Özel / Analiz Haber
İhsan Süreyya Sırma: Tajo Kanyonundaki Vasiyet
Follow @dusuncemektebi2
لـكلِّ شـيء إذا مـا تمَّ نُـقصانُ فـلا يُـغـَرُّ بـطيبِ العَيشِ إنسانُ[1]
Yıllar geçmiş, Tarihçi o kadar yaşlanmıştı ki, Tajo Kanyonu’nun patikalarından inerken eski atikliğiyle inemiyor; acemi dağcılar gibi kayalığın bazı çıkıntıları ve çalılıklarına tutunma ihtiyacı görüyordu. Oysaki çocukluk günlerinde, Pervari’deki evinin arkasında göğe doğru yükselen kayalıklarında oynayıp birinden öbürüne atlarken, küçük dağ keçilerini andırıyordu… Şimdi ise, Endülüs’ün şirin ve hüzünlü Ronda şehrini ikiye bölen Guadalevin çayının kanyonuna inerken zorluk çekiyor, hatta bazen nefes almak için küçük molalar veriyordu. Ama onun acelesi, kendisiyle beraber Endülüs’e gelmiş olan öğrencilerinin onu görmeleri ve onun gibi kanyona inme hevesine kapılmaları endişesiydi. Onun için mümkün mertebe onlara görünmeden kanyona inip, gözden kaybolmak istiyordu. Nihayet büyük bir çabadan sonra oldukça yüksek olan Ronda Köprüsünün ayaklarının içinde kaybolduğu kanyonun sularına vardı. Artık o hürdü; ne öğrencileri, ne de onlar gibi Ronda’yı gezmeye gelmiş olan turistler onu görüyordu. Bu yalnızlık hürriyetini eline geçirince de, köprünün üzerinde incelemelerde bulunan turistlere görünmeden hemen kendi incelemelerine başladı. Bir-iki mağaramsı kaya oyuklarını inceledikten sonra, oldukça büyük ve geniş olan bir mağarayla karşılaştı. Mağaranın derinliklerinde, tavanlara ters bir şekilde asılmış birkaç yarasadan başka bir şey yoktu. İçerisi oldukça karanlıktı. İşte tam o sırada, kendisinin “akılsız” dediği telefonu işe yaradı. Telefonun fenerini açtı ve mağarayı incelemeye başladı. Elini mağaranın deliklerine sokup bir şeyler ararken korkmuyor değildi. Çünkü deliklerin birinden kendileri için tehlike zannettikleri bu “mağara yabancısı”na bir akrebin zehirli iğnesini, ya da bir yılanın sivri dişlerini eline sokarak zehir akıtması içten bile değildi. Ama Tarihçinin tecessüsü, korkusunu bastırdığı için teker teker mağaranın deliklerini kolaçan etmeye devam etti. Sonra birden durdu ve telefonun ışığıyla bir delikten çıkardığı cisme baktı. Bu, asırlarca nemli tozlar içerisinde küflenmiş bir cüzdana benziyordu. Hemen kedisini mağaranın dışına atıp, bu garip cüzdanı incelemeye başladı. Yıllar ve asırlar cüzdanı öylesine çürütmüştü ki, neresine ellese, elinde kalıyordu. Ve nihayet, cüzdanın içinde, balmumuyla sıvanmış bir “iç cüzdan”a ulaştı. Tarihçi bu usulü iyi biliyordu. Nitekim bir zamanlar önemli evraklar, balmumuyla sıvanmış bez parçaları içerisinde muhafaza edilirdi. Artık elinde deri cüzdandan bir şey kalmamış, parçaları Tajo çayının suları içerisinde akıp kaybolmuşlardı. Sonra birdenbire Tarihçi irkildi:
Balmumu ile sıvanarak korunmuş olan cüzdanın içerisinde, rulo şeklinde ve üzerinde Arapça el yazıları olan bir kâğıt!
Tarihçi; heyecan, korku ve kâğıtta yazılı olanlara karşı öylesine bir tecessüs haletiruhiyesine girdi ki, titreyip duruyordu. Ve korku ile titremesi hafifleyince, kenarlarının büyük bir kısmı çürümüş olan kâğıtta yazılı olanları okumaya başladı:
“Ey gözleri kör olmuş, basiretleri bağlanmış, dünya sevdası uğruna İslâmȋ şahsiyetlerini unutmuş olan saltanat zebunu Müslümanlar! Sizlere ne oldu ki, tâ Resȗlullah’ın şehri olan Medine’den İslâm’ı tebliğ etmek için buralara kadar gelen ecdadınızın inanç sistemini unuttunuz? Unuttunuz da başınıza bu “engizisyon felaketi” geldi. Biraz önce, hemşeriniz, kardeşiniz Ebȗ’l-Bekâ er-Rondȋ, Endülüs’te Müslümanlara uygulanan o unutulması mümkün olmayan “engizisyon mezalimi”ni yazmış olduğu ağıtında dile getirdi; ve hep beraber ağladık! Sizden sonra gelecek dünya Müslümanları da ağıtı okuyup ağlayacaklar kadınlar gibi! Ama ağlamak yiğidin kârı değil ki! Onun için bizler bu “engizisyon felaketi”ne maruz kaldığımız gibi, siz ey asırlar sonra gelecek olan dünya Müslümanları, aynı şeyin başınıza da gelmesini istemiyorsanız. Sizin için yazıp bu mağara deliğine soktuğum yazıyı iyi okuyun da bizim gibi yok olup gitmeyin! Saltanat belasıyla birbirinizin kanına gireceğinize, Allah ve Resȗlü nasıl emrettiyse öyle idare ediniz devletinizi/devletlerinizi! Âmirleriniz, Allah’ın emri olan şurâ’yı ve “işi ehline verme düsturu”nu terk edip, devleti cahil-cühelânın eline terk etmesinler!
