Sosyal Medya

Ağrı Dağı İsyanının anatomisi- İsmet İnönü: Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir

“Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1.500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zeylan harekâtında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zeylan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur (...) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil [cezalandırma] harekâtına başlanacaktır. Kumandan Salih [Omurtak] Paşa bizzat Ağrı’da tarama harekâtına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkânı tasavvur edilemez.”



Bu haber, 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı. Haber, o günlerde Sovyet Rusya’nın eski Pravda’sı gibi bir tür resmi gazete konumunda olan Cumhuriyet gazetesinin Ağrı Dağı İsyanı haberleri için bölgeye gönderdiği özel muhabir Yusuf Mazhar tarafından verilmiş. Bazı olaylar vardır, öylesine acıdır ki ne o olayın sorumluları ne de mağdurları ondan söz eder. Galiba Geliye Zilan Katliamı, böyle bir olaydır. Geliye Zilan Katliamı, yakın dönem Türkiye tarihinde yaşandı, ardından on binlerce gözü yaşlı insan ve topraklarına hasret duyan binlerce göçmen bıraktı. Ama bugüne kadar kimse tarafından “Burada ne oldu?” sorusunun “vaka gerçeği”ne denk gelen cevabı verilmedi. Orada bir şey atlandı, yapılan katliam bir şey olmamış gibi geçiştirildi, çünkü orada olanların orada var olması hiç istenmedi. Kimse, orada olanları alkışlayacak kadar kalpsiz olmadığı gibi kimse orada olanları bütün çıplaklığıyla anlatıp sonra “Tarih, uykuya çekildi” deme durumunda kendisini görmedi. Her şey, çoğu zaman tam anlaşılmayan, nere üzerine söylendiği belli olmayan “Nemirim” gibi birkaç strana kaldı.
 
GELİYE ZİLAN’DA NE OLDU?
 
Şeyh Said’in şehid edilmesinden sonra sadece kıyama katılan kişiler ve aileler değil, kıyama katılma sözü verip katılmayan, kıyamdan haberi olmayan hatta kıyama karşı duran kişiler ve aileler için de sürgün kararı çıktı.
Sürgün, Ağrı’da şok etkisi oluşturdu. Sürgün emrini duyanların bir bölümü teslim olmadı, direnme kararı aldı, gafilce yakalanıp sürgün edilenlerin bir bölümü ise sürüldükleri yerlerden kaçıp Suriye’ye geçti, orada Xoybun örgütüne katıldı.
Şeyh Said Kıyamı’na katılmamış olmalarına rağmen cezalandırılmış olmanın oluşturduğu öfke, bölgenin dağlık ve sınırda olmasıyla buluşunca devlet, isyanı bastıramadı. Suriye’de kurulan Xoybun örgütü Cibranlı İhsan Nuri Paşa’yı Ağrı’ya gönderdi. İhsan Nuri Paşa, Ağrı Dağı çevresinde bir devlet modeli oluşturdu. Ağrı Cumhuriyeti bile ilan edildi. Bayrak kullanıldı. El yazması da olsa gazete çıkarıldı. Hatta o zamanki Birleşmiş Milletler’e (Millet-i Akvam’a) başvuruda bile bulunuldu.
 
Devlet, bütün dış müttefikleriyle birlikte harekete geçti, bir iddiaya göre, Yalova’da gün geçiren Mustafa Kemal, “Gerekirse ben kendim bizzat gidip savaşırım” dedi. Hava Kuvvetleri güçlendirilerek bölgeye yönlendirildi, bombardıman için 80 uçak kullanıldı. Yunanlara karşı yapılan Büyük Taaruz’a katılan askerden daha çok asker seferber edildi.
 
Sosyalist Rusya, Ankara Hükümeti’ne uluslararası destek sağladı. Ankara, İran şahı ile anlaştı. Türkiye ile İran arasında toprak değişimi yapıldı. Van vilayetinin İran’a sınır bir bölümü Ağrı Dağı’nın doğuda kalan kısmı karşılığında İran’a verildi. İsyancıların İran’a geçişleri engellendi ve imha hareketine girişildi.
 
Bu girişimin en ayrıcı özelliği, isyan bastırmada devletin laik tarafının ilk kez tam olarak devreye girmesiydi. Şeyh Said Kıyamı’nın bastırılmasında bile bazı hadler (ölçüler) gözetlenmiş, bastırmanın açık bir katliama dönüşmemesi yönünde kimi kararlar uygulanmıştı. Oysa Zilan’da laiklik tam anlamıyla devlete hadsizlik (sınırsızlık) vermiş. Binlerce insanın katlinin yanında ilk kez Müslüman bir topluluğa yönelik cezalandırmada hamile kadınların karınlarının deşilmesi, bebeklerin adeta keyifli törenlerle öldürülmesi stran (halk ezgisi) konusu olmuştu.
 
1926’da “Ben bugüne kadar devlete bağlılıktan başka ne yaptım” diyen ve İbrahim Paşa olarak da bilinen Biroye Heski Telî’nin ayaklanması, 1930’un Temmuzundan Eylül başına kadar devam eden Yüzbaşı Derviş Beyli’nin dehşet verici katliamlarıyla son bulmuştu. Altı yıla yaklaşan süresiyle isyan, Cumhuriyet döneminin aralıksız devam eden en uzun isyanı kabul edilir.
 
KATLİAMLA NETİCELENEN VAKANIN TARAFLARININ PSİKOLOJİSİ
 
İsyan genellikle, bir devlet ve o devlete karşı çıkanlar olmak üzere iki taraf arasında yaşanır. Ağrı İsyanı ya da en dehşet verici tarafından aldığı adla Geliye Zilan Katliamı’nın ise ikiden çok tarafı vardı. Anakara Hükümeti, hükümete bağlı milis güçler; Şeyh Said Kıyamı’na katılmayan ağalar, Şeyh Said ve arkadaşlarının şehadetinden dehşete kapılmış yörenin ehl-i İslam’ı, Xoybun örgütü, İran ve Rusya başta olmak üzere dış güçler.
 
1-) Ankara Hükümeti, Şeyh Said Kıyamı’nı bastırmasının ve bastırma esnasında kullanılan yöntemlerine rağmen Türkiye’de ve dışarıda sarsıcı bir tepki almamanın gurur ve cesareti içindeydi. Hem güç hem felsefe olarak “Her istediğimi yapabiliyorum ve her istediğimi yaparım” psikolojisindeydi. Devleti halka karşı eylemlerinde halkın lehinde sınırlandıran, devletle toplum arasındaki büyük sözleşme Şeriat iptal edilmiş, devleti eylemlerinde bağlayacak had (esas ölçü) ortadan kalkmış, devlet Şeriat’tan uzaklaşarak halka karşı “istediğini yapabilir” keyfiyeti bulmuştu. Nitekim Mustafa Kemal başkanlığında, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Birinci Umumî Müfettiş İbrahim Tali (Öngören)’in de hazır bulunduğu Bakanlar Kurulu toplantısında 29 Aralık 1929 tarihli ve 8692 sayılı bir kararname çıkarıldı. Geliye Zilan Katliamı’ndan bir yıl sonra da 20 Temmuz 1931’de Resmi Gazete’de yayımlanan bir kanun ile Ağrı isyan bölgesinde devlet memurlarının halka yönelik her tür eylemi suç kavramı dışına çıkarıldı. Memurların her tür sınırdan azade olarak yaptıkları meşrulaştırıldı.
 
Öte yandan İslam’la arasına büyük bir mesafe koyan Ankara, büsbütün Batı yörüngesine girmişti ve Batı’da o gün “çağdaş akım” faşizmdi. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini liderliğindeki faşizm Türkiye’yi de etkisi altına almış. Batı’dan kaçan Yahudi akademisyenlerin Türkiye’de devletten kadro kapmak için uydurmakta yarıştıkları ırkçı tezler artık “Güneş Dil Teorisi” gibi başlıklar altında açık açık işleniyordu. “Ümmet” kavramı Şeyh Said’in idam edilmesiyle katledilmiş, “ulus” kavramı devlet ideolojisinin anahtarı olmuştu.
 
Milliyetçiliğin idareci kadroyu nasıl etkilediğini şu iki alıntı açıkça gösteriyor:
 
16 Temmuz’daki katliamın artçı vakaları yaşanırken (13 Ağustos 1930’da) Başbakan İsmet İnönü “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” açıklamasında bulundu. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt bunu biraz daha açarak 19 Eylül 1930’da, “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır: Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” dedi.
 
Genç subaylar da bu anlayışta idiler. Modern bir eğitim alsalar da yörede görev alan eski kültürün etkisindeki yaşlı subaylar, ilk dönemde kendi elleri ile bir katliamın gerçekleşmesinden kaçınmış, isyanın bastırılmasını zamana bırakıp bölgeden uzaklaşmışlardı. Yeni yetişme Yüzbaşı Derviş Bey ise o güne kadar bu topraklarda hiçbir Müslüman topluluğa yönelik belki gayri müslim topluluğa dahi uygulanmayan eylemlerde bulunmuştu.
 
2-) Devlet, isyan görüşmelerinin bir bölümünü İttihatçılar zamanında Barzan yöresinin isyanının bastırılmasında görev alan eski Musul Valisi Diyarbakırlı Süleyman Nazif’e yaptırmıştı. Süleyman Nazif, Şeyh Abdüsselam Barzani hadisesinde olduğu gibi “imha”yı önermişti. Milis güçler devreye konmuş, ağır ekonomik koşullar içinde iken öldürdükleri kişi başına para alan Kürt ve Türkmen milisler Geliye Zilan’ın en kara tarafının parçası olmuşlar; en kanlı, en kirli işler onlara yaptırılmıştı.
 
3-) Yörenin Şeyh Said Kıyamı’na katılmayan hatta Biroye Heski Telî gibi bir iddiaya göre Şeyh Said’in İran yolunda yakalanmasında payı olan ağaları “Biz devlete hizmet ettik, devlet bize hıyanet etti, bu devlete bir daha güvenilmez” diyerek belki vakanın sonuçsuz kalacağını görmelerine rağmen teslim olmama yemini ederek eylemlerine devam ettiler.
 
4-) Yörenin Şeyh Said Kıyamı’nın bastırılış biçiminden dehşete kapılmış ehl-i İslam halkı, kıyama katılmamış olmakla Şeyh Said ve arkadaşlarının şehid edilme suçunda kendisine pay çıkarıyordu. Kendilerine yönelik sürgün ve diğer zulümleri ilahi bir ceza olarak görüyor, bir tür “Tevvabin” hareketiyle yüce Allah tarafından affedilmek için ölünceye kadar direniş, diyordu.
 
5-) Bir dönem Şeyh Said’in büyük oğlu Şeyh Ali Rıza da üye olmuşsa da Xoybun Örgütü, laik Kürtlerin yönetimindeydi.
 
Xoybun’un liderleri Şeyh Said Kıyamı’na laik bir eleştiri ile bakıyor, kıyamın neticesinden Şeyh Said’in İslamî şahsiyetini sorumlu tutuyorlardı. Onlara göre Şeyh Said, Şeriata bağlı kalarak kendisini sınırlandırmış ve yine bu doğrultuda dış bağlantılar kuramamıştı. Kendileri laik bir tutum benimsemiş, bir iddiaya göre Biroye Heskî, hareket kabiliyetini engelliyorlar diye kendi ev halkının zayıf, hasta, yaralı kadın ve çocuklarından on bir kişiyi öz elleri ile öldürmüştü. Xoybuncular, Ermeniler ile işbirliği de yapmış ve Birleşmiş Milletler’e (Millet-i Akvam’a) gitmişlerdi. “Şeyh Said din ile başaramadı, biz dinî kayıtlardan kurtulunca başardık” ilanında bulunmak için can atıyorlardı. Eski Azadi örgütü mensubu ve Halit Bey gibi Cibranlı olan İhsan Nuri Paşa dışında onlardan hiç kimse Suriye’deki hayatını bozmamış, cepheye gelmemişler ama zafer iddiasında bulunuyorlardı.
 
6-) Sosyalist Rusya ve İran başta olmak üzere bölge devletleri Ankara ile sıkı bir ilişki içindeydiler. İran, iddiaya göre başta Türkiye’nin Kürtlerle işbirliği yapıp yeniden büyük bir devlet olacağı korkusuna kapılmış, bu korku içinde isyana destek vermişti.
 
Bünyesinde ezici çoğunluğu Türklerden oluşan milyonlarca Müslüman bulunduran Sosyalist Rusya ise “Türkiye Türkçülüğü” düşüncesini benimseyerek ve Ümmet bütünlüğüne karşı çıkarak Osmanlı’nın aksine kendi coğrafyası için tehdit olmaktan çıkan ve laik uygulamaları ile kendisinin Müslüman topluluklara yönelik cami-ibadet kısıtlamalarında elini güçlendiren Ankara Hükümetinden memnundu. Ankara Hükümeti’nin bu sınırlar içinde tatmin olup güçlenmesinden yanaydı. Ankara’ya daha ilk günden destek verdi, dış dünyada Ankara’nın işini kolaylaştırdı ve belki Ankara’nın “Kürtler için umut oluşturuyor” eleştirisini dikkate alarak tam da Geliye Zilan Katliamı sırasında 23 Temmuz 1930’da Kafkasya’da kurulu özerk Kızıl Kürdistan’ı lağvetti. Kafkas Kürtlerinin bir bölümünü Azerbaycan’ın milliyetçi vicdanına bırakırken diğer kısımlarını Orta Asya’ya sürgün etti.
 
Geliye Zilan… Neresine el atsan acı… Hangi yönüne baksan dert… Onun ardından gelen sürgün… Sürgünlerin bir bölümü yolunu bulup geri döndü. Bir bölümü ise Çanakkale başta olmak üzere hâlâ sürgün yerinde yaşıyor.
 
İhsan Nuri Paşa ise İran’a kaçtı, oradan Fransa yönetimindeki Suriye’de bir süre kaldı. Fransızlar, silahlarını bırakması koşuluyla ancak Beyrut’a yerleşmesine izin verdi. Oradan tekrar İran’a taşındı ve adeta sessizliğe gömüldü. 18 Mart 1976’da bir caddeyi karşıdan geçmek isterken, hızla gelen bir motosikletin çarpmasıyla ağır yaralandı. Bir hafta komada kaldıktan sonra 25 Mart 1976’da öldü.
 
Kürtler ne olmalıydı?
İsmet Paşa’nın, Ağrı isyanı kanlı bir şekilde bastırılıp Zilan Deresi cesetlerle dolup da harekât başarı (!) ile tamamlandığında “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) “veciz” cümlesinin yanı sıra, Ödemiş'te yaptığı bir konuşmada Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise şöyle demişti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.