün sorduğumuz yanlış soruların ve sadece damarlarımıza zerk ettiğimiz uyuşturucularla yaşayabilmemizin tek bir nedeni vardır: Kim olduğumuzu tespit edecek cesaretimizin olmaması.
Öyleyse boş ver medeniyeti, gençliği, eğitim sistemini falan. Cevap ver: Kimsin sen?
Henüz yorum yapılmamış.