“Ulu’l-emr’leriniz tiranlaşıp iktidar tutkusuna kapılmasınlar ki basiretleri yok olmasın! İçinde yaşamış olduğunuz şu garip dünyadan öylesine garip insanlar gelip geçmişlerdir ki, insanoğlu bunları sınıflamaya kalksa, ne buna gücü yeter, ne de ömürleri! Bu insanlar arasında tiranlar çıktığı gibi, günah yapma yetenekleri bulunmayan meleklerden daha üstün denecek kadar seciyesi yüksek insanlar da gelip geçmiştir.
“Yüce Yaratıcı, yani Allah, insanlara, diğer bütün yaratıklardan farklı olarak, öylesine yetenekler vermiştir ki, bu insanlar Yaratıcının kendilerine diğer yaratıklardan farklı olarak verdiği bu karakterleri korudukları takdirde, yani Yaratıcının kendilerine Peygamberler vasıtasıyla bildirdiği şekilde bir yaşam sürdürdüklerinde, hem mesut olurlar, hem de kendileri gibi olan diğer insanların saadetleri için çalışmayı da ibadet kabul ederler. Ne var ki, Allah bu konuda insana iyiyi, ya da kötüyü seçme hürriyeti verdiğinden; kendilerine, Allah’ın istediği şekilde yaşama tarzını öğretecek/uyaracak peygamberler gelmeyince, hevâlarına uyabiliyor ve insanca yaşama yerine, canavarlaşıp kendileri için yaratılmış olan dünyayı birbirlerine cehennem edebiliyorlar! Onun içindir ki Allah, kullarının, kulca yaşamalarını kendilerine öğretecek Peygamberler göndermiş; bu peygamberler vasıtasıyla da dünya üzerindeki geçici ömrün nasıl saadet içerisinde olabileceğinin yolunu göstermiştir. Ama ne yazıktır ki çoğu kez tercihlerinde hür bırakılmış olan insanlar, Peygamberlerin, kendilerine Allah tarafından verilmiş olan emirlerine değil, kendi hevâlarına uyduklarından, tarih, insanların birbirlerine karşı olan haksızlıkların, düşmanlıkların, soykırımların geride bırakmış olduğu “kan sahneleri”yle doludur!
“Peki, bu “kan figürleri”nden birisi olmamanın yolu nedir?
“İşte bunun anahtarı Peygamber Efendimiz’in şu hadis-i şerifidir:
“Hikmetin başı, Allah korkusundadır!” رأس الحكمة مخافة الله “
“Hangi dinden ve hangi ırktan olursa olsun; bir insan Allah’ı unutmaz ve her türlü hareketinde yapacağı yanlışlardan dolayı Allah’tan korkarsa, o insan asla kötülük yapamaz! Yani Allah’ın onu, hareketlerinden dolayı hesaba çekeceğini unutmaz ve Allah’tan korkarsa, kötülüğe meyledemez! Kazara meylettiğinde de Allah’ı hatırlasa, yapmayı düşündüğü hareketten/kötülükten vazgeçer. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.
Kur’an ne güzel formüle ediyor:
"İnsan kendisini zenginleşmiş (bir makama gelmiş, imza yetkisine sahip olmuş, saltanatı eline geçirmiş) görünce sapıtır" (K.K. Alak Sûresi, 6-7).
“Bunun en güzel misâllerinden bir tanesini, Emevi Sultanı Abdulmelik'te görüyoruz. Nitekim Abdulmelik, Hilâfete getirilmeden önce muttaki bir Müslümandı; zahid, âbid, örnek bir mü'mindi. Öyle ki, bu hasletlerinden dolayı kendisine “حمامة المسجد" (Mescidin Güvercini) adı takılmıştı.
“Abdulmelik, babası Mervân'ın Medine valiliği sırasında o kadar büyük bir üne sahip oldu ki, Medine fukahası arasında sayılanlar arasına girdi.
“Yezid, Mekke üzerine ordu gönderdiğinde, Peygamber mescidinde ilim ve ibâdetle meşgul olan Abdulmelik şöyle demişti yanındakilere: Allah'a sığınırım! Allah'ın Haremi (Mekke) üzerine ordu gönderilir mi?
“Yahya el-Ğessânî de, o sırada kendisi ile Abdulmelik arasında geçen şu ilginç konuşmaları nakletmektedir:
«Muslim b. Ukbe ordusunda Medine'ye varınca, Peygamber(s.a.s)'in Mescidine girip, Abdulmelik'in yanına oturdum. Abdulmelik bana, "sen de bu ordunun askeri misin?" diye sordu. Ben de "evet" dedim. Bunun üzerine bana şunu dedi: "Annen sensiz kalaydı! Sen kime karşı savaşmaya gittiğini biliyor musun? Hicret’ten sonra Medine'de ilk doğan Müslüman'a karşı gidiyorsun! O, Resûlullah(s.a.s)'in kendisine “Havarim” dediği Zübeyr’in oğludur. Kezâ o, peştamalını yırtarak, Hz. Peygamber(s.a.s)'in hicretinde ona eteğini çıkın yapan Ebû Bekir’in kızı Esmâ'nın oğludur. Ve o, Resûlullah(s.a.s)'ın, kendisini hurma çiğneyerek ağzına koymak suretiyle tedavi ettiği çocuktur. Vallahi ona gündüz varırsan oruçlu, gece varırsan namazda görürsün. Şayet yeryüzünün insanları onu öldürürlerse, Allahu Te’âlâ onların hepsini cehenneme atar!"
Bu olayı nakleden râvi, daha sonra şunları da ilâve etmektedir:
"Bunları bana söyleyen Abdulmelik, Halife olunca, bizzat kendisi, o kadar övgüsünü yaptığı İbn Zübeyr üzerine Haccâc'ı gönderdi. İbn Zübeyr'i öldüren bu ordu içerisinde ben de vardım"
“İşte “siyasi iktidar” denen makamlar bu denli tehlikelidir ki hasbelkader bir iktidarı eline geçirmiş olan hâkim insan, kendilerini uyaranları küçümser, “iktidar olduğuma göre ben her şeyi bilirim!” havasına girince, hevâları akıllarına galebe çalar ve gerçekleri göremez olurlar! Bu hale gelince de, kendisine karşı ne kadar samimi ve candan olurlarsa olsunlar, hiçbir uyarıcıdan hazzetmez, onları dinleyip kâle almaz; hatta ve hatta bir zamanlar saygı gösterdiği bu candan uyarıcılara, “hocalar bu işleri bilmez!” deyu istiskal derecesinde hafife alır; sadece etrafında bulunan, ve hiçbir yanlışına, “Efendim şu yaptığınız yanlıştır!” diyemeyen, veya kendi maslahatları için “nasıl buyuruyorsanız, doğrusu odur Efendim” şeklinde konuşan menfaat çeteleri yardakçıların iğvalarıyla hareket eder ve neticede hata üzerine hata yaparak hüsrana uğrar gider!
“İşte ey bizden sonra gelecek olan Müslümanlar! Tarih bu gibilerin örnekleriyle doludur! Siz siz olun da, bizim gibi saltanat kavgalarına düşüp, kâfirlere yem olmayın! Unutmayın ki başımıza gelen “engizisyon felaketi”nin tek sebebi, idarecilerimizin iktidar hırsına kapılıp, “Şurâ”yı terk etmeleriydi….”
Yazının geri kalan kısmı okunamadığından, Tarihçi dehşet içerisinde kanyona dönüp indiği yerden tırmanarak tekrar öğrencilerinin yanına gitti. Tarihçi öyle perişan bir hâle gelmişti ki, öğrenciler ne olduğunu soramadılar…
O korkunç maceradan dolayı Tarihçi konuşmuyor/konuşamıyor; sadece arada bir dönüp içinden Ronda köprüsüne ve kanyonuna “elveda” diyebiliyordu. Otobüse dönüş yolunda, Moriskolar denen Müslümanların çocuklarının, kadınlarının, ve hâlâ hayatta kalabilmiş olan ihtiyarlarının, kayalıklarına atıldığı Ronda uçurumlarına bakıyor, içi kan ağlıyordu… Bir zamanlar nüfusunun tamamının Müslüman olduğu bu güzel Ronda’da, sadece geride bıraktıkları saraylar, hâlâ ayakta olan hamamlar, içinde her türlü meyve ve sebzenin yetiştiği Endülüs bahçeleri kalabilmiş…
Dönüş için Tarihçi ayağını otobüsün merdivenine attığında, şu mırıldanmalar duyuluyordu dudaklarından:
- Ey Müslümanları idare mevkiinde olan siz Başkanlar, Sultanlar, Emirler, Şeyhler! O Morisko Müslüman Hocanın yazıp Ronda/Tajo kanyonunun mağarasına gizlediği vasiyeti iyi okuyun da birbirinizle uğraşmayın! Saltanat kanununu değil, İslâm’ın emri olan “Şurâ”yı kendinize ilke edinin!!!
Birileri onun bu dediklerini duydu mu, duymadı mı, kendisi de bilmiyordu…
[1] Endülüslü meşhur Rondalı şair Ebȗ’l-Bekâ’nın meşhur mersiyesinin ilk mısraı.
Kaynak: İslam Tarihi
Henüz yorum yapılmamış.