Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

İhsan Fazlıoğlu: 1960 ve sonrasında bir millet olma vasfını kaybettik; bütüncül yapımız bozuldu

Düşünce Dergisi tarafından Prof.Dr. İhsan FAZLIOĞLU ile yapılan mülâkatın tam metni.



DD─ Ä°lk sayımızı düÅŸüncenin ayrıcalıklı faili, münevver/aydın/entelektüeli dosya konusu olarak belirledik. Münevver, aydın, entelektüel… Aslında çok da masum olmayan kelime tercihleriyle etiketlenen, bir tefekkür zanaatkârı ve kimi zaman da aktivist bir sözcü aslında kastedilen. Ancak pek de üzerinde mutabakata varılmamış bir kavram, kimlik ve roller söz konusu. Zira bizzat münevver/aydın/entelektüelin de daima kavramlarla bir derdi olduÄŸunu gözlemliyoruz. Siz bu sınıfın bir mensubu olarak bu isimlendirmelerden hangisini veya hangilerini tercih edersiniz? Sizce münevver/aydın/entelektüel kimdir? Bu kimliÄŸin oluÅŸumunu, yeniden üretimini ve pekiÅŸmesini saÄŸlayan roller nelerdir? 
 
Soru hem zor hem de uzun; biraz da karışık... Çünkü bir muhataba soru sorulurken yönlendirmeye yol açacak ön-önermelerle malûl... Yine de sorunuzu çözümleyerek sırayla ilerlemeye çalışalım. Her kavram belirli bir düÅŸünce uzayında ve bu uzaydaki vektörel iliÅŸkiler içinde anlamlıdır. Bu nedenle soru konusu kıldığınız sözcükleri Türk kültür uzayı içinde ele almak, söyleÅŸinin maksadı açısından daha doÄŸrudur diye düÅŸünüyorum. Ayrıca bu tür sözcüklerin mefhumlarını daha iyi idrak etmek için kökenlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Öncelikle münevver klasik Türkçenin aydın da çaÄŸdaÅŸ Türkçenin sözcüÄŸü olarak görülebilir. BilindiÄŸi üzere münevver, nur aydın da ay kökünden gelir. Ancak hem münevver hem de aydın edilgendir; kısaca nurlu, ışıklı, aydınlanmış olarak çevrilebilir. Åžunu sorabiliriz: Aydınlanma eylemini gerçekleÅŸtiren yani aydınlatan ışığın kaynağı nedir? Bir benzetme ile: Ay ışığını güneÅŸten alır ve aydınlanır; öyleyse münevver ile aydının güneÅŸi nedir? Bu sorunun yanıtı hem genel düÅŸünce uzayı hem de yukarıdaki ayrıma sadık kalınarak Türk düÅŸünce uzayı içinde verilebilir. Bunu ÅŸimdilik bir kenarda tutalım…
 
Öte yandan, sözcüÄŸün anlama iliÅŸkin kökeni yanında mefhumî/kavramsal kökenine, dolayısıyla tarihî geliÅŸimine bakılırsa, ayrıntıya boÄŸmadan, aydınlanma köklerini Yunan ve Helenistik kültürde bulan Hristiyanî bir kavramdır. Ä°lkece maddenin, dolayısıyla dünyanın karanlık olduÄŸu kabulüne dayanır; karanlık kabulü hem ortaçaÄŸ hem modern çaÄŸ hem de içinde yaÅŸadığımız çaÄŸdaÅŸ durum için hâlâ geçerlidir; deÄŸiÅŸen sadece aydınlatan ışık yani kaynaktır. Ayrıca, insan da hem maddeye bitiÅŸik olması hem de ilk günah nedeniyle karanlığa gömülmüÅŸtür; onun da aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Kanımca, Ä°slam temeddünü, Tanrı’nın estetik yaratımı (masnûat) olarak ne maddeyi ne insanı karanlık kabul etmez. Elbette burada ontolojik anlamda bir karanlıktan bahsediliyor; yoksa mecâzî anlamda cehalet vb. deÄŸil… Bu çıkarımın ayrıntılarına girmiyorum ve bunu da bir kenarda tutuyorum…
 
Ä°mdi, her temeddün hareketinin kendine has ilkeleri ve yöntemleri vardır; bu ilkeler ve yöntemler çerçevesinde hem geçmiÅŸ hem de çaÄŸdaÅŸ deneyimleri tevarüs, temellük, temessül ve en nihayet ihtiyaç hâsıl olduÄŸu için tercüme eder ve kendi bilgi daÄŸarcığının bir ögesi hâline getirir. Bu temelde bilgiyi ve o bilgiyi üreten kiÅŸiyi tanımlar; toplumsal bir yer tayin eder; adlandırır; iÅŸlevini ve amacını belirler. Buna göre yine ayrıntıya girmeden ÅŸu söylenebilir: Aydınlar, Batı Avrupa’da dinî–ilmî-felsefî-siyasî bir dizge olarak Kilise’nin yerini alan kapitalist-emperyalist–pozitivist yaÅŸam görüÅŸünün rahipleri olarak yükselmiÅŸlerdir. Aydınlanma hareketinin taşıyıcıları olarak, iletiÅŸim, bildiriÅŸim ve ulaşım yollarının geliÅŸmesini ve basım tekniklerinin yaygınlaÅŸmasını deÄŸerlendirerek, ayrıca akademik statülerini kullanarak etki alanlarını geniÅŸletmiÅŸlerdir. BaÅŸka bir deyiÅŸle, karşılıklı etkiyi unutmadan, aydın denilen yeni rahip, yeni dizgenin bir görevlisidir; hem onunla var-olan hem de onu var-eden olarak…
 
Yanlış anlaşılmamak için ÅŸu noktayı vurgulamama izin veriniz: BahsettiÄŸimiz konuların kendi doÄŸal çevresindeki ve uzayındaki meÅŸruiyeti ayrı bir durumdur; ithal edilen çevredeki meÅŸruiyeti ise baÅŸka bir durum… Her iki halde de durumu önce tespit ederiz; sonra eleÅŸtiririz; elden geçiririz. Bunun için bir ölçüte, kıstasa ihtiyacımız var; neye göre eleÅŸtiri… Benim ölçütüm 1040’dan itibaren “Bu Millet”in yaÅŸadığı en geniÅŸ anlamıyla ve tüm içeriÄŸiyle tarihî tecrübedir. Bu çerçevede kendimi ne münevver ne de aydın olarak görüyorum. Münevver ve aydın anlamında kullanıldığında entelektüel olarak da kabul etmiyorum; ama Intellect’e nispetle entelektüel sözcüÄŸü tercih edilebilir illâ böyle bir zorunluluÄŸumuz var ise… Kendimi daha çok bilgi ile uÄŸraÅŸan anlamında bilgin olarak adlandırmayı tercih ederim; buna baÄŸlı tüm diÄŸer adlandırmalar ve unvanlar ikincildir kanaatimce…
 
Bazı yazılarımda vurguladığım gibi bir milletin faslı/ayrımı o milletin tarihî tecrübesidir; öyleyse Türk kültür uzayındaki diÄŸer her ÅŸey Türk milletinin tarihî tecrübesine nispetle anlam ve deÄŸer kazanır. Bu ilkeler çerçevesinde Türk tarihî tecrübesi açısından bakıldığında münevver ve aydının, büyük oranda bu toprakların çocuÄŸu olmadığını düÅŸünüyorum. Münevver ve aydının kimliÄŸinin oluÅŸumunu, yeniden üretimini ve pekiÅŸmesini saÄŸlayan roller de ona verilen vazifelerdir. Bu açıdan, münevver ve aydın, felsefî anlamda, bırakınız “düÅŸüncenin ayrıcalıklı faili” olmayı, düÅŸünen deÄŸil,vazifesini yapan; bir fikre sahip olan deÄŸil, bir fikri savunan kiÅŸidir.
 
DD─ Fuzulî’nin meÅŸhur beyitlerinden “IÅŸk imiÅŸ her ne var âlemde/Ä°lim bir kîl ü kâl imiÅŸ ancak” beytine dair kaleme aldığınız kitapta, Fuzulî’nin ilim ile marifet arasında bir ayrıma gittiÄŸinden bahsediyorsunuz. Benzer ÅŸekilde âlim ile münevver/aydın/entelektüel arasında belirgin bir ayrım söz konusu edilebilir mi? Åžayet belirgin bir ayrımdan söz edeceksek bu tarihin bir anında yaÅŸanan kırılma ile mi söz konusu olmuÅŸtur? Yoksa bu tarz bir ayrım a-historik bir hüviyete mi sahiptir?
 
Biraz önce dediÄŸim gibi her temeddün hareketinin kendine hâs dili, hatta dilleri söz konusudur; sözcükler hem anlamlarını hem de mefhumlarını bu dilin/dillerin ve bu dilin/dillerin tarihî geliÅŸimi içinde bulurlar. Ä°lim, âlim, marifet vb. diÄŸer sözcükler gibi… Fuzulî’nin takip ettiÄŸi kendi temedününde zâten varolan ayrımı nazarî dil açısındandır; marifet tikellerin; ilim ise tümelin bilgisidir. Ä°rfanî dil açısından ise marifet doÄŸrudan deneyimle tanımak, ilim ise kognitif tahlil ilebilmektir. Âlim ile münevver, aydın ve entelektüel arasında farklılıklar olduÄŸu gibi hem birleÅŸim hem kesiÅŸim noktaları vardır elbette… Ancak bilindiÄŸi üzere iki ne-ise-ne arasındaki fark, en özel niteliklerine (ehassu’s-sıfat) göre yapılır. Buna göre düÅŸünüldüÄŸünde ilkece birbirinden ayrı olmakla birlikte ÅŸu söylenebilir; âlim, düÅŸünme yanında bir vazife de üstlenirse aydına evrilebilir; ancak sırf vazife ile malul bir münevver/aydın, eÄŸitimini almamışsa âlim olmaz, olamaz… Öte yandan insanî idrake konu olan hiçbir ÅŸey a-historik ya da meta-historik deÄŸildir; çünkü bizatihi insan tarihîdir; dolayısıyla her eylemi de doÄŸal olarak tarihî olmak zorundadır. Bu nedenle en temel ilke, fasl olaraktarihî tecrübeyi öne çıkartıyorum… Yeri gelmiÅŸken, yanlış anlaşılmamak için, kanaatime göre,süreklilik kavramı içinde tarihî olanın en önemli özelliÄŸini söyleyeyim: Gelecek yorumu…
 
DD─ Modern dönemin belki de en önemli felsefî dehalarından Ludwig Wittgenstein’ın çokça dillendirilen “dilimin sınırları dünyamın sınırlarını belirler” tespitini ve dil ile düÅŸünce ve eylem arasındaki dolayımları hatırda tutarak münevver/aydın/entelektüel olarak isimlendirilen sınıfın tarihsel süreçte geçirdiÄŸi dönüÅŸümleri nasıl deÄŸerlendiriyorsunuz?
 
Öncelikle Ludwig Wittgenstein’ı “modern dönemin belki de en önemli felsefî dehalarından” biri olarak görmediÄŸimi belirteyim; bu cümlede, belki de en doÄŸru sözcük “belki de”! Elbette yine kendi doÄŸal baÄŸlamı, uzayı içinde, belirli sorunları çözdüÄŸünden oldukça önemli olabilir. Kanımca, deha vb. sözcükler paradigmatik niteliÄŸiyle kayıtlanmalı… Kendi paradigmatik baÄŸlamını aÅŸan ve hakikî anlamıyla deha denebilecek adlar nadirdir ve Wittgenstein bunlardan biri deÄŸildir. Kadim dil bilimleri ve felsefelerine aÅŸina olanlar ne demek istediÄŸimi rahatlıkla anlayacaklardır. Öte yandan “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını belirler.” yargısı, dil, lisan anlamında ise –ki genelde böyle anlaşılıyor– oldukça eksiktir. Daha önce kaleme aldığım bazı yazılarda da ifade etmiÅŸtim: Lisan anlamında dil, yalnızca ifade eder; tek başına ne dünyamı kurar ne de sınırlandırır, sadece dile getirir; o kadar… Öte yandan, daha AntikçaÄŸdan bu yana “Bilmek ile eylemek, bilgi ile eylembirbirini birlikte var kılar.” olarak görülmüÅŸ; dil de bu birlikteliÄŸin bir ifadesi olarak kabul edilmiÅŸtir… Son olarak, münevver/aydın sınıfının tarihî mefhumuna biraz önce iÅŸaret etmiÅŸtik; ama bu sınıf henüz var-olmaya devam etmektedir. Türk kültür uzayı açısından henüz bir dönüÅŸüm geçirdikleri söylenemez; verilen vazifeleri yapmaya devam ediyorlar; bazen de kendi kabilevî mensubiyetleri etrafında çıkar çatışmasına giriyorlar. Henüz Türk milletinin tarihî tecrübesine istinaden düÅŸünmeye baÅŸlamış deÄŸiller; baÅŸladıklarında Türk bilginine evrilecekler zaten…
 
DD─ Ä°lber Ortaylı Türkiye'de Tanzimat tipi aydının kalmadığını ve böyle bir aydın tipine ihtiyaç olduÄŸunu söyler. Tanzimat tipi aydını ÅŸöyle niteler; “Tanzimat tipi aydın,kültürel mirasını muhafaza eden aynı zamanda yeni dünyalara yelken açabilen adamdır. Dedesi gibi Arapça ve Farsçayı çok iyi bilir. Hatta daha iyi bilir. Çünkü yeni tetkik metotları geliÅŸtirir. Bir yandan da Fransızca öÄŸrenir.” Tanzimat aydınının sizin “münevver ve aydının yerini Türk bilgini almalı” sözünüzdeki ''Türk Bilgini'' ile kesiÅŸen ve ayrışan noktaları nelerdir? Dil konusu açısından baktığımızda ise bugün en iyi beyinlerinin Ä°ngilizce eÄŸitim aldığı ve anadiliyle düÅŸünemediÄŸi bir ülkede yerli ve cins kafalı insanlar yetiÅŸtirmek mümkün müdür?
 
Sanıyorum münevver, aydın ve bilgin kavramları hakkında ÅŸimdiye deÄŸin söylediklerimiz sorunuzun ilk kısmına bir yanıt oluÅŸturur; biraz dağınık olsalar da… Çiviyi çakmak için çekici tekrar tekrar vurmak gerektiÄŸi gibi yine ilkeyi tekrar edelim: Bir milletin anlam-deÄŸer dünyasına, kısacatarihî tecrübesine mensubiyet ve aidiyet duymak; düÅŸünmesinde ve eylemesinde o millete iliÅŸkin her türlü kanonik yapıdan pay almak…
 
Dil konusuna gelince, tarihin belirli bir döneminde bir dilin çok deÄŸiÅŸik nedenlerle öne çıkıp siyasî ve kültürel öncelik kazanması olaÄŸandır. Öncelikle ana dil ile anne dilini birbirinden ayıralım; her anne dili, çok çeÅŸitli nedenlerle temeddünün üst üretimini taşımayabilir. Ancak ana dil bir kültürün bireyleri arasında iletiÅŸim ve bildiriÅŸim açısından hem yatay hem de dikey boyutta paylaşılabilirliÄŸi en yaygın biçimde mümkün kılan nazarî aklın iÅŸ gördüÄŸü ve nesir ile ifade edilen dildir. Bu dil o kültürün bildiriÅŸim ve iletiÅŸim olduÄŸu kadar düÅŸünme dilidir de… Modern öncesi dönemde ana dil kürevî katmanlara göre deÄŸiÅŸiyordu; örnek olarak siyasetin ve ilmin dili farklı olabiliyordu; Osmanlı döneminde siyasetin ana dili Türkçe iken nazarî ilimlerin ana dili Arapçaydı. Modern dönem ve sonrasında, ulus-devletlerin kurulması, ulaşım ve iletiÅŸimde hızlılık, mekânın yakınlaÅŸması sonucu anne dili ana dil haline gelmeye baÅŸladı. Ä°çinde yaÅŸadığımız çaÄŸda yine de ana dil ile anne dillerinin farklı olduÄŸu bölgeler çoktur; örnek olarak ABD’de ana dil Ä°ngilizce iken yüzlerce anne dili mevcuttur.
 
Biz, âriflerin dediÄŸi gibi ibnu’l-vakt olarak çağımızın mukteza-yı ahvaline göre davranmak zorundayız. Bu nedenle kimliÄŸimizin mukavvim bir unsuru olarak ana dilimizi korumakla yükümlüyüz. Uzatmadan açıkça söyleyeyim ki, her bir entelektüel için günümüz koÅŸuları içinde Ä°ngilizce öÄŸrenmek farz-ı ayndır; ama Ä°ngilizce eÄŸitim ihanettir; hele de manevî, beÅŸerî, toplumsal bilimlerde… Ana dil ile düÅŸünmeyen düÅŸünmez, düÅŸünemez; izler, takip eder, taklit eder, o kadar… Ä°ÅŸte bu nedenle Ä°ngilizce ana dil haline getirilmeye çalışılıyor. Kanımca halihazırda Ä°ngilizce eÄŸitimden daha da tehlikeli bir durum söz konusudur Türkiye’de; o da Arapça eÄŸitimdir. Hemen söyleyeyim, hem kