Özel / Analiz Haber
Furkan Ramazan Türkan'ın kaleminden: Düzen nasıl yabancılaştı
İdris Küçükömer’in 1968 yılında Akşam Gazetesi’nde “ortanın solu” nu esas alarak yazdığı dört makalesinin biraz daha genişletilip, ayrıntılı hale getirilerek yayınladığı kitabı “Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması” hem akademik hem de entelektüel camiada hayli ses getiren ve tartışmalara sebep olan bir çalışmaydı. Bu eserle birlikte Küçükömer Osmanlı Toplumu’na feodal düzenin hakim olduğu anlayışını terk ederek “Asyagil Üretim Tarzının” daha uygun olduğu görüşünü benimsedi. Tabi ki bu dönemde 1966’da Sencer Divitçioğlu’nun kaleme almış olduğu ve Osmanlı toplumunu teknik açıdan incelediği “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” adlı çalışma da bu düşüncenin gelişmesinde hayli etkili olmuştu.
“Türkiye Batılılaşamaz!” “Osmanlılarda kapitalist düzene neden geçilemedi” “Ortanın solundaki paşalar ve Abdülhamit” “Son bürokratik paşaya sorular ve stratejik ipuçları” başlıkları altında bölümlere ayırdığı kitabında Küçükömer Osmanlı’dan itibaren devam toplum devlet ilişkisinin yapısına dair cevaplar bulmaya çalışmıştır. Bu bağlamda kitabın başında Said Halim Paşa’dan bir alıntıyla başlamış, analiz ve soruları sonunda ortaya çıkacak olan tezi en başta söylemiş ve toplumu okumasına dair temel kriteri ortaya koymuştur. "
Said Halim Paşa şöyle diyordu: Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı, yine kendi çağdaşları bir Sultan Hamid’in meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdi. Yine Said Halim Paşa’ya göre, Meşrutiyetin, toplumun sosyal determinizm kanunlarına tabi olması şarttır.” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2009, s. 21). Küçükömer’in kitabının girişinde yer verdiği bu alıntılar onun toplumsal olaylara, var olan kurumlara, siyaset geleneğine bakışını ortaya koymaktadır. Ona göre toplum ancak kendi dinamikleri, tarihsel gelişimi içerisinde buna uygun kurumlar ve sınıflar var edebilecektir. Toplum ve devlette meydana gelen değişiklikler de bu yapıya uygun olarak yapılmalıdır aksi durumda yapılan değişiklikler hem yüzeysel olacak hem de bir çözüm getirmeyecektir. “Türkiye Batılılaşamaz” iddiasının kökleri de bu anlayışın altında yatmaktadır. Her toplumda kendi dinamikleri içerisinde buna bağlı olarak sınıflar ve kurumlar ortaya çıkacaktır. Nitekim yer yer Marksizm’in başat tezlerinden bir tanesi olan ekonomik belirlenimciliği de terk ederek, Türkiye toplumun sınıfsal yapısını sosyal temelli açıklamaya girişmiştir. “ Doğucu – İslamcı akım son yüzyıl Osmanlı Toplumuna yön vererek onu kurtarmak amacında olan iki ana akımdan biridir. Diğeri, İslamcı akımın sözde ve devamlı anti tezi olan, Batıcı – laik akımdır.” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2009, s. 22). Osmanlı ve devamında Türkiye toplumunun kendi toplumsal dinamiklerine bağlı olarak ortaya çıkan sınıflar ekonomik temelli olmaktan çok kökleri 16. Yüzyılda bulunabilecek temel bir tartışmanın ortaya çıkardığı sınıflardır. Bu sınıfların ortaya çıkma sebepleri Osmanlı’nın kendisini batının gerisinde kalmış olduğunu kabul ettiği dönemle birlikte başlayan batılılaşma hareketleri temel kırılma noktasını oluşturmuşlardı. “Batıyı tanıyarak oradaki gibi yaşamaya özenmek. (…). Bürokrat Lale Devri’nde aşağıdan bireyci bir gelişme olmaksızın, sanki Osmanlı Rönesans’ını getiriyordu. (…). İşte bu Lale Devri’nde, yaşantısı ve devletçiliği bugünkü “Ortanın Solu” denen hareketin çok küçük bir çekirdeği görülebilir. Ve aynı zamanda, bu dönemin yenilik hareketinin bütününe karşı çıkan esnaf, yeniçeri, ulema birliği de kendini savunan, içine kapanık bugünkü İslamcı – Doğucu halk cephesinin bir geçmişini bulmaktayız.” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2009, s. 58-59). Batının gerisinde kaldığını düşünen ve buna çözümü oradaki üst yapısal kurumları almakta gören bir grup ve onun karşısında ise bu şekliyle değişimi kabul etmeyen bir sınıfın 1960’lara kadar gelen hikayesi. “Türkiye Batılılaşamaz”, iddiası batılılaşma hareketinin başladığı günden itibaren bütün dönüşüm üst yapısal kurumlarda, alt yapısal kurumlar ve bunları elinden tutan ya da temsil eden sınıflar dikkate alınmadan yapılmış olması bunlara bağlı olarak kapitalist sisteme geçmeden yapılan değişiklikler ile birlikte Türkiye’nin de kaderini etkileyecek olan yüzeysel ve sahte bir ayrım ortaya çıkmıştır.
Toplumsal sınıfların batıdan farklı bir biçimde kendini var ettiğini ortaya koyduktan sonra Küçükömer bunun arkasında yatan nedenleri daha detaylı bir şekilde açıklamak için “Osmanlılarda Kapitalist Düzene Neden Geçilemedi” sorusunu sormakta ve bun verdiği teknik ve sosyal temelli cevaplarla batı ile Osmanlı arasındaki farkı, tarihsel gelişmeyi ortaya koymaktadır. Teknik nedenler batının içinden geçmiş olduğu Merkantilizmin Osmanlı’da yaşanmasına olanak vermemiş ve ilkel anlamda sermaye birikimi gerçekleşememiştir. İlkel anlamda sermaye birikiminin olmaması, ilerleyen dönemde bir burjuvanın da ortaya çıkmasına imkan vermeyecek ve Osmanlı batıdan farklı olarak burjuvasız bir toplum olarak kalacaktır. Teknik meselelerin dışında Osmanlı’ya hakim olan toprak ilişkileri de kapitalizmin gelişmemesinde önemli bir etken olmuştur. “Osmanlı üretim ilişkilerinin gereği, merkezi – askeri ve yarış seferber haldeki devlet yapısı, batıda feodalite düzeninde ortaya çıkan otonom mahalli yönetimi bulunan, giderek burjuva egemenliğinin ağır basacağı şehirlere imkan vermeyecekti.” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2009, s. 47). Batıda “bürgergesellschaft” olarak da isimlendirilen ve temelinde şehirli bir burjuvanın yarattığı yeni toplum düzeni de Osmanlı’da ortaya çıkmamıştır. Şehirlerin kendi otonomileri içerisinde var olamamaları da bunun en büyük sebeplerinden bir tanesidir. Padişahın merkezi hakimiyeti hem toprak mülkiyetinde hem de yönetim de kendini göstermiş ne temsiliyet ne de idare açısından devletin merkezci sistemi değişmemiştir. Aracı ve özerk kurumlar ortaya çıkmamış dolayısıyla batıda burjuvanın ortaya çıkmaya başlaması ile kendine yer bulan “civil toplum” Osmanlı’da merkezi sistemi kırarak kendine yer bulamamıştır. Özellikle toprak mülkiyetinin de padişaha ait olması, burjuva da kendini var edememişken farklı bir üretim ilişkisine ve bölüşüm ilişkisine yol açmıştır. “Üretim aracı sahibi olmadan artık üründen bir kısım alabilmek ve bunu devam ettirebilmek, padişahla ters düşmemeye, ona sadakate bağlıydı.” “Yeniçerilerden ayrı olarak, üretim örgütü üstüne oturtulmuş bu çeşit askeri ile imparatorluk, devamlı yarı seferberlik halindedir. Bu hal, Osmanlı devletinin asker – devlet yapısını belirtir. Üretime dahil olmadan üstten artık ürün alan bir asker devlet ortaya çıkar.” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2009, s. 47-48). Demek ki Osmanlı’da bir burjuvanın olmaması aynı zamanda artık üründen pay alacak bir sınıf boşluğunu da ortaya çıkmış, mevcut toprak ve yönetim ilişkileri bağlamında da bu boşluğu padişaha yakın olan ve ona tam itaat içinde olan bürokratlar doldurmuştur. Bir anlamda batıda burjuvanın üstlendiği misyonu Osmanlı’da ve devamında bürokratlar üstlenmiş ve devlet ile toplumun dönüşümünün temel taşını oluşturmuşlardır. Burada dikkat çekilmek istenen ana konu toplumsal açıdan farklı bir gelişimin izlendiği bir devlette, dışarıdan alınan kurumların ne denli uygun ve işlevsel olabileceğidir. Toplumun kendi dinamiklerinden bağımsız doğrudan kopyalama ile alınan kurumlar ekonomik ve toplumsal olarak ne gibi sorunlara yol açabilir. Küçükömer ayrıma dikkat çekerken aslında Bu durum Tanzimat Fermanı ile daha görünür hale gelmiş ve 2 temel sınıf olarak tanımlanan İslamcı – doğucu halk cephesi ile Batıcı – laik cephenin sınırlarını belirginleştirmiştir. Padişaha bağlı paşaların kendilerini devletin dönüştürücü gücü olarak kabul edip halkı görmezden gelerek yaptıkları yenilikler, üretim güçlerinin ortadan kalkmasına sebep olmuş, Osmanlı kapitalistleşmeye ve düzen değiştirmeye çalışırken kendi üretim ilişkilerini tasfiye etmesi ile birlikte batının pazarı haline gelmiştir. “Tanzimat’la birlikte getirilen “mal emniyeti”, “servetlerin müsadere edilememesi” gibi Osmanlı mülkiyet sistemini hukuken değiştiren yenilikler kabul edildi.” “1838’de imzalanan İngiliz – Osmanlı Ticaret anlaşması İngiltere’ye Osmanlıların verdiği en ağır kapitülasyonları kapsıyordu.” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 2009, s. 71).
Bu anlaşma ile birlikte Osmanlı’daki üretim güçlerinin tasfiye edildiğini söyleyen Küçükömer, bu güçleri ellerinde tutan Yeniçeri-esnaf-ulema dayanışmasının daha da belirginleştiğini ve Batıcı-laik kesim karşısında halka dayanan bir kitle olarak var olduklarını söylemektedir. Ki bu iki kitle cumhuriyet döneminde de kendi saflarını koruyarak yeni kurulan devlette yerlerini almışlardır…
KAYNAK: DÜŞÜNCE MEKTEBİ
Henüz yorum yapılmamış.