Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Mustafa Özel: Sen bir İslamcısın oğlum. Padişahın birbuçuk asır evvel savaşı kaybetti

“Dünya toplumu” hâlâ bir ütopya ise, medeniyet en kapsamlı kimlik alanımızdır. Bugünkü sorunların mahiyetini kavrama ve bir çözüm tarzı geliştirmede düşüncemize derinlik ve bütünlük kazandırır. Soğuk Savaş döneminde medeniyet kimliklerimiz, daha doğrusu aidiyetlerimiz, baskı altına alındı. Soğuk Savaş’tan hemen sonraysa çocukça fikir(!) tezgahları kuruldu. Fukuyama, 19. yüzyıl Avrupalısının kibrini okşayan “Tek Medeniyet” anlayışını yeniden canlandırdı. “Tarihin Sonu”ndaydık: Liberal-Kapitalist sistem, beşer arayışının ufkuydu. Her toplum, insan yaratıcılığının zirvesi olan bu sistemi benimsemeli ve tepe tepe kullanmalıydı. Huntington daha tecrübeli, gerçekçi ve lütufkârdı: Bir değil, birkaç medeniyet vardı. Fakat bunlardan bilhassa İslam ve Konfüçyen medeniyetler potansiyel birer kötülük kaynağıydı. Bu ikisi arasındaki muhtemel ittifak dünyayı terörize edebilir, dehşete sürükleyebilirdi.



Tuhaf olan şuydu ki, “ana-akım” siyaset bilimi veya uluslararası ilişkiler kuramlarında medeniyet kavramı o vakte kadar nadiren kullanılıyor; Spengler ve Toynbee benzeri “medeniyet tarihçileri” birer romantik kâhin sayılıyordu. Aslında tuhaflık, medeniyet(ler) kavramının birdenbire canlandırılmasındaydı; yoksa bu kavrama fazla itibar edilmemesi normaldi. Cevdet Paşa’ya kadar (o dâhil) Osmanlı tarihçilerinin İbn Haldun’un Mukaddimesi’nin, medeniyetlerin çöküşüne dair son bölümlerini atlamaları gibi, Batılı siyasal bilimciler de “medeniyetlerinin son nefesini vermekte olduğunu” haber veren Spengler’i ciddiye alamazlardı.
Toynbee daha iyimserdi: Dinî ihya sayesinde medeniyetlerin “dirilişi” mümkündü. Medya patronu Henry Luce, fırsatı kaçırır mı? Life, Time ve Fortune gibi dergilerin yayıncısı olan Luce, Toynbee’nin “medeniyetin nihai aşaması olan evrensel devlet” kavramını öyle bir diline doladı ki, hiç kimsenin “Avrupa medeniyetinin çeperinde” gelişmeye başlayan ABD’nin sözü edilen “evrensel devlet” olduğuna şüphesi kalmadı. Henry’nin Life’ı 1941 yılında özel bir sayı yayınladı: “Amerikan Yüzyılı”. Tecritçilere karşı Amerikan beynelmilelciliğini göklere çıkaran yarı-entelektüel medyatör, Toynbee’den işine geleni alıyor; ama mesela onun dinin kurtarıcılığına dair analizlerinden hiç bahsetmiyordu.  
 
Lüzumsuz bir İstidrad
Söz buraya gelmişken, okuyucularımın müsamahasına sığınarak, pek de gerekli olmayan bir istidrad yapmak istiyorum. Okuma-yazma öğrenmeden köşe yazarlığına soyunan delikanlılar, 17 yıl önce yazdığım (ve yayınlandığı yıl Türkiye Yazarlar Birliği’nin fikir ödülüne layık görülen) Amerikan Yüzyılının Sonu başlıklı kitabıma atıfla, “Amerikan yüzyılının sonu palavralarına karnımız tok” mealinde yazılar yazmaya başladılar. Meğer Amerikan yüzyılı asıl şimdi başlıyormuş!
Kitap, Amerika’nın değil, Amerikan hegemonyasının sonuna dairdi. Kapitalist sistemde son 400 yılda hiçbir hegemonik konum 50-60 yıldan fazla sürmemiş, sürdürülememiştir. Hegemonyanın temeli ekonomiktir; askerî güç ve siyasî manevra kabiliyeti ise hegemonyanın sigortasıdır. Hegemonik gücün üstünlüğü ilişkisel değil, yapısaldır. Doğrudan fizik güç kullanmaya nadiren ihtiyaç duyar. Hegemon, neredeyse bütün arzularını, mevcut uluslararası kurumlar üzerinden gerçekleştirir. Ekonomik üstünlük aşınıp da sahnede yeni küresel güçler belirince, silaha sarılır. Kitaptaki denemelerin önemli bir iddiası, önümüzdeki yarım yüzyılın Soğuk Savaş yıllarına nispetle çok daha çatışmacı geçeceğidir: Ekonomik rekabette geriye düştüğünü (değilse bile, yakalandığını!) hisseden hegemon, bu açığı kapatmak üzere ilişkisel gücünü devreye sokar. Yani askerî gücünü kullanarak açığını kapatmaya çalışır. Fakat kapitalist mantığa meydan okumaktır bu. Yeni bir imparatorluk arayışıdır. “Evrensel devlet” değil, “evrensel kabadayılık”tır. Kabadayılar çocuklara haşmetli gözükse de, gövdeleri kartondandır!
 
“Durdurulmuş Medeniyet” Durdurulamıyor
Toynbee’nin tasnifinde Osmanlılar durdurulmuş (arrested) bir medeniyetti. Şık bir ifade. Kemal Tahir, Yol Ayrımı’nda Lozan’da Osmanlı mirasının apar topar tasfiye edilmesine aynı düşünceyle karşı çıkıyordu. Gün gelecek, bu miras kendini dayatacaktı.
Aralık sonlarında Kandilli Kulübü toplantısında genç girişimcilere hitap eden işadamı Ahmet Çalık, Türkmenistan’a (genelde Orta Asya’ya) açılışlarını Turgut Özal’ın teşvikine bağlıyordu: “Bize, oralara gidin dedi. Biz gitmezsek, devlet olamazlar!”
Orta Asya, Osmanlı sisteminin parçası değildi, fakat ruhen sistemin parçalarından farksızdı. Orta Asya toplumları da, Ortadoğu ve Afrika toplumları da vakti geldiğinde Osmanlı merkezine meyletmeye başlayacaklardı. Bu, belirli bir hanedan, rejim veya parti meselesi değil, bir “medeniyeti ihya” meselesiydi. Bir duyuş ve düşünüş tarzının, ekonomik ve siyasal örgütlenmeyle bütünleşmesiydi.
Kendilerini 68 değil 78 Kuşağı diye nitelendiren Ahmet Çalık’ların serüveni bu bütünleşmenin seyrini çok iyi yansıtıyor. Bir yandan tekstil yatırımlarıyla Türkmenistan ekonomisine canlılık kazandırıyor; diğer yandan “zorla” bakan yapılıyor. “Bölgenin bize ihtiyacı var. Dünyanın bize ihtiyacı var. Bu yüzyıl bizim yüzyılımızdır. Bizim gönlümüz farklı; biz vermeyi biliyoruz.”
Komşularla sıfır sorun stratejisi, ortaya atıldığında birçok Soğuk Savaş kafalının ileri sürdüğü gibi “bir entelektüelin fantezisi” değil, çeyrek asırdır süre gitmekte olan ekonomik ve kültürel bir açılımın, siyasal ifadesini bulmasıydı. Genç Türk girişimci ile genç Türk öğretmen el ele, Buhara’dan Nairobi’ye, Aşkabat’tan Dakar’a kadar geniş bir coğrafyada “Türk Yüzyılı”nın işaretlerini veregelmişlerdi zaten. Mesele yeni bir Osmanlıcılık filan değil, belki son temsilciliğini Osmanlıların yaptığı yeni bir “vermeyi bilen” siyasa geliştirmektir. Oralara gitmek zorundayız, çünkü biz gitmezsek “oralar devlet olamaz”!
 
Baş Belamız Ulusçuluktur
Aşikârdır ki, tasvire çalıştığım bölgesel hatta küresel açılımın anahtarı iç açılımın başarılmasıdır. Ulusçuluğu bir kurtuluş reçetesi sayan Türkler/Kürtler bizi ütopyacılıkla ve reel sorunları görmezden gelmekle suçlayacaklardır. Türkçüler, bütün meselenin “dış güçlerin tasarladığı bir Kürt devletinin kurulması” olduğunda ısrar ederken; Kürtçüler bu topraklardan dünyaya açılımın neden sadece “Türk” damgası taşıması gerektiğini; siyasal ve kültürel bir varlık olarak Kürtlüğün neden kale alınmadığını sorgulayacaklardır.
Ulusçu bakış açısıyla her iki argüman da haklı gözükebilir. Fakat öncelikle kurtulmamız gereken bu “arkaik” bakış açısıdır zaten. Birey, aile ve cemaat bağlamında elbette her insan dilediği “kimliği” seçip kullanabilir: Mehmet, Musaoğulları, Urfalı, Nakşî, Türk/Kürt/Arap gibi. Siyasî cemiyet bağlamında, yani ayakları üzerinde durabilir, kendini dış kuvvetlere karşı savunabilir, ekonomik bakımdan gelişebilir bir toplumsal ünite bağlamında ise insanların daha kapsamlı bir kimliğe ihtiyaçları vardır.
Bu daha kapsamlı kimlik hususunda görünürde iki tercihimiz vardır: 1. Ulus-devlet anlayışını sürdürmek, fakat “Türkiyelilik” veya benzeri bir kavram üreterek alt kimliklerin kendilerini ifade etmesine imkan vermek. Yani daha demokrat, çoğulcu, grup haklarına saygılı vb. olmak. 2. Bu kozmopolit demokratlıkla yetinmeyip, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ortak bir kimliği yeniden üretmek; tarihdaşlığı ete kemiğe büründürmek.
Türkiye’deki insanların tarihdaşlık bağlamında Orta Asya’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Yemen’e ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyadaki insan kütlesine karşı büyük bir sorumluluğu/yükümlülüğü vardır. Oralara bir şekilde uzanamazsak, “devlet olamazlar!” Bize burası yeter, boyumuzdan büyük işlere bulaşmayalım dersek, korkarım ki buradaki devleti de elde tutamayız. Yüz yıl önce “Ya istiklal, ya ölüm!” demiştik, bugün “Ya açılım, ya ölüm!” demek zorundayız.
Hasip Saygılı adlı bir arkadaşın bir hafta öncesine ait gözlemlerini paylaşmanın tam vaktidir: 25 Aralık 2009 günü Kosova’nın kuzey ucunda Leposaviç’ten Sırbistan’ın Yeni Pazar şehrine giden dağ yolu üzerinde bir köye uğradık. Adı Hrvatska. Bu köy, Mitroviça kuzeyinde nüfusunun tamamı Müslüman olan tek köy. Bölgedeki tek camii de bu köyde. Dilleri Sırpça, mezar taşları Arap, Kril ve Latin harfleriyle de olsa istisnasız ay yıldızlı. Halk kendisini Boşnak, Arnavut vs. olarak görmüyor. Tedirgin bir şekilde olsa da Türk görüyor. Etraf bunlara Müslüman Sırplar diyor.
Bu köye Mehmetçik, etraf Sırp köyleriyle beraber doktor ve ilaç yardımı sağlıyor. Askerimizin bölgeye gelmesi büyük bir moral olmuş. Köyde tercüman aracılığıyla konuştuğumuz yaşlı bir kadının feryadı yürekler yakan cinsten: “Dağ başında sürüsünü kaybetmiş sahipsiz koyuna döndük.”
Ya bu “koyunları” güdecek, ya bu diyardan gideceğiz!
Bu duruşu çağdaş İslamcılık olarak adlandıran Mehmet Efe’nin şiiriyle noktalayalım:
 
Sen bir İslamcısın oğlum.
Padişahın birbuçuk asır evvel savaşı kaybetti.
İslam’ı sorumlu tuttular bundan.
Bundan ötürü İslam’cısın sen.
 
Çünkü sen dengeleri zorluyorsun,
Zorlamalısın oğlum.
Namazın özgürlüğündür ve
sömürgeciliği dinamitleyen siyasal bir eylem.
Kitabın, yeryüzünden fitne ve fesat kalksın için aydınlatıyor yolunu.
Haccın ve zekatın,
kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini ilan ettiğin dayanışma eylemlerin.
Başörtün, kula kulluğa karşı yükselttiğin siyasal bir sembol.
Kimliğin bir hayat nizamı oğlum; dinin siyasetindir.
Sen bir aslan yavrususun; kurtlarla, sırtlanlarla dans edemezsin.
Sen bir öznesin oğlum.
Seni nesne yapmak için kuruldu
kürsüler, akademiler, stüdyolar, laboratuarlar, masalar...
Tarif eden sen olmalısın oğlum, irfanın vakarındır.
 
Sen bir umutsun yavrum.
Hatta nicedir yegane umut sensin.
Tarihin sonunun geldiğini,
liberal ekonomik sistemin kesin zaferi kazandığını ilan etmelerinin
önündeki en büyük engel sensin.
Tarihi sürekli yeniden başlatırsın sen oğlum.
 
Köyleri yıkılan Kürtler seni izliyor,
delikanlı gidip tabutlar içinde dönen gençler seni izliyor.
Seni izliyor Belfast’taki, Güney Amerika’daki, Doğu Türkistan’daki,
Filistin’deki, Bosna’daki, Kosova’daki, Arnavutluk’taki,
Fas-Tunus-Cezayir’deki, Harlem’deki, Diyarbakır’daki, Altındağ’daki,
Kadifekale’deki, Gültepe’deki, Kağıthane’deki; banliyödeki, varoştaki,
gözaltındaki, sürgündeki, ekmek kuyruğundaki ‘geri kalmış’ lar ya da ‘azgelişmiş’ler.
Sen gelişemezsin oğlum; eğri bir kılıçsın sen.
 
Sen nefsi müdafaasısın ezilenlerin, mağdurların, çaresizlerin.
Bu yüzden gerici, bu yüzden ‘fundamentalist’sin.
Bilincine sızdırılan kıvrak sorular, parolalarını parçalayamaz.
‘Lamın cimin vardır’ senin!
 
Sen bir lokomotifsin oğlum, vagon olamazsın.
Başrolde sen varsın oğlum, figüranlık onların vehmi.
 
Kitabın sapasağlam duruyor başucunda.
“Kalk ayağa, yükü ağırdır devin”!
Komşunu ziyaret et, yere düşeni kaldır, geçtiğin yerde iz bırak,
sözlerinin sahibi ol, sahici ol.
Yüzünü yıka ve caddeye çık oğlum.
Sallanma.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.