Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

İhsan Fazlıoğlu: Ben'in Tarihi İle 'Tarihteki Ben' Çatışmasında Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?

"Ben?in Tarihi" ile "Tarihteki Ben" Çatışmasında Ahmed Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?, Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye, Bilim ve Sanat Vakfı, Türkiye Araştırmaları Merkezi, Panel, 02 Aralık 2006.



Ä°hsan FazlıoÄŸlu: TeÅŸekkür ederim Sayın BaÅŸkan. KonuÅŸacağım konunun baÅŸlığı: "'Ben'in Tarihi' ile 'Tarihteki Ben' Çatışmasında Ahmet Cevdet PaÅŸa Okulu BaÅŸarısız mı Oldu?". Evet, baÅŸarısız oldu. Niye baÅŸarısız oldu? Bunun sebepleri nelerdir? Bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağım. Bunun için de genel olarak çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸüncesini; Tanzimat'tan sonraki çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸüncesini anlamlandırmak için geliÅŸtirdiÄŸim teorik bir çerçeveyi kullanacağım. Klasik kültürümüz büyük oranda hakikat merkezli bir kültürdür; hakikat'i arayan bir kültürdür. Esas itibarıyla ister fen, ister matematik, ister dinî bilimler, ister metafizik, hangi tür araÅŸtırma alanı seçilirse seçilsin nihai olarak ulaşılmak istenen, hakikattir. Hakikat hedeflendiÄŸi zaman Varlık'ı anlamaya ve yorumlamaya çalışırsınız. Bu tavır, özellikle toplumsal ve siyasî istikrarın, düÅŸünce sürekliliÄŸinin bulunduÄŸu dönemlerde görülen bir durumdur. Diyelim ki klasik dönemde, Fatih Sultan Mehmet veya Kanunî Sultan Süleyman dönemleri incelendiÄŸinde, büyük oranda filozofların, düÅŸünürlerin esas hedefi o hakikat dediÄŸimiz ÅŸeyi; Varlık'ın, Tanrı'nın, Hayat'ın hakikati ve anlamı, artık ne ise, bunu anlamak, buradan hareket ederek Evren'e ve Hayat'a iliÅŸkin bir yorum halesi, bir yorum ağı oluÅŸturmaktır. Bunalım dönemlerinde ise insanlar hakikati deÄŸil siyaseti öne çıkartırlar. Elbette bu insanîdir; dolayısıyla da doÄŸaldır. Karnı aç olan biri açlığını gidermeyi; hayatı tehlikede olan biri hayatını kurtarmayı düÅŸünür. "Hakikat nedir", "Varlık nedir" diye sorular sormazlar; ya da her an ölümle burun buruna olan, tehdit altında bulunan biri oturup metafizik bir soru sormaz. Tersine o andaki durumdan kurtulmayı düÅŸünür; "bu tehlikeden nasıl kurtulacağım", "bu belayı nasıl atlatacağım" diye sorar. Siyaset merkezli bir düÅŸünce hiçbir zaman doÄŸruyu/yanlışı hedeflemez; yararlı-zararlıyı; uygun olanı-uygun olmayanı araÅŸtırır; büyük oranda mevcut durumu bir an evvel dönüÅŸtürmeyi ve kurtulmayı amaçlar. Dolayısıyla siyaset, deÄŸiÅŸtirme, dönüÅŸtürme esaslı bir düÅŸüncedir; anlama esaslı deÄŸil, kurtulma esaslıdır. "DeÄŸiÅŸsin de, bu sıkıntıyı bir atlatalım da, mevcut durumdan bir kurtulalım da gerisine bakarız" tarzında davranan bir düÅŸüncedir.
 
Tarihimizde siyaseti merkez alarak düÅŸünen önemli isimlerin başında Katip Çelebî gelir. Bu nedenle kültürümüzde Katip Çelebi resmi hep sorunlu ve tartışmalıdır. DüÅŸünce tarihimizde siyaset merkezli düÅŸünme XVIII. yüzyılda artarak devam eder; özellikle Tanzimat sonrası Türk düÅŸüncesinde siyaset merkezli düÅŸünme tamamen ortamı kaplamıştır. Klasik geleneÄŸi devam ettiren Harputî, Abdünnafî gibi istisnaî isimler dışında büyük oranda, ister medrese kökenli, ister münevver, ister modern eÄŸitim kurumlarından yetiÅŸmiÅŸ olsun, hemen hemen bütün Osmanlı idarî, siyasî, dinî elitinin arayışı siyasîdir: Bu durumdan nasıl kurtulacağız?, Beka-yı devleti nasıl saÄŸlayacağız? Dolayısıyla siyaset merkezli düÅŸünüldüÄŸü, düÅŸünce bir ÅŸekilde yönlendirildiÄŸi için, çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸüncesinde metafizik derinlik, hakikat merkezli nazariyat aramak 'büyük oranda' mümkün deÄŸildir. Mevcut duruma ve mevcut sorunlara iliÅŸkin düÅŸünce üretilmiÅŸtir; kısaca düÅŸüncenin konusu bizatihi mukayyettir. Bir örnekle, herhangi bir mevcut, mekan-zaman çanağında vücudun mukayyet halidir; bu nedenle her mevcut mekan-zamanla ve bunun gerektirdiÄŸi kategorilerle kayıtlanmıştır; vücut ise mekan-zaman, dolayısıyla tarihten azade olduÄŸundan herhangi bir kategoriyle kayıtlanamaz. Bu nedenle Varlık'ın, hakikat'in tarihi olmaz; var-olan'ın, siyaset'in olur.
 
Bu çerçevede çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸünce tarihinde çözüm üretilirken siyaset merkezli tavrın iki farklı çıkış noktası benimsediÄŸi söylenebilir: Birincisi, Said Halim PaÅŸa'nın siyaseti, cemiyet merkezli sorgulaması; ikincisi ise Cevdet PaÅŸa'nın tarih merkezli sorgulaması. Said Halim PaÅŸa, siyasetin deÄŸil cemiyetin, dolayısıyla Ä°slamî toplumun dikkate alınıp cemiyetten hareketle bir siyasetin geliÅŸtirilmesi gerektiÄŸini ileri sürer iken Cevdet PaÅŸa tarihe geri gider. Said Halim PaÅŸa'da tarih, bozucu bir etkendir; tarih, Ä°slam'ı bozmuÅŸtur, Ä°slamî deÄŸerleri törpülemiÅŸtir; dolayısıyla tarih esas itibariyle çok müspet deÄŸildir Said Halim PaÅŸa'da? Ä°smail Kara'nın araÅŸtırmalarının gösterdiÄŸi gibi pek çok düÅŸünürde, Mehmet Akif gibi düÅŸünürler de bile tarih büyük oranda müspet, inÅŸa edici bir deÄŸer deÄŸildir; tersine bozucudur, yıkıcıdır.
Cevdet PaÅŸa, Tanzimat sonrası çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸüncesinde ilk defa sistematik olarak siyaseti tarih merkezli düÅŸünen bir isim olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde tarih merkezli düÅŸünen baÅŸka isimler de var; örnek olarak Namık Kemal; ancak Namık Kemal'inki büyük oranda hem hissîdir hem de manipülatiftir; içeriÄŸi olan, makul bir tarih bilinci deÄŸildir. 'Tarih bilinci', yani geçmiÅŸ hayat tecrübesinin belirli bir amaç doÄŸrultusunda bugünün bilgisinin ve düÅŸüncesinin konusu kılınması ile anlam-deÄŸer ÅŸemasının idrakinde geleceÄŸe dönük bir biçimde yine belirli bir maksat çerçevesinde yönlendirici olması, Türk düÅŸüncesinde Cevdet PaÅŸa ve onun ardıllarında, oÄŸlu Ali Sedat ve kızı Fatma Aliye'de belirgin tarzda ortaya çıkar. Bu olumlu bir durumdur elbette; ama nasıl bir tarih anlayışları var ona baktığımız zaman, Cevdet PaÅŸa'nın kendi çaÄŸdaÅŸlarından bu konuda pek bir farkı olmadığını görüyoruz. Bunun birinci nedeni, onun da, tek anlamlı-katmanlı tarih kavramına sahip olmasıdır. Cevdet PaÅŸa insanlığın ortak tek bir tarihi olduÄŸunu var sayıyor. Elbette, insan türünün, tür olarak ortak bir tarihi var hiç ÅŸüphesiz; ancak bunun altında her toplumun, her kültürün kendine has bir tarihi olabileceÄŸini fazla vurgulamıyor. Medeniyet kavramını kullanırken de benzer tavır görüyoruz. Cevdet PaÅŸa'da medeniyetler yoktur, medeniyet vardır. Nitekim medeniyeti bir geline(arûs) benzetir; bu gelin önce Hint, sonra Keldanî, daha sonra Yunan, akabinde Ä°slâm gelinliÄŸi giymiÅŸ; bugün de Frenk kıyafeti giyiyor; gelecek de kim bilir nasıl bir gelinlik giyecek? Bu görüÅŸe göre sanki tarihte tek bir medeniyet var; zıplayarak, kılık kıyafet deÄŸiÅŸtirerek dolaşıyor. Cevdet PaÅŸa bazen bu geline hikmet gezgini de der. Böylece medeniyetin kendisi de hikmet gezgini halini alır; ama ortada gezginler deÄŸil bir tek gezgin vardır. Bu öncüllerin sonucu açıktır: Tarihte bir Ä°slam medeniyeti, bir Çin medeniyeti, bir Roma medeniyeti, bir Yunan medeniyeti yoktur; bu coÄŸrafya ve kültürleri dolaÅŸan bir tek medeniyet gelini, hikmet gezgini vardır. Kanımızca Cevdet PaÅŸa bu düÅŸüncede mazurdur; çünkü klasik Ä°slam kültüründe de tarih, bütün devrîliÄŸine karşın, çizgisel kurulmuÅŸtur. Nitekim Cevdet PaÅŸa, tarihi; kadim ve cedid diye ikiye ayırır. Kadim, Ä°slam öncesi dönemdir; cedid ise Ä°slamî dönem. Tam bu noktada bir yorumda bulunalım: Her zaman olmasa da Cevdet PaÅŸa kadim, cedid ve atik kavramlarını farklı kullanır. Kadim, eskide olmuÅŸ bitmiÅŸ ama yeniye bir ÅŸeyler aktarmış birikim, mirastır; cedid, usûl/ilke bakımından yepyeni olandır; atik ise eskimiÅŸ, geçmiÅŸte kalandır. Bu çerçeveye göre Ä°slam öncesi, kadimdir; Ä°slam, cedidi baÅŸlatır. Bu cedid, matbaaya kadar rakipsizdir. Çok ilginç bir ÅŸekilde Cevdet PaÅŸa'da matbaa vurgusu fazladır; matbaayı bir ÅŸekilde öne çıkartır ve modern düÅŸüncenin, zihniyetin baÅŸlangıcını matbaaya baÄŸlar. Matbaa, Ä°slam'ın baÅŸlattığı bu cedid dönemde -Batı da belirli oranda bu cedidin bir ürünüdür, bir yavrusudur- farklılaÅŸmayı yaratır; bu fark, Batı kültürünü ortaya çıkartır ve bugün medeniyet gelini, hikmet gezgini Batı elbisesi giymekte ve pazarlarda dolaÅŸmaktadır. Dolayısıyla Osmanlılar, Türkler -eÄŸer onları erkek olarak tanımlarsak- bu gelinle evlenmek istiyorlarsa, baÅŸka çareleri yoktur, o nasıl bir elbise giymiÅŸse, nasılsa, onu o ÅŸekilde kabul etmeleri gerekmektedir. Nitekim Cevdet PaÅŸa ÅŸöyle tabirler kullanır: "Fikir üreteceksek asra uymalı ve asra mütehammil olmalı". Bu önemlidir çünkü bir fikir ürettiÄŸinizde bu asrı taşımalıdır; asrı taşımıyorsa, asrın sorunlarını yüklenmiyorsa bu fikir bizi -aynen Cevdet PaÅŸa'nın kelimesi- 'döndürür'. Ä°rtica kelimesinin Türkçe'si, 'geri döndürmek'. Ä°ÅŸte bu biçimdeki bir fikir atîk bir ÅŸeydir. Atîk de eski demek, kadim gibi; ama buradaki atîklik geçmiÅŸte kalan, bugüne aktarılamayacak olan üretimlerdir: "Efkar-ı atîka" diyor bunun için. "Efkar-ı kadime" ise bugüne aktarılabilen görüÅŸlerdir; mesela Platon'un, Aristoteles'in, Ä°bn Sina'nın, Fahreddin Razî'nin görüÅŸlerinin bir kısmı kadimdir; çünkü kadimden biz hala yararlanıyoruz; ama yararlanamadıklarımız atîktir; atıktır; onlar tarihin çöplüÄŸünde kalmıştır. Nitekim Cevdet PaÅŸa ÅŸöyle diyor: "Efkar-i atîkayı savunmak taassub-ı bariddir" diyor yani soÄŸuk bir taassuptur.
 
Bu kısa çerçeve giriÅŸten sonra konunun baÅŸlığına dönersek ben'in tarihi ile tarihteki ben'i buraya nasıl yerleÅŸtirebiliriz. Ben'in tarihi demek, ben'i, tarihin bir sürekliliÄŸi olarak görmek demektir. Bir nokta düÅŸünelim, tarihi de doÄŸru bir çizgi olarak -ki Cevdet PaÅŸa öyle düÅŸünüyor-; doÄŸrunun ucundaki nokta önceki tüm bu noktaların bir akışıdır; bu akış, ben'i tarihe baÄŸlar. Dolayısıyla 'ben' diye iÅŸaret ettiÄŸim ÅŸey, beÅŸ bin yıllık, on bin yıllık; ne kadar ise, o noktadaki ufkum o kadar yılın hasılasıdır. Tarihteki ben ise, tarihte kalmıştır; artık onun bugün için bir anlamı yoktur. Örnek olarak ben tarihte cebir üretmiÅŸsem, onda bugüne aktardığım bir ÅŸey varsa, o bugüne gelmiÅŸ, ben'e, bugünkü Matematik'e katılmıştır; kısaca o cebirdeki tarih'tir. Ancak bugüne gelen, katılan bir ÅŸey yok ise o tarihte kalmıştır; kısaca o da tarihteki cebir'dir. Bu durumu baÅŸka bir çok örnekle, bilimde, sanatta dile getirebiliriz.
 
Cevdet PaÅŸa, tarihini nasıl görmüÅŸ ve çocuklarına nasıl aktarmıştır? Bütün bir tarihi kendi ben'inin arkaplanı olarak mı görüyor; yoksa "tarihte kalıp, bitmiÅŸ çok ÅŸey var, artık onlarla uÄŸraÅŸmamamız mı gerekir" diyor; yani ne kadarı kadimdir, ne kadarı atîktir? Elbette benim örnek vakam felsefe-bilim tarihi'dir. Ä°ÅŸte bu soru, kanımca, Cevdet PaÅŸa'nın çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸüncesi okumalarında son derece dikkate alınması gereken bir ayrımıdır. Bu ayrımlar tabi ki, o kadar açık deÄŸil eserlerinde; çünkü bir tespit olarak diyebilirim ki Cevdet PaÅŸa, kendi felsefe-bilim tarihine bir tül perdenin arkasından bakar; bazı durumlarda bu perdelerin sayısı, dolayısıyla kalınlığı artar. Bu nedenle bu kavramları biraz da ben inÅŸa ediyorum; ama bu kavramları, kavramsal çerçeveyi kullandığımızda arkadaki zihniyeti daha iyi görebiliriz diye düÅŸünüyorum. Cevdet PaÅŸa'nın, kanımca, kadim ve atîk olanla bir çatışması, bir gerginliÄŸi söz konusudur; bu nedenle ikna edici bir çözümü yoktur. Örnek olarak, kendi döneminde telif edilen bazı eserlerde Ä°slam ve Osmanlı felsefe-bilim tarihine, matematiÄŸine iliÅŸkin yargıları eleÅŸtirirken, her ne kadar eksik olsa da, ama kaynaklara dayanarak, "Bakınız! Bizim de bir matematiÄŸimiz vardı" diyebiliyor. Öte yandan, yeri geldiÄŸinde onların artık geçmiÅŸte kaldığını da dile getirebiliyor. Cevdet PaÅŸa'ya göre bugün, Ä°bn Sina ayarında bir adam yoktur, ama Ä°bn Sina'yı her alanda aÅŸan pek çok adam vardır. Dolayısıyla Ä°bn Sina'nın sistemi tarihte kalmıştır; onunla çok da uÄŸraÅŸmaya gerek yoktur gibi cümleler bulabilirsiniz. Satırlarında bir çatışma, bir gerginlik söz konusudur. Fakat, deÄŸiÅŸik konularda kendi tarihî mirasındaki eserlere bizzat atıf yapacak kadar bilgi sahibi olması ve bu bilginin kendisine verdiÄŸi bilinç bile, Cevdet PaÅŸa'nın, özellikle oÄŸlu Ali Sedat'ın ve kızı Fatma Aliye'nin, Batı dünyasından aktardıkları fikirleri deÄŸerlendirirken hem yöntemlerine hem de bakış açılarına güçlü bir zemin saÄŸlıyor: Bir öz-güven, kökleri tarihte olan bir kimlik duygusu. Örnek olarak, Ali Sedat, Mizânu't-tefekkür'de Kant'ı eleÅŸtirecek kadar kendinden emindir. Bir fikri eleÅŸtirebilmek için sizin de bir fikre sahip olmanız gerekir; sırf eleÅŸtirmek için eleÅŸtirilemez. Yalnızca Kant'ı biliyorsanız Kant'ı eleÅŸtiremezsiniz, taklit edersiniz. Ali Sedat Mizânu'l-ukul fi'l-mantık ve'l-usul diye bir kitap yazıyor; sahip olduÄŸu birikimi sergiliyor; aidiyetini ve mensubiyetini belirliyor, ondan sonra o mensubiyete dayanarak eleÅŸtirebiliyor. Eserlerinde kendi medeniyetine ait bütün mantık ve usul bilgisini serilmiyor; oradaki becerisini ortaya koyuyor; ondan sonra, William James'i eleÅŸtirebiliyor. Bu tavır, o dönemde birçok Türk aydınında yoktur. Örnek olarak Salih Zeki çok güçlü bir matematikçi olmasına ve matematik bilimlerin tarihinde farklı bir tavır takınmasına karşın, Batıdaki yeni mantığı, tamamen aktarmayı hedefleyen bir isimdir.
 
Benzer ÅŸekilde Ali Sedat'ın mekanik kitabına baktığımız zaman, Batı dünyasında ortaya çıkan mekanik bilimiyle, mesela kelamcıların atomculuÄŸunu ya da monadcılığını mukayese edebiliyor. Bu tarih bilinci Ali Sedat'ın birçok eserinde ortaya çıkar. Ä°ÅŸte bu tavır, Cevdet PaÅŸa'dan tevarüs ettiÄŸi bir ÅŸey. Fatma Aliye'nin Cisim Risalesi'ne bakınız. Bugün pek çok ilahiyatçı Fatma Aliye'nin seviyesinde deÄŸil klasik Ä°slam kelam mirasını deÄŸerlendirirken? Daha o dönemde Fatma Aliye diyor ki: "Kelamcıların sistemine atomculuk denemez". Çünkü modern dönemdeki atomculuk, kelamcıların bahsettiÄŸi cuz'un-lâ-yetecezze'yi vermez; bu nedenle illa bir ÅŸey denecekse monad denmeli? Ayrıca, Fatma Aliye Hanım, cisim konusunu incelerken sadece Batı'dan yaptığı aktarmalarla yetinmiyor; kendi mirasını, kendi tarihini iyi bildiÄŸi için onlarla hesaplaÅŸabiliyor, tercihte bulunabiliyor. Bu tavrını birçok konuda görebiliyoruz. Ahmet Sururi Bey'in ifade ettiÄŸi gibi Teracim-i ahval-i felasife adlı eserinde de kelamcılara özel bir ağırlık veriyor. Cevdet PaÅŸa okulu tasavvufa dikkatlidir; özellikle de vahdet-i vücud'a? Öte yandan MeÅŸÅŸâî felsefe geleneÄŸine de dikkatlidirler. Bu nedenle biraz kelâmî bir bakış açısına sahiptirler. Bu durumu Ali Sedat'ta, Fatma Aliye'de çok açık bir biçimde görürüz. Cevdet PaÅŸa, ayrıca, usul-i fıkıh'a da özel bir önem verir; özellikle Batı felsefesindeki metodoloji/yöntembilim tartışmaları dikkate alındığında onun usul vurgusu anlaşılabilir. Ä°ÅŸte tüm bunlar tarih bilincinin saÄŸladığı bir ÅŸey? Bu bize ÅŸunu gösteriyor: Biz tarihimizde kadim olanı, yani bugüne eklemlenebilecek ya da bugün için kullanılabilecek, deÄŸerlendirilebilecek olanı dikkate alırsak, göz önünde bulundurursak, hemen her konuda daha farklı bakış açıları geliÅŸtirebiliriz. Cevdet PaÅŸa için atîk olanı atmada bir sakınca yok; ama kadim olan da aynı derecede dikkate alınmalı. Örnek olarak Mukaddime tercümesinde Cevdet PaÅŸa her bilimi anlatırken o bilimin bugünkü durumuna da atıf yapar ve yeri geldiÄŸinde: Artık ÅŸunlar eskidi, bunlar ise, mesela eski cebir, artık ÅŸimdi cebir bilimin bir parçası halini aldı; veya bunlar ÅŸimdi kullanılmıyor gibi, atîk olan ile kadim olanı sürekli birbirinden ayıklayarak iÅŸ görür. DediÄŸimiz gibi kadim olanı dikkate aldığımızda Cevdet PaÅŸa ve takipçilerinin kazandığı bakış açısını yakalamak mümkün? Bu tespite bir örnek vererek sözlerimi tamamlamak istiyorum: Mısır felsefe ekolünde Mustafa Abdurrazık, Temhid li-tarih el-felsefet el-Ä°slamiyye adlı kitabında, klasik Ä°slam düÅŸüncesinin en özgün yönünün usul-i fıkıh ve kelam olduÄŸunu söyler; ve bu iddia Arap dünyasında Ali Sami NeÅŸÅŸar örneÄŸinde görüldüÄŸü üzere pek çok öÄŸrencisi ve takipçisi tarafından izlenir. Halbuki XIX. Yüzyılın sonunda Cevdet PaÅŸa, oÄŸlu Ali Sedat'ın kitabına yazdığı takrizde bu fikre açık bir biçimde iÅŸaret etmiÅŸti. Kendi çocukları kısmen onun bu iÅŸaretini dikkate almıştır; elbette bu dönemde baÅŸka isimler de söz konusudur. Ancak bu iÅŸaret zamanla ortadan kaybolmuÅŸtur. Çünkü Cevdet PaÅŸa'nın kadim ve atîk arasında yaptığı ayrım ile tarih bilincinin verdiÄŸi öz-güven, kendine has bakış açısı kaybedilmiÅŸ; bu yaklaşımdaki incelik atlanarak bütün bir geçmiÅŸ atîk, dolayısıyla atık kabul edilerek atılmıştır.
 
Ali Sedat, XIX. Yüzyılda çaÄŸdaÅŸ Türk düÅŸünce tarihinin en önemli düÅŸünürlerinden birisidir; ama pek bilinmez. Namık Kemal'i ise herkes bilir. Çünkü birisi hakikat ile, diÄŸeri siyaset ile uÄŸraÅŸmıştır esas itibariyle. Fatma Aliye Hanım da unutulmuÅŸtur, unutturulmuÅŸtur. Bunun için pek çok neden sıralanabilir; ancak en temeldeki neden, kanımca, kendi tarih bilinçleri içerisinde kadim olanı muhafaza etmeyi savunmalarıdır. Eserlerinde gördüÄŸümüz o kiÅŸilik, o özgüvenin nedeni, köklerini tarihte bulan kimliklerinden kaynaklanmaktadır. Onlar her ÅŸey raÄŸmen, bu coÄŸrafyada ne Arap, ne Acem, ne Frenk olmadıklarına tüm ortaklık ve benzerliklerine karşın kendilerine has bir kimliÄŸe sahip bulunduklarına inanıyorlardı; Ä°ÅŸte kısaca, kadim ile atîk arasındaki ayrımdan kaynaklanan bu inanç MeÅŸrutiyet ve Cumhuriyetle beraber hemen hemen her konuda tasfiye edildiÄŸi, bütün bir geçmiÅŸ atîk -atık- olarak görüldüÄŸü için, Cevdet PaÅŸa ve okulu baÅŸarısız olmuÅŸtur.
 
-Fatma Karabıyık BarbarosoÄŸlu: Biz teÅŸekkür ederiz. Çok doyurucu bir bilgiydi. Tarih felsefesi açısından özellikle. Ali Sedat Bey bilinmediÄŸi gibi bir de ÅŸöyle ibarelerle karşılaşırız: Ahmet Cevdet PaÅŸa, oÄŸluyla çok ilgilenmiÅŸtir, Kimya laboratuarı kurduracak kadar modern bilimlerle tanışmasını saÄŸlamıştır da ne olmuÅŸtur? Halbuki Ali Sedat Bey çok erken yaÅŸlarda vefat ediyor. Yani babasının ölümünden sonra sadece 5 yıl hayatta kalan birisi. 1900'lu yıllarda vefat eder, yanılıyor muyum hocam?
-İhsan Fazlıoğlu: Doğru.
-Fatma Karabıyık BarbarosoÄŸlu: 1900'lü yıllarda vefat ediyor. Hocam deÄŸindi. Salih Zeki Bey'le tartışmaları çok meÅŸhur o dönemde. Bugün Salih Zeki'nin tezleri deÄŸil, Ali Sedat Bey'in tezleri modern mantığın bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.
-İhsan Fazlıoğlu: Kısmen.
-Fatma Karabıyık BarbarosoÄŸlu: Bu bakımdan çok önemli bilgilerdi. Yalnız baÅŸarısız kısmını zihnimizde ÅŸöyle tasavvur edebilir miyiz? "Esasında baÅŸarısız olan Ahmet Cevdet PaÅŸa ekolü deÄŸil, Ahmet Cevdet PaÅŸa ekolünü anlayamayanlar"... Bu çok önemli çünkü.
-İhsan Fazlıoğlu: Evet! Zaten bir okul anlaşılınca okul olur tabii?
-Fatma Karabıyık BarbarosoÄŸlu: Sorularınız vardır muhakkak. Bu kadar dinlemenin meyvesi sorular kısmında ortaya çıkar. Sorularınızı bekliyoruz. Buyrunuz.
-Dinleyici: DoÄŸrudan Fatma Aliye Hanım'la ilgili olmayabilir ama Ä°hsan Hocam'a bir sorum olacak, Cevdet PaÅŸa'nın tarih algısı ile ilgili. Yanlış anlamadıysam eÄŸer, "Cevdet PaÅŸa'nın üzerine dayandığı tarih bilinci, yani klasik Ä°slam tarih anlayışı, çizgisel bir anlayış olduÄŸu için bu tarz bir algılayışın dışında olamazdı" gibi bir ÅŸey söylediniz. Bu konuyu biraz açmanızı isteyeceÄŸim. Çünkü bilebildiÄŸim kadarıyla ve en azından temel tartışmalarda bu anlayışı, Modern Batı düÅŸüncesinin bir ürünü olarak görüyoruz. Bu noktada bunu biraz açar mısınız?
 
-Ä°hsan FazlıoÄŸlu: Genelde her ÅŸey, neredeyse Batı'dan baÅŸlatılır; milliyetçilik, akıl, özgürlük, vs? Kanımca tarihi böyle okumak doÄŸru deÄŸil. Bir ÅŸeyin bu halde Batı'da olması, ÅŸu halde baÅŸka bir yerde olmadığını göstermez. Derslerde sayı kavramını örnek veriyorum: Frege'nin sayı tanımı, Frege'den öteye gitmez; ama bu, sayının Frege'den önce olmadığını göstermez ki. Mezopotamya'da sayı var; Yunan'da var; Ä°slâm'da var; ama baÅŸka bir tanımı var. Örnek olarak ırk fikri ve ırkçılık? Platon'un mektuplarında ve baÅŸka pek çok tarihi baÄŸlamda ırk vurgusunu ve hatta ırkçılık taassubunu görebiliriz. Ama elbetteki Fransız devriminden sonra ortaya çıktığı biçimiyle bir ırkçılık deÄŸil bu. DiÄŸer pek çok kavram için de aynı ÅŸeyi söyleyebiliriz. Bu açıdan kavramın yaşı ve anlam katmanları ile anlam-daralması ve anlam-geniÅŸlemesi gibi deÄŸiÅŸkenleri dikkate alarak düÅŸünmemiz gerek. Çizgisel tarih anlayışı Ä°slam medeniyeti'nin insanlığa bir hediyesidir; olumsu veya olumsuz. Çünkü Ä°slam medeniyeti özellikle Abbasîlerden sonra özgüvenini kazandığı, kendi söylemini, nazariyatını kurduÄŸu için, tarihe Hz. Adem'den baÅŸlar; Ä°slam'a kadar, o dönemde insanlıktan anlaşılan neyse, onu inÅŸa eden Mezopotamyalılara, Mısırlılara, Yunanlılara, vs. yer verir; daha sonra da Ä°slam'a gelir. Bu anlayışta sanki bütün tarih, Ä°slam'ı oluÅŸturmak üzere kurulmuÅŸtur, hatta kurgulanmıştır. Bu noktadan sonra Ä°slam'dır esas olan; diÄŸer çaÄŸdaÅŸ kültürler Ä°slam'la olan iliÅŸkisine göre deÄŸerlendirilirler. Çok yukarıdaki bir kavim, diyelim ki, kuzeydeki bir kavim, Ä°slam'la iliÅŸkisi yoksa tarihçiler tarafından hiç dikkate alınmaz. Osmanlıya geçtiÄŸimizde, özellikle XVI. yüzyılda, Osmanlılar kendi kimliklerini tanımlamaya baÅŸladıklarında, kendi ben idraklerine, bir özgüvene ulaşınca benzer ÅŸekilde kendi dünya tarihlerini yazarlar. Bu çizgisel/lineer tarih yazıcılığı sadece tarih eserlerinde deÄŸil, felsefe kitaplarında, hatta baÅŸka metinlerde de mevcuttur. Ä°bn Nefis'in er-Risaletu'l-Kâmiliyye'sini ele alalım örnek olarak: Bütün bir tarih Hz. Peygamber'i ortaya çıkarmak üzere, örgütlenir. O açıdan çizgisel tarih anlayışı, güçlü bir medeniyetin geçmiÅŸi kendine göre inÅŸa etmesi iÅŸidir ve bunu hem Abbasiler hem de Osmanlılar kendi dönemlerinde yapmıştır. Zaten böyle bir anlayışları olduÄŸu için Batı'dan çevrilen kavramları tek anlamlı olarak kabul etmekte zorlanmıyorlar baÅŸta. Medeniyetler demiyor, medeniyet diyorlar; sanki kültürel anlamda tek bir insanlık ve onun da tek bir medeniyeti varmış gibi. Güçlü olan tarihi bu ÅŸekilde inÅŸa ediyor, kurguluyor. Batı da kendi kolonyalist ve emperyalist gücünü idrak ettiÄŸinde tarihi kendisinin o andaki durumunu verecek ÅŸekilde kurgulamıştır.
 
-Dinleyici: Benim sorum Ä°hsan Bey'e olacak. Yalnız doÄŸrudan Fatma Aliye Hanım'la ilgili deÄŸil, baÅŸta yaptığı bir tespitle alakalı. Ä°hsan Bey, "bunalım dönemlerinde insanlar hakikati deÄŸil de siyaseti ön plana çıkartırlar. Çünkü ?"
-İhsan Fazlıoğlu: İnsanlar değil, toplumlar.
- Dinleyici: Evet. "Çünkü acil bazı sorunlar vardır. Dolayısıyla siyaset anlamaya deÄŸil, deÄŸiÅŸtirmeye yöneliktir ve bu dönemde geliÅŸtirilen düÅŸüncelerde metafizik bir derinlik aramak aslında boÅŸa bir çabadır" dediler. Konuyla ilgili literatüre baktığımızda genelde bunalım dönemlerinin, sonraki dönemlere de ışık tutan, yeni ufuklar açan düÅŸüncelerin merkezini, zeminini teÅŸkil eden dönemler olduÄŸu görüÅŸü hakimdir. Dolayısıyla bu deÄŸerlendirme, bu düÅŸüncelerin metafizik temelinin de olabileceÄŸini kabul etmektedir. Ama sizin deÄŸerlendirmelerinize göre, böyle bir metafizik temel aramak boÅŸ bir çabadır. Bu var olan kanının geçerliliÄŸi nedir? Acaba bunalım dönemlerine yönelik bu deÄŸerlendirmeyi nasıl görüyorsunuz?
-Ä°hsan FazlıoÄŸlu: Evet güzel bir soru. Pitirim Sorokin'in eserine atıf yapılarak sorulan bir soru. Yanıt bunalımın tanımında düÄŸümlenir. Elbette bunalımların toplumsal, fikrî ve hatta metafizik yönleri olabilir. Zaten denmek istenen de o: Bir bunalım, velev ki, saf siyasî olsun hakikat temelinde çözülmez ise sahici olmaz. Öte yandan, saf siyasî bir bunalım ve çözüm günlük iÅŸlerle alakalıdır; o toplumun önünü açar. Bir ÅŸeyin metafizik özellikte olabilmesi için, herhangi bir günlük, toplumsal, kiÅŸisel bir kaygı gütmeksizin, doÄŸrudan hakikatin elde edilebileceÄŸi bir tasarımda bulunması gerekir. Felsefî terimlerle: Vücud'u akılla, mevcud'u zihinle inÅŸa etme iÅŸidir metafizik ve bunun ilkece siyasetle ilgisi yoktur? Sonuçları itibarıyla olabilir. Öte yandan böyle bir metafizik arayışı siyasî, toplumsal bunalımlar tetikleyebilirler. Ama hakikat araÅŸtırmasında, amaç ne karın doyurmaktır ne de devleti kurtarmaktır; kastettiÄŸim de budur. Bu yapıyı bir kez kurduktan sonra buradan hareketle siyaset, ahlak geliÅŸtirebilirsiniz; düÅŸünürlerimizin yaptığı gibi. Ama günlük çözümlerde, günlük siyasette operatif olmak zorundasınız; doÄŸrudan o andaki soruna odaklanmalısınız; onu çözmeye çalışmalısınız. Åžu olabilir: Günlük sorunları çözmeye çalışırken amelî olarak yaptıklarınız bir sonraki kuÅŸak için pratik felsefe anlamında deÄŸerlendirilebilirler ya da metafizik temellendirmeye konu olabilirler. Kısaca bugünün çözümleri yarının metafizikleri haline gelebilir; bir neslin ortaya koyduÄŸu çözümler bir sonraki neslin ilkeleri halini alabilir. Bu mümkündür. Kısaca, siyaset bir an evvel arabayı yoluna ya da treni rayına koymaktır; hakikatiniz varsa bu koyma iÅŸi doÄŸru olur deÄŸilse yanlış?
 
-Ä°hsan FazlıoÄŸlu: Müsaade ederseniz bir kaç cümle ekleyeyim: Fatma Aliye Hanım'ın kızının rahibe olması biraz taaccübe neden oldu anladığım kadarıyla. Öncelikle ÅŸu noktaya iÅŸaret edeyim: Bir insan baÅŸarılı olduktan sonra, belli bir aÅŸamadan sonra, ünvanlar, ÅŸöhretler kazandıktan sonra bütün bunları kendisinin yaptığına inanmaya baÅŸlar. Kendini yetiÅŸtiren çevreyi, aileyi, aldığı eÄŸitimi unutur. Sadece kendi olmalığının, o doÄŸuÅŸtan getirdiÄŸi yapının bunu saÄŸladığını zanneder. Özellikle Avrupa'dan gelen seyyahlar, XVI. yüzyıldan sonra, bir ÅŸeye çok ilginç bir ÅŸekilde dikkat ediyorlar. Diyorlar ki; Osmanlılar bütün baÅŸarılarını Müslüman olmaya baÄŸlıyorlar; yani mensup oldukları anlam-deÄŸer dünyasına; maddî güçlerini tamamen mananın sonucu zannediyorlar. Avrupa söz konusu olduÄŸunda bu anlaşılır; ya Çaldıran? O zaman onu da sapık ilan edersiniz, olur biter. Bu aÅŸamada sahip olunan top teknolojisi, ateÅŸli silahlar, vs. düÅŸünülmüyor. Dolayısıyla XVIII. yüzyıla kadar, büyük oranda, anlam-deÄŸerlere, kısaca dünya görüÅŸüne atıf yapılan bir baÅŸarı manzumesi var. Yenilince ne yapılıyor? Nasıl baÅŸarılarını bu deÄŸerlere baÄŸladılarsa yenilgiyi de bu deÄŸerlere yüklüyorlar. "Yendik çünkü Müslüman'dık" ilkesi "Yenildik çünkü Müslüman'dık" ilkesine dönüÅŸüyor: Ä°darî, siyasî, askerî, vs. Osmanlı seçkinlerinin Ä°slam'a yönelik bu tavrı silik de olsa Lale Devri'nde baÅŸlar, Sultan III. Selim döneminden itibaren hızlanır ve Sultan II. Mahmut devrinde bir söylem halini alır. KiÅŸilerin kendi tarihine, medeniyetine, dinine yönelik yaptığı bu eleÅŸtiri aslında bir ifratın baÅŸka bir tefritle dengelenmesi halidir. Åžunu açıkça söylemek lazım: Kanımca, Tevfik Fikret'in oÄŸlu ya da Fatma Aliye'nin kızı dürüst insanlar. Rahibe olmayan mı var o dönemde; rahibe olmak illa din deÄŸiÅŸtirmek deÄŸil ki. Bugün Batıcı diye eleÅŸtirilen pek çok ismin dedeleri, dikkatle bakınız, bir yüzyıl önce din âlimiydi. Mensup oldukları anlam-deÄŸer dünyasından, dünya görüÅŸünden, onları baÅŸarısızlığa uÄŸrattığına inandıkları için ayrılmışlardır. Yani hem siyasî, hem idarî, hem dinî, hem ilmî seçkinlerimiz bizi bırakmıştır: Tarihimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi, vs. bıraktılar. Kendilerini kurtaracaklarını umdukları baÅŸka bir dünya-görüÅŸüne geçtiler; ancak tavırları deÄŸiÅŸmedi: O dünyanın baÅŸarısını da yine anlam-deÄŸer manzumesine göre okuyorlar. Kısaca kimse kimseden daha fazla suçlu ya da suçsuz deÄŸil. Bu çok ciddi bir sosyo-psikolojik analizi gerektirir. KiÅŸisel kanım, zamanın ruhu böyle; dolayısıyla Fatma Aliye Hanım'ın kızının rahibe olması çok ÅŸaşırtıcı bir ÅŸey deÄŸil. Biliyoruz ki, büyük bir müderrisin oÄŸlu da kardinalliÄŸe yükselecek kadar Katolik kilisesinde mesafe almıştır. Yanlış hatırlamıyorsam merhum Nurettin Topçu, Fransa'da doktora yaparken, bazen Vatikan'a gidip onunla sohbet edermiÅŸ. Neticede bu durumu döneme, tarihî baÄŸlama, ÅŸartlara geri gidip temellendirmek lazım; bu bir istisna deÄŸil; yalnızca dürüst; açıkça söylemiÅŸ?
 
-Ä°hsan FazlıoÄŸlu: Bir de bu tasfiye, yani Fatma Aliye Hanım'ın unutulması, unutturulmasıyla ilgili, izin verirseniz, bir iki cümle eklemek istiyorum: Babası tasfiye edildi; Cevdet PaÅŸa tasfiye edilince, doÄŸal olarak çevresi de tasfiye edildi. Cevdet PaÅŸa sadece Osmanlı tarihinin deÄŸil, Ä°slam tarihinin yetiÅŸtirdiÄŸi en önemli kafalardan birisidir; yalnızca ilmî açıdan deÄŸil, özellikle siyasî açıdan? Diyebilirim ki geleneÄŸimizde fikri, siyasetin hizmetinde bu kadar verimli, iÅŸlevsel kullanan baÅŸka bir isim nadir bulunur. Tanzimat'ın üç paÅŸasının, Mustafa ReÅŸit PaÅŸa, Âli PaÅŸa, Fuat PaÅŸa'nın, Sultan II. Abdülhamid'in baÅŸ danışmanı, akıl hocası? Ölünceye deÄŸin devletin siyasetini belirleyen önemli isimlerden birisi. Özellikle Mithat PaÅŸa'nın ÅŸahsında cisimleÅŸen, kendi anlam-deÄŸer dünyasını imha eden ve her ÅŸeyiyle Batı'ya katılmayı isteyen cepheye karşı duran tarafın en önemli temsilcisi? Biliyorsunuz Mithat PaÅŸa, baÅŸta Fransız anayasası olmak üzere Batı ülkelerinin anayasalarının tercüme edilerek Türkiye'de uygulanmasını isteyen bir kiÅŸi? Cevdet PaÅŸa ise, "Ä°slam ve Osmanlı hukukunu anayasa haline getirebiliriz" diyerek Mecelle'yi hazırlayan grubun başında. Bütün bunları bir araya getirdiÄŸimizde denebilir ki, Ebu'l-ula Mardin'in Ahmet Cevdet PaÅŸa'nın Hukuk Cephesi adlı kitabına kadar Cevdet PaÅŸa, zaten Türkiye'de unutulmuÅŸtur; o tarihte de zaten tarihî bir hâdisedir; aktüel deÄŸil. Ahmet Cevdet PaÅŸa, tarihimizin son döneminin en bilgili insanlarındandır; bu nedenle de yine en muhafazakarlarımızdandır. Bilgili adam muhafazakar olur; cahil ise cesur? Gerçekten de 1850'den sonraki en bilgili Osmanlılardan birisidir: Tarih bilgisi, siyaset bilgisi, matematik bilgisi, astronomi bilgisi, mantık bilgisi, hukuk bilgisi? Ve o bilginin, birikimin verdiÄŸi bir temkin, bir muhafazakarlık vardır kendisinde. O ve temsil ettiÄŸi fikir tasfiye edildiÄŸi için özellikle Ä°ttihat ve Terakki döneminde, kızı Fatma Aliye, Ahmet Cevdet PaÅŸa ve Zamanı adlı eserinin telif etmiÅŸtir. 1914 civarı deÄŸil mi?
- Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Evet.
 
-Ä°hsan FazlıoÄŸlu: Niye 1914? Çünkü Ahmet Cevdet PaÅŸa tamamen tasfiye edilmiÅŸtir. Kızı onu savunmak için kaleme alıyor bu eseri: Cevdet PaÅŸa'nın yetiÅŸtiÄŸi çevre, fikirleri? Ancak ikinci cildini tamamlayamıyor. KeÅŸke tamamlasa; belki felsefesini, bakış açısını anlatacaktı.
-Ahmet Süruri: Bastığı son eser.
-Ä°hsan FazlıoÄŸlu: Son eser. 1914. O açıdan, kanımca, Fatma Aliye Hanım tek başına tasfiye edilmiyor. Bütün bir Cevdet PaÅŸa ailesi ve onu takip edenler tasfiye ediliyor. Tasfiye edilen bir siyasettir, bir fikirdir, bir duruÅŸtur, bir inançtır, bir bağımsız kimlik bilincidir. Ä°ÅŸte tarihî bilinçte köklerini bulan bu bağımsız kimlik bilinci tasfiye ediliyor. Cevdet PaÅŸa'nın bağımsız kimlik bilinci'nin yerini Mithat PaÅŸa'nın yanaÅŸma, sırnaÅŸma siyaseti alıyor; çünkü hakikati olmayanın siyaseti baÅŸkasına göredir; kendine göre deÄŸil.
 
 
Ayrıca bkz.
http://www.bisav.org.tr/yayinlar/bulten_makale_detay.cfm?makaleId=280&yayin_sayi=24
TAM Panel (3) - Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye Hanım

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.