Sosyal Medya

Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilci: Lev Nikolayeviç Tolstoy

Araştırmacılara göre Anna Karenina romanında Lev Tolstoy’un hayat öyküsünden alınmış birçok olay ve kişi bulunmaktadır. Romandaki Levin’in bizat Tolstoy olduğu da iddia edilir.



19. yüzyılda tüm toplumları etkisi altına alan BatılılaÅŸma; Rusya’da da etkisini gösterdi. Felsefi bir gelenekten gelmese de Rus düÅŸünürler, özellikle ontolojik normlarla çatışma gösteren bir dikte sonucu, hayatın anlamını daha fazla sorgular oldular. Rus edebiyatında; Dostoyevski-Tolstoy tartışmasının hâlâ devam etmesi de bu sebeptendir.

Ä°ki yazar da kurumsal din kimliÄŸini tartışırken, -kendi dillerinde vurguladıkları ÅŸekliyle- Tanrı’yı inkâr etmezler.  Tanrı’nın kuralları yanında toplumsal normları tartışırlar. Kanun mu ahlak mı meselesi tam da burada devreye girer. Tolstoy aforoz edilip dinden çıkartılmasına raÄŸmen, Tanrı’ya olan inancından hiçbir nokta feda etmez. Onların meselesi tam anlamıyla; Tanrı’nın topluma din kurumları aracılığıyla yansıyan, hatta yansıtılan gibi olmadığı, Onun kilise yaptırımlarının çok üzerinde olduÄŸu meselesidir.

Ne enteresandır ki; Rus edebiyatı BatılılaÅŸma sürecini yaÅŸarken, modernleÅŸmenin kendilerine zorladığı din çatışmasını- ki mesele orada din deÄŸil; imandır, bunu reddederek kendi sorgulamalarını yaparlar ve daha sonrasında onların bu dönemi Zolotoy Vek -Altın ÇaÄŸ- olarak adlandırılır. Gogol ile baÅŸlayıp Dostoyevski ile biten bu 60 yıllık süreç; G. Steiner’e göre Batı edebiyatı tarihinde yaÅŸanılmış üç büyük patlamanın-sıçramanın sonuncusu. Cambridge Üniversitesi’nde dersler de veren Steiner; Batı zihninin ÅŸiirsel bir sezgiyle karanlığın içine daldığı üç sıçramadan bahseder. Ä°lki Yunan tragedyası; ikincisi Shakespeare çağı ve üçüncüsü bugün dahi insan doÄŸasını aydınlatan büyük eserlerin o dönemlerin ürünü olduÄŸunu vurguladığı Rus romanı.

Tolstoy mu Dostoyevski mi?

Rus romanında da günümüze deÄŸin uzanan ve bitmeyeceÄŸi aÅŸikâr olan bir tartışmadır Dostoyevski mi; Tolstoy mu tartışması. Platoncu yahut Aristotelesçi olmak; Homeros yahut Shakespeare arasında bir tercih yapmak gibi bir noktada olan bu seçim içinde benzer ontolojik yakınlıklar barındırırken aslında psikolojik olarak uzaklık içerir. Okuyucuların ister istemez taraf olduÄŸu bu seçimin dibinde yatan tam da bu psikolojik temeldir. “Bir insana Tolstoy’u mu Dostoyevski’yi mi tercih ettiÄŸini sorun, yüreÄŸindeki sırrı tanırsınız.” Cümlesinin, Georges Steiner’ın Tolstoy mu Dostoyevski mi ismiyle yayımladığı eleÅŸtiri denemesinin kapak üzerinde slogan olarak durması bahsedilen psikolojik zeminden kaynaklı olsa gerek. Felsefenin soyut biçimde sorduÄŸu büyük soruları edebi tarzda canlandıran bu iki büyük usta içinde, E. M. Forster ‘a göre “Tolstoy’la boy ölçüÅŸebilecek bir Ä°ngiliz roman yazarı yoktur.”  yorumuyla bir tarafı seçer görünür.

Anna Karenina’nın yazarı gibi insanlar, toplumun öÄŸretmenleridir, biz ise sadece onların öÄŸrencileriyiz.” diyen Dostoyevski’nin ölüm haberini aldıktan sonra Tolstoy, Rus düÅŸünür ve edebiyat eleÅŸtirmeni Nikolay Strahov’a yolladığı mektupta da ÅŸöyle yazar: “Onu bir kez olsun görmedim ve onunla hiç konuÅŸmadım ama ÅŸimdi ölünce, birden anladım ki, Dostoyevski bana en yakın, en kıymetli, en gerekli insanmış…”

O halde iki büyük usta birbirinden ayrılmaz ve kopmaz bir biçimde kenetlenmiÅŸ, birbirlerini besleyen iki damar.

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Soylu bir ailenin çocuÄŸu olarak, Moskova’nın güneyinde bir köyde doÄŸan Tolstoy; iki yaşında prenses olan annesini ve dokuz yaşında da kont olan babasını kaybeder. Bu acı onda kafa karışıklığına; inançları sorgulamasına neden olur. 1841’de Kazan Lisesi’ne girdiÄŸinde onu yetiÅŸtiren ve tüm kiÅŸiliÄŸinde etki sahibi olan teyzeleri gibi sevgi doluydu... “Delikanlılık Çölü” dediÄŸi bu yıllarda; iç bunalımları, inanç çıkmazları yoÄŸunlaşır.

“Bir ÅŸey düÅŸünmüyorum artık, bir ÅŸey düÅŸündüÄŸümü düÅŸünmüyordum.” Tüm bu çalkantılar içerisinde oradan oraya savrulan Tolstoy; nihilizmi dener. Edebi hayatını da çevreleyen tüm bu bunalımlar, arayışlar, inançlar bu dönemde baskın hale gelir. 1847 yılında geçirdiÄŸi bir rahatsızlık sonucu hastaneye yatar ve aynı odada bulunan Budacı bir Lama Rahibi onun din hakkındaki düÅŸüncelerinde etkiler bırakmıştır. Ontolojik zemindeki bu arayışları ve çalkantıları; onun hayatında bir düzene kavuÅŸmasını da zorlaÅŸtırır. Sivastopol Savaşına dahil olmuÅŸ, Türklere karşı savaÅŸmış, ardından askerliÄŸin kendisine göre olmadığını anlayıp edebiyata yönelmiÅŸtir.

Yaptığı Avrupa yolculukları sırasında ÅŸahit oldukları onda; zamanın geçmesinin uygarlıkların ilerlemesi için yeterli olmadığının ispatı olmuÅŸtur. Tekrar bir Avrupa turuna çıkan Tolstoy’un bu seyahat sırasında kardeÅŸi Nikolay’ı kollarında kaybetmesi onun “Ä°yiye ve her ÅŸeye” olan inancını sarsar. Tanrı’yı ve sanatı da yadsımasına neden olur.  Tolstoy köyüne, Yasyana’ya döner. Burada toprak iÅŸleri ve edebiyat çevresi arasında geçip giden hayatında en önemli dönüm noktası daha sonra evlendiÄŸi eÅŸi Sofya Andreyevna’ya âşık olmasıdır. Bu dönemde eÅŸi Sofya sadece ev hayatında deÄŸil edebiyat hayatında da ona çok destek olmuÅŸtur. Kendisi de ufak hikâyeler yazan Kontes Tolstoy eÅŸinin yazılarına yardımcı olmuÅŸ, gerektiÄŸinde eserlerini temize çekmiÅŸtir.

Kendi hayatının içerisinde kaybolmuÅŸ

Hayatında var olan bu düzen, Tolstoy’un halka ve eÄŸitime zaman ayırabilmesine olanak tanımıştır. Tolstoy bu dönemde eserlerini rahatça ortaya çıkarmasını, yaÅŸamını düzene sokabilmiÅŸ olmasını, aile hayatının onun karmaşık düÅŸüncelerden arındırmış olmasına baÄŸlamaktadır. Bu dönemde Tanrı, ahlak, toplum problemlerinden uzak kendi hayatının içerisinde kaybolmuÅŸ bir durumdadır. Bu durumda ona son derece özgür bir düÅŸüncenin kapılarını açar. Bu düzen ve karmaşık düÅŸüncelerden uzaklık Tolstoy’a geçmiÅŸ buhranlarını sadece bir süre unutturabilmiÅŸtir. Ä°nanç karmaÅŸası, toplum sorunları tekrardan gün yüzüne çıkar. Bu süreçte eÅŸi Sofya ile de ayrı düÅŸer. Tolstoy’un dine olan sorgulamaları karısı için bir hastalık gibidir. Ve onun da bir an önce geçmesini umar. Evinde onu anlayan kızları dışında kimse yoktur. OÄŸullarına göre düÅŸünceleri anlamsızdır.

Bu dönemde “Dogmatik Tanrı Bilinci”, “Ä°nancım Nedir? Ne Yapmalıyız?”, “Karanlığın Gücü” gibi sansürlenen, karşıt seslerin yükselmesine neden olan eserlerini yazmıştır. “Kroyçer Sonat”, “Ä°van Ä°lyiç’in Ölümü” ve “DiriliÅŸ” adlı eserleri de bu dönemin ürünleridir. “DiriliÅŸ” adlı eserinde var olan bir vaftiz ayini anlatımı onun kilise tarafından aforoz edilmesine yol açmıştır. Bu durum Tolstoy için bir sıkıntı oluÅŸturmamıştır. Çünkü o, kilisenin tekelinde bulunan Hıristiyanlığın Ä°sa’nın öÄŸretilerinden uzak olduÄŸunu öne sürmektedir.

1882’den beri tasarladığı “Sanat Nedir?” adlı eseri de bu dönemin ürünlerindendir. Bu eser toplumun bozulmuÅŸluÄŸuna mizahî bir eleÅŸtiri olarak görülebilir. Tolstoy toplum ve din görüÅŸlerinin etrafında bir sanat tanımı yapmaktadır. Bir yapıtın sanat deÄŸeri, ancak sanatçının ruhunu toplumla buluÅŸturabilmesi yoluyla ortaya çıkar demektedir. Tanrı ve insan sevgisini halka ulaÅŸtıran sanat ise en yüce sanattır. Tolstoy’a göre sanatın asıl amacı, Ahlâkî mükemmelliktir. KiÅŸiyi Ahlâkî olarak eÄŸiten topluma yön veren sanat yücedir.

Tolstoy, bunalım ve sorgulamalar üzerine yaÅŸadığı hayatının bu son dönemlerinde evinde ve ailesinin içinde kendisini sürekli olarak yalnız hissetmiÅŸtir. 1910 yılında 28 Ekim gecesi basit kıyafetler, not defteri ve kalem gibi basit ihtiyaçlarını da yanına alarak sessizce evinden ayrılmıştır. Trenle yaptığı bu yolculukta alt düzey vagonlarda tanınmadan yolculuk yapmaya çalışmıştır. GidiÅŸ yönünün Balkanlar ve Sırbistan olduÄŸu da yaptığı yolculuktan anlaşılmaktadır. 1910 yılında 7 Kasım gecesi sınıra geldiÄŸinde geçiÅŸine izin verilmez. Bu sırada rahatsızlığı artmıştır ve istasyon ÅŸefinin çalışma odasında hayatını kaybetmiÅŸtir. Ölümünün duyulması üzerine sevenleri ve ailesinin katılımıyla geniÅŸ bir cenaze töreni yapılmıştır. Kilisenin eli altında olmayan tüm halka açık bu cenaze töreni sonrası Tolstoy, Yasyana Polyana’da kendi istediÄŸi yere kendi istediÄŸi ÅŸekilde, kilise töreni olmadan defnedilmiÅŸtir.

Ä°tiraflar ve Tolstoy

Tolstoy’un ontolojik arayışını en derin noktalarına kadar yazdığı, otobiyografik eseri “Ä°tiraflar”. Gündelik hayata dair olmaktan ziyade, kafasının, zihninin, gönlünün itirafları. Hayatındaki kırılışların, keskin virajların itirafları. “Gördüm ki, ben yalnızca Tanrı’ya inanınca yaşıyordum. Eskiden olduÄŸu gibi ÅŸimdi de öyleydi: Tanrı’yı düÅŸüneyim, yetiyordu, canlanıveriyordum. Onu unutayım, ona inanmayayım, o zaman hayat da yok oluyordu...”

Hayatında kat ettiÄŸi yolun izlerini bu itiraflar ışığında takip etmek, zihin iÅŸleyiÅŸi, düÅŸünce akışı itibariyle çok çok önemli. Bizleri, okuyucu olarak Tolstoy’da çeken ÅŸeyi anlayabilmek insana dair olanı çözmek demek. Bu noktada eserlerini okumaktan ziyade düÅŸünce haritasını kavramak daha yol gösterici olacaktır. Biyografisini okuduÄŸunuzda elli yaşında intiharın eÅŸiÄŸine geliÅŸi yahut evden kaçışı gibi detayları okur geçersiniz. “Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatının tamamının sonucunda ne olacak?” sorgulaması eÅŸliÄŸinde “Ä°tiraflar”da okuduÄŸunuzda dehanın yaÅŸadığı buhranı ve ona bu muazzam eserleri yazdıran zihnini kavramak mümkün olur.

Küçük yaÅŸta annesini ve babasını kaybetmesi, onu temeli saÄŸlam bir aile ortamında yetiÅŸmekten uzaÄŸa itmesi, ileriki yaÅŸlarında kardeÅŸinin de kollarında ölümüne tanıklık etmesi, inancın ne olduÄŸunu hep sorgulamasına zemin saÄŸladı. “Hıristiyanlığın Ortodoks Mezhebine göre vaftiz edildim ve o doÄŸrultuda eÄŸitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımda bu ÅŸekilde eÄŸitim gördüm, fakat üniversiteyi ikinci sınıfta bıraktığımda hiçbir ÅŸeye inanmıyordum.” 

Tüm bu inanç karmaÅŸası içinde denemediÄŸi yol, yangınına aramadığı çözüm kalmayan Tolstoy; nihilizmi denediÄŸi sıralarda baÅŸka bir derinliÄŸini itiraf eder. “Gene de bir ÅŸeye inanıyordum. Neye? Söyleyemezdim. Tanrı’ya hâlâ inanıyordum, doÄŸrusu hâlâ onu yadsımıyordum. Ama hangi Tanrı’ya onu bilmiyordum. Ä°sa’yı ve öÄŸretisini de yadsımıyordum; ama bu öÄŸreti neydi söyleyemezdim.” Tolstoy yaÅŸamında çeÅŸitli kavram karmaÅŸaları yaÅŸar, ne yaÅŸama ne de ölüme bir anlam verebilir. Modern dünyanın reddedilemez baskısı neticesinde çoÄŸunluÄŸun yaÅŸadığı bu ontolojik arayış, bu dehalarda ortaya çıkış ÅŸekli itibariyle farklı oluyor. Kitabın inceliÄŸini kolay okunabilirlik sanmak bu noktada yanlışa düÅŸmek olur. Her insanın sorduÄŸu ve cevap aradığı aynı sorular Tolstoy’da nasıl bir yöneliÅŸe sebep oluyor?

Anna Karenina: Ruhun DiyalektiÄŸi

AraÅŸtırmacılara göre romanda Lev Tolstoy’un hayat öyküsünden alınmış birçok olay ve kiÅŸiler bulunmaktadır. Romandaki Levin’in bizat Tolstoy olduÄŸu pek çok karakterin yazarın gerçek hayattan tanıdığı kiÅŸiler ile benzeÅŸtiÄŸi ÅŸeklinde görüÅŸler bulunmaktadır. Levin’in kardeÅŸi Nikolay’da gerçek hayatta Lev Tolstoy’un kardeÅŸidir. Ve gerçek hayatta da romandaki gibi Lev Tolstoy’un gözleri önünde veremden ölmüÅŸtür. Henri Troyat’ın kaleme aldığı Tolstoy biyografisinde Anna karakterinin ne denli gerçek olduÄŸu ÅŸu ÅŸekilde dile getirilmiÅŸtir.

“Tolstoy’un KomÅŸusu ve aynı zamanda da arkadaşı olan Bibikov, Anna Stepanovna Pirogova adlı bir kadınla yaşıyordu. Uzun boylu, geniÅŸ yüzlü bu kadın, onun metresiydi. Adam, onu pek umursamıyordu. Hatta baÅŸka biriyle evlenme planları yapıyordu. Onun bu ihanetini öÄŸrenen Anna, sadece birkaç eÅŸyasını alıp kaçtı. Ve ardından kendini trenlerin altına attığı haberi geldi. Ölmeden önce Bibikov’a bir de mesaj göndermiÅŸti. Özetle ‘katilim sensin’ diyordu.”

Nitekim Tolstoy; arkadaşına yazdığı bir mektupta da seçtiÄŸi projenin zorluÄŸundan ve ilerleme kaydedemediÄŸinden yakınmış. Dostoyevski’nin; “Bir sanat yapıtı olarak öyle bir olgunluktadır ki, içinde bulunduÄŸumuz çağın edebiyatından hiçbir ÅŸey onunla kıyaslanamaz.” dediÄŸi “Anna Karenina”da; Tolstoy üzerindeki Fransız edebiyatı kırıntılarını hissediyoruz. Daha okul dönemlerinden baÅŸlayarak sık sık okuduÄŸu ve her gün mutlaka bir çeviri yaptığı Fransız edebiyatı etkisi kaçınılmaz olarak yansır satır aralarından. Emma ve Anna’nın sevgisiz evlilikleri, ihanetleri, intiharları Madam Bovary’den gelen etki olarak yorumlanabilir. Kadının toplumdaki yerini sorgularken Tolstoy; Flaubert gibi kenara çekilen bir kadın çizmektense, olumsuzluklara direnç göstermeyen ve bu sırada hayatın içine karışmış bir kadın çizer. Nabokov ise “Edebiyat Dersleri”nde yaptığı geniÅŸ kapsamlı deÄŸerlendirmesinde birbirlerine benzemediÄŸi tezini sunar.

Rusya’nın ataerkil toplum yapısının Burjuva bir toplum olma yönündeki çaba karşısında yıkılışı, köylü ve derebeyi çatışması, Tolstoy’un ahlakî düÅŸünceleri ve felsefik yaklaşımlarının çatışması ile beslenen “Anna Karenina” romanında; Anna’nın tıpkı Dimitri Karamazov gibi hırsına maÄŸlup olması bu temel inancın sonucu olarak bulur bizi. Kiti ve Levin’e karşı Anna ile Vronski’ye olan tutumu; Tolstoy’un halkı ahlakî yönden eÄŸitmeye çalıştığını gösterir.  Ä°ngiliz yazar Doris Lessing’e göre Tolstoy bir romancı olduÄŸu kadar toplumsal sorunlara iÅŸaret eden bir kiÅŸilik ve ahlakçı olarak da ünlüdür. Tolstoy’un Rusya’nın ikinci çarı niteliÄŸinde olduÄŸunu belirten Lessing, Tolstoy’u dünyanın vicdanı olarak görür. Yazara göre Tolstoy’un ruhsal krizi geçirip tamamen dine döndükten sonra hararetli ve heyecanlı yüzünü çevresindeki insanlara kendisi gibi olmakla yükümlü olduklarını söyleyen kabadayı tavrını anlatan hikâyeler vardır. “Anna Karenina” yı inceleyen yazar ÅŸunları söyler: “Anna Karenina’nın baÅŸlangıcında ahlakçı Tolstoy ile sanatçı Tolstoy arasındaki çatışmaya dair bir ipucuyla karşılaşırız: Tanrı, Ä°çim nefretle dolu, öcümü alacağım, dedi. Ama romanda öç veya nefret duygusundan eser yoktur; romana her ÅŸeye sevgi ve anlayışla yaklaÅŸan bir ışığın düÅŸtüÄŸünü görürüz.”

Dekamberistlerden SavaÅŸ ve Barış’a

Sofya Bers ile yaptığı mutlu evlilik sırasında tıpkı Anna Karenina gibi ortaya çıkan SavaÅŸ ve Barış için Çehov; “Bütün gece uyumadım ve SavaÅŸ ve Barış’ı okudum.” der. Ä°ngiliz romancısı Somerset Maugham bu kalitede ikinci bir roman yazılamayacağını söyler. Tolstoy’u 19. yüzyılın yetiÅŸtirdiÄŸi ölümsüz devlerin sonuncusu olarak gören Ä°talyan edebiyat eleÅŸtirmeni Giuseppe Antonia Borgese, pek az kiÅŸiye nasip olan bir manevi güçle yüklü bu üstün kiÅŸinin kaderin bahÅŸettiÄŸi son günlerine kadar bilgi ve güzellik konusunda yüceldikçe yüceldiÄŸini dile getirir.

EleÅŸtirmen, Tolstoy’u ozan-peygamber olarak görür ve onun hem yazar, hem söyler, hem heykel yapar, hem de senfoni düzenler nitelikte olduÄŸunu ve çocuklarının beÅŸikleri yanında ninniler söyleyen analar gibi ulusları içinde, onların tatlı düÅŸlerini dile getirdiÄŸini söyler. Tolstoy’un “SavaÅŸ ve Barış” eserini bir ÅŸaheser olarak nitelendiren eleÅŸtirmen eserin bir hayli uzun olmasına raÄŸmen okunurluk derecesinin akıcı ve kolay olduÄŸunu belirtir, eserin asıl konusunun tüm insanlık olduÄŸunu dile getirir. Alman yazar Anna Segher’s Tolstoy’un büyük eseri “SavaÅŸ ve Barış”ı hepimizin ortak varlığı olan dünya kültürünün bir parçası olarak görür.

1828 doÄŸumlu Tolstoy, kendi doÄŸumundan 20 yıl önceye, romanı yazdığı yıllardansa yaklaşık 60 yıl önceye gidiyor. Napolyon Bonapart’ın Avrupa’yı kasıp kavurduÄŸu günlere. 1863’te yazımına baÅŸlanmış bu romanın serüveni 5 yıl sürüyor. Bir grup devrimci olan ve 30 yıllık sürgünün ardından affedilen Dekamberistler hakkında politik bir yazı yazmak niyetiyle oturduÄŸu masasının başında, mükemmeli yakalayabilmek için sahnenin nereden baÅŸlaması gerektiÄŸini hesap ediyor. Bu sürgün hikâyesinin tam anlamıyla anlatılabilmesi, anlaşılabilmesi için Çar II. Nicholas’a karşı baÅŸlayan ayaklanmadan bahsedilmesinin gerekliliÄŸi ortaya çıkmış.

Biraz daha titiz düÅŸününce bu ayaklanmayı tetikleyenin de Napolyon’un 1812’de Rusya’ya saldırması olduÄŸu; bu sebeple bu meseleye Rusların Napolyon’un oluÅŸturduÄŸu tehdidi ilk öÄŸrendikleri zamandan, 1805’den baÅŸlanması gerektiÄŸi ortaya çıkmış. Destansı bu romanın haritası bu ÅŸekilde hazırlanmış. Tolstoy’un “Dedelerimizin zamanları” diyerek kaynaklık etmeye çalıştığı o dönemler ele alındığında tarihi bir roman olarak da deÄŸerlendirilebilir. Oysa roman tekniÄŸi bakımından eleÅŸtirenlere ve roman saymayanlara Tolstoy; “Roman, bir Batı Avrupa tarzıdır. Rus yazarlar farklı yazmak zorundadır, çünkü Ruslar farklı yaÅŸar.” diyerek hem eleÅŸtirileri göÄŸüslemiÅŸ hem de snop duruÅŸunu bozmamış oluyor.

Ä°nsan Ne Ä°le YaÅŸar

Bu muhteÅŸem romanların sahibi deha; bu sefer kısa hikâyelerle; vicdanî ve ahlakî meseleleri toplumsal olaylar çerçevesinde büyüteç altına yatırıyor. Aforizmalar olarak ifade ettiÄŸimiz cümleler karakterlerin olay örgüsünde canlanıyor.  Ä°nsanın sevgiye olan hasreti; bir avuç toprak mı yahut hırs mı meselesi; gibi her insanın en temel sorularına iÅŸaret ediyor. Tolstoy; ölümünden sonra toplandığında 90 cilt eden eserleri ile vicdan ve ahlak tartışmaları her cephesiyle ele alıyor. Sanatın ne olduÄŸu; din ve din kurumlarının Tanrı’nın birer yansıması olup olmadığı, varoluÅŸ sancıları, hayatın ne anlama geldiÄŸi, varlığımızın ne sebeple olduÄŸu gibi tüm bu soruları; roman, oyun, hikâye, mektup, günce biçimlerinde okuyucusuna sunuyor. Özellikle son eseri olan “DiriliÅŸ”te kilisenin sahte ahlakına yaptığı eleÅŸtiri yüzünden aforoz edildi. Ama tüm bu teknik ve fiziki dünyaya ait meselelerin varoluÅŸsal olanla alakalı olmadığından yola çıkarsak Tolstoy’u Tolstoy yapan kilise deÄŸil, dehası ve imanı olmuÅŸtur.

 

Åžeyma Kısakürek Sönmezocak, Gerçekçi Edebiyatın En Büyük Temsilci: Lev Nikolayeviç Tolstoy, Kitabın Ortası dergisi, Eylül 2019, sayı 31.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.