Rasim Özdenören'in kaleminden: Tavır Koymanın Dili / Nuri Pakdil'in Denemeleri
Follow @dusuncemektebi2
Kişi olarak Nuri Pakdil ile onun yazınsal kişiliği arasında bir bağıntı kurulabileceğini düşünüyorum. Bu bağıntının nasıl kurulabileceğini gösterebilmek için, ilkin kendimize Nuri Pakdil adının bize getireceği çağırışım(lar)ın ne(ler) olduğu sorusunu yöneltmemiz gerekiyor. Evet, Nuri Pakdil deyince, kafamızda nasıl bir kişilik canlandırıyoruz? Nuri Pakdil’in kafamızca yarattığı imajı nasıl yorumluyoruz? Ya da düpedüz Nuri Pakdil kimdir?
Kuşkusuz, hiç kimseyi birkaç kelimeyle özetlemek söz konusu olamaz. Eğer üzerinde konuşulacak kişi Nuri Pakdil ise böyle bir çaba büsbütün zordur. Buna rağmen kendimizi zorlarsak ve kendimizi, Nuri Pakdil’in kişiliğini en belirgin yanıyla ortaya koyabilecek bir ipucu vermekle görevlendirirsek, elde edeceğimiz nitelik sanıyorum, onun tavır koyma hususundaki mizacı olur.
Buradan hareketle Nuri Pakdil’in tavır koyucu bir kişiliğin sahibi olduğunu söylemiş oluyoruz. Kendi gerçek kişiliğinde bir “tavır adamı” olarak ortaya çıkan Nuri Pakdil, yazılarında da yanı kişiliği yansıtır. Gerçek hayatında, onun tavır koyması, bütünüyle kendi kişiliği ile özleşleşmiş (nevi şahsına münhasır) bir haldedir. İlkelerini bilmeden ya da o ilkeleri göz ardı ederek onunla konuşmak, iletişim kurmak zordur ya da tümüyle imkânsızdır. Söz gelimi, bu topraklarda yaşayan herhangi iki insan karşılaştığında, birbirlerini selamladıktan sonra “Nasılsın?” sorusunu da sorarlar. Üstelik karşılaşanlar için bu soru, kendiliğinden beklenen sorular arasındadır. Taraflar bu soruyu birbirlerine sorarlar ve aşağı yukarı her defasında da beklenen cevabı alırlar. Bu cevap: “İyiyim, geçinip gidiyoruz” veya “eh, işte...” kabilinden üstünkörü sözlerdir. Fakat aynı soru karşısında Nuri Pakdil’in tavrı beklenmedik bir biçimde dışlaşır. O size pekâlâ, nasıl olup da kendisine böyle bir soru yöneltebildiğinizin hesabını sorabilir. Veya böyle bir sorunun anlamsızlığını yüzünüze vurabilir. Veya bir zamanlar yaptığı gibi “bir devrimciye böyle bir soru sorulamayacağı” yolunda bir uyarıyla karşınıza çıkabilir. Dahası, soru sahibini azarlayabilir. Bu tür tepkileri, eğer onu yakından tanımıyorsanız, kırıcı bile sayılabilir. Fakat o, bütün bunları kaale almadan, içinin tepkisi ne ise, dile getirmeye çekinmez. Kısacası pervasızdır. Onun gündelik hayatındaki diline zamanla alışırsınız. O dile alıştıkça, artık onunla aynı dili konuşmaya, aynı dili kullanmaya başlarsınız. Onunla aynı dili konuştukça, laf olsun dile sorulan soruların, aslında malâyanilik olduğunu ve onun sizi bundan yasakladığını ayrımsamaya başlarsınız. Bu durumda artık ona: “İşler nasıl?” diye bir soru yöneltmenin anlamsızlığını görürsünüz. Ve bilirsiniz ki, ona böyle soru yönelten biri çıkarsa, ağzının payını alacaktır. Fakat insanların bunu anlayabilmeleri için zamana ihtiyaçları olacaktır. “İşler nasıl?” diye soru soran birisi, “Ne işi beyim? Ne işi konuşuyorsun sen? Benim ne iş yaptığımı sanıyorsun sen?” kabilinden sert sözlerle karşılaştığında elbet şoke olur. Fakat bu sert tepkinin altında söylenmek istenen anlamın, “Biz iş yapmıyoruz, biz Allah’ın buyruğu altında yaşıyoruz. İş yapmanın bedeli paradır. Biz para için yaşamıyoruz. Para müstahkar (iğrenç) bir şeydir. Bizim çalışmamızın karşılığı olarak nasıl olur da, böyle bir şey reva görülebilir?” olduğu anlaşıldığında, ona hak vermemiz gerekir. Fakat o, hiç bir zaman, size bu anlamı doğrudan açıklamaz. Bu anlamı sizin kendinizin çıkarması gerekir. Zaten onun sözlerinden bu tür anlamları çıkarmayı başaramıyorsanız onunla iletişim kurmaya çalışmanız boşunadır. Siz kendi alışkanlıklarınızda ısrar ettiğiniz sürece, onun aynı sert tepkisiyle karşılaşmanız mukadderdir. Bu durumda da iletişim söz konusu olmayacak demektir.
O, bu tepkisini dille açıklamaya yanaşmaz. O, aynı tepkiyi tekrarlamaya devam eder. Meselâ kendisini ziyarete gelmiş esnaftan bir hemşehrisine dinlettiği bir Beethoven LP. nin “ne demek istediği” sorusuyla karşılaşınca, “Bunun anlamı öbür yüzündedir” deyip aynı plağın bir de öbür yüzünü bu zavallı adama dinletmesi, tipik bir Nuri Pakdil tavrıdır.
Anlaşılıyor ki, Nuri Pakdil, gündelik hayatında da, kendine özgü bir “üst dil” kurmuştur. Gündelik hayatında kurduğu üst dili yazılarına taşıyınca, bu yazıları anlamak iki kat zorlaşmıştır. Onun yazılarında semboller, imajlar, alegoriler, istiareler, benzetmeler bol miktarda kullanılır. Fakat bunların neye tekabül ettiğini keşfetmek, okuyucunun izanına, ferasetine, basiretine, okuma maharetine bırakılmıştır.
Onun denemelerinde (hatta eleştirmelerinde) bu damar baştan beri mevcut olmasına rağmen, gide gide koyulaşıp yoğunlaşmış ve giderek onun yazı kişiliğinin bir parçası haline gelmiştir. Gerçi onun yazıları 1950’li, 1960’lı yıllarda daha anlaşılır, daha yalın ifadelerle kurulmuştur. Söylemek istediğini genelde doğrudan ifadelere başvurarak anlatmayı tercih eder. Ne var ki, gene 1960’lı yıllardan başlayarak dolaylı ifadelere başvurması giderek çoğalmaktadır. Mesela bir deprem sonu yıkılmış bir kasabadan, diyelim ki Varto’dan söz açılmışken, yeni kentler ve yeni mahalleler kurmak gereği vurgulanıyorsa, onun böyle bir cümlesinden faraza, Ankara’nın Yenimahalle semtinde yaşayan bir arkadaşına selâm gönderme telmihinin bulunduğu hesaba katılmalıdır. Onu tanımayan için, burada bir üst dil kullanılıp kullanılmadığının belki önemi yoktur. “Dışarıdan” bir okuyucu, o metnin görünen anlamıyla yetinmek zorundadır. Zaten onun başka alternatifi de yoktur. Ama onu “tanıyan” okuyucu o metinlerde bir üst dilin kullanıldığını, dolayısıyla, anlam katmanlarıyla karşılaşacağını bilir.
Platon’un mağara istiaresini herkes bilir. İnsan, bir mağarada bulunmaktadır. Sırtı mağaranın ağzına dönüktür. Arkasından ışık vurmaktadır. Bu konumdaki insan, mağaranın karşı duvarında, arkasından vuran ışığın meydana getirdiği gölgeleri görür. Bu gölgeler, arkadan vuran ışığın habercisidir. O ışık olmasa bu gölgeler olmayacaktır. Ama ışığın aslı mağaranın dışındadır. Platon, bu istiaresinin anlamını gizli bırakmaz. Burada, mağara ile imlenen şey, insanın içinde yaşadığı dünyadır. Mağaranın duvarında görünen gölgelerse, dışardaki gerçek dünyadaki idelerin (düşüncelerin), insan tarafından algılanan biçimleridir. Düşüncelerin ve dünyanın aslı, bizim içinde bulunduğumuz dünyanın dışındaki bir yerdedir. Asıl gerçeklik oradadır. Nuri Pakdil’in istiareleri (eğretileme) böylesine açık seçik değildir.
Meselâ Bir Yazarın Notları I’den şu küçük parçayı alalım: “İlk okuldayken, ilkokuldan sonra, ortaokuldayken karalamalar yapardım, yazardım durmadan: çeşit çeşit kelebekleri uçururdum gökyüzüne. Yeni kuşlar, yeni sözcükler konardı pencereme: çoğunu tutamadan kaçırırdım: koştuğum çok olurdu o kuşların ardından.” (1980, s.10). Bu parçada geçen “kelebek”, “kuş”, “sözcük” kelimelerini ancak muhayyilemizi kullanarak bir yere oturtabiliriz. Kuş ve sözcük kelimelerinin ilham (esin) olduğunu düşünsek bile, kelebek kelimesinin neye tekabül ettiğini çıkarmakta gene de zorlanabiliriz. Ancak karine ile kelebek kelimesinin de, olsa olsa, yazılan yazının karşılığı olduğunu söyleyebileceğiz, gibime geliyor. Buradakiler, gene de “kolay” eğretilemeler. Onun oyunlarında kullandığı eğretilemelerin karşılığını bulabilmek neredeyse mümkün olmamaktadır. Gerek denemelerde, gerekse oyunlarda kullanılan istiareler çoğu kez ya istiare-i mekniyye (yani benzetilenin kaldırılması suretiyle kullanılan istiare) ya da istiare-i musarraha (yani benzeyenin kaldırılması suretiyle kullanılan istiare) biçiminde kullanılmakta; bu durum, metnin anlamına nüfuz etmeyi güçleştirmektedir. Çünkü her iki halde de, gene bilinen, ortak kabul görmüş benzetmelere müracaat edilmemekte; fakat daha önce rastlamadığımız yepyeni kelimelerle karşımıza çıkılmaktadır. Yukardaki örnekte görülen kuş, kelebek kelimelerinin, ilk kez, tahmin ettiğimiz anlamlarda (tabiî tahminimizde isabet varsa) kullanılması gibi. Böylece, bu metinlerde mazmunların da dışlandığı görülmektedir. O kadar ki, bu parçada geçen kuş ve kelebek kelimeleri sadece burada tahmin ettiğimiz anlamlarda kullanılmaktadır. Başka yerlerde aynı kelimeler pekâlâ başka anlamların karşılığı olabilir. Böylece, kurulan üst dilde, kelimelerin sözlük anlamlarıyla onların medlûlü arasında, her zaman bire bir bir ilişki kurabilmek de söz konusu olmamaktadır. Durum, Nuri Pakdil okuyucusunu, şiir okuyucusu olma alanına kaydırmaktadır.
Nuri Pakdil’in, değindiğimiz üslûpta yazmasının nedenleri olmalı diye düşünüyorum. Bir kere onun, deneme ile sanat metni arasına kesin bir sınır çektiğini düşünmüyorum. O, her denemesini aynı zamanda bir sanat metni (örneğin şiir, öykü vb) gibi kotarıyor. Deneme türü kitaplarının bütününde, bir düşüncenin değil, fakat bir fantazyanın ardına düşen yazılarının olduğu görülüyor. Böyle olunca, bu yazılarında, kendisini bütünüyle serbest çağrışımlarının seline bırakıyor. Bir kelime onu, okuyucunun beklediği belli bir düşünce mecrasının, yani beklenenin dışında bir yerlere sürükleyebiliyor. Mesela Bağlanma’da, şöyle bir parça var: Metnin akışı içinde bir yerde “insan” kelimesi geçince, “İnsanlığa girmekten başka çaremiz kalmamıştır” der ve iki nokta üst üste koyarak sürdürür: “unutmamamız gereken bir olgu var: tek evrensel birim, ölçü birimi insandır.” Bu cümlelerin, Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” sözünü hatırlattığını sanırsanız yanılırsınız. Grek filozofu bu ifadesiyle, insan bilgisinin kendi duygusundan geldiğini, dolayısıyla ne kadar insan varsa o kadar doğru olduğunu anlatmak isterken: Nuri Pakdil, bu cümlesiyle insanın yaratılış bilgeliğine atıfta bulunmaktadır.
Diyebilirim ki, Nuri Pakdil, bilinçli biçimde sistemli düşünceye karşı bir tavır sergiliyor. Onda, düşüncelerini temellendirme kaygısını aramak boşuna bir çaba olur. Emin Ziyaioğlu imzasıyla yazdığı bazı eleştiri yazılarında görülen temellendirme çabaları, denemelerinde hemen hemen yok gibidir. Aslında bu denemeler, bir düşünceyi açımlama çabasından çok, belki de, bir kanıyı, hatta belki bir inancı dile getirme niyetinin ürünü olarak dışlaşıyor.
Bir fikir özetlenebilir. En girift bir fikri bile, erbabı, bir cümleyle özetleyebilir. Meselâ Hz. Ali’ye atfedilen: “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” cümlesi veya Descartes’ın: “Düşünüyorum, o halde varım” cümlesi, uzun fikir silsilelerinin birer cümle ile ifade edilmelerinin örneğidir. Bu anlamda, fikirlerin özetlenebileceğini söylüyoruz. Oysa Nuri Pakdil’in, denemelerinde ele aldığı düşünceleri özetlemek mümkün değilmiş gibi görünüyor. Çünkü kanaatimce, bu denemelerde, bir düşünceden çok, bir inanç dile getirilmekte. Hatta o inanç (veya kanaat) da, az önce değindiğimiz gibi, sanatlı bir dille ifade edilmektedir. Bu yönüyle onun denemelerinde dile getirdiği düşünceler (veya kanaatler veya inançlar, her ne derseniz deyiniz) tıpkı bir şiirin özetlenemezliği türünde, özetlenemez bir nitelik taşır. Deneme türü için zaaf telakki edilebilecek bu durumdan, Nuri Pakdil, bir muzafferiyet çıkarır: Onun yazılarının özetlemeye gelmemesi, okuyucusunu doğrudan bu metinlere bağlamaya götürür. Mesela Biat kitabındaki Düşsel Yürüyüş Denemesi başlıklı yazı, sanatsal bir metin niteliği taşır (1973, s.37). Bu tür metinler, nitelikleri gereği, alegorilerle doludur.
Yukarda, Nuri Pakdil’in diline semantik açıdan değindik. Dil yönünden onun öne çıkan yanlarından biri de Türkçe kelimeleri seçmedeki titizliğinde ve dili kullanmadaki özeninde görülür. Bu açıdan, edebiyatımızın en dikkate değer simalarından biridir o. Zorunlu biçimde gerekmedikçe Türkçede karşılığı olan hiç bir yabancı kelimeye yer vermez yazılarında.
Dildeki bu tutumu onun dile gösterdiği özenle açıklanabileceği gibi, onun sürekli yenilik arayışı içinde olmasıyla da ilgilidir, denebilir. Gerçekten de o, bir yenilik avcısıdır. Bu yanını kimi zaman aşırı noktalara götürmekten çekinmez. Istılahlara bile müdahale etmekte beis görmez. Meselâ “sultan” yerine “başkan”, “hoca” yerine “öğretmen”, “peygamber” yerine “önder” kelimelerini kullandığını görebilirsiniz. Dili bu tür kullanımı onun bir başka yanını açığa vurur: O, hiç bir alanda, eskimişe, pörsümüşe itibar etmez; tersine eskimişe, pörsümüşe isyan eder. O, bu yeni diliyle İslâm’ı yeniden ifade etmeye çalışır. Kimi zaman, alışılmış kavramları, farklı bağlamlarda kullanır. Onun dilinde çağdaşlığın, devrimciliğin, hatta yabancılaşmanın farklı anlamları vardır; bu kelimeleri kendisinin onlara verdiği anlamlarda kullanır. Onun, bu yoldan da, kendilerini devrimci sanarak İslâm’a karşı çıkanlara tavır koymayı düşündüğünü, onları protesto ettiğini düşünüyorum. Onun denemelerinin temel temaları aslında haksızlıklara, zulme isyanı dile getirir. Haklılardan, ezilmişlerden, zulme uğramışlardan yana bir söylem geliştirir. Onun, kuru bir düşünür olmaya pirim vermiş olabileceğini sanmıyorum. O, tavır koymanın ve protestonun adamıdır. Gündelik yaşantısındaki dürüst ve namuslu tavrı, bütünüyle denemelerine de sinmiş, orada da kelimelerin diliyle ifadesini bulmuştur.
Bu kırık dökük tesbitleri şöyle bağlamak istiyorum: Az önce değindiğim gibi, Nuri Pakdil’in yazıları özetlemeye gelmez. Okuyucu, bu metinleri ancak kendisi okuyarak tadına varabilir. Onda kuru fikir arayanlar düş kırıklığına uğramaya hazır olmalıdır. Fakat onun yazılarında inancın, coşkunun, protestonun, başkaldırmanın, isyanın ve teslimiyetin nasıl çaprazlama kurgular içinde dile getirildiğini görmek isteyenler, yeniden o metinlere müracaat etmelidir. O metinler her defasında size kendilerini yeniden ve yeniden açmasını başaracaktır. Sizi her defasında kendinizle hesaplaşmaya ve bu metinlerde yeni anlamlar keşfetmeye çağıracaktır. Nuri Pakdil’in denemeleri edebiyatımızda bir eşi ve benzeri bulunmayan özgünlükte ürünlerdir.
YEDİ İKLİM DERGİSİ
Henüz yorum yapılmamış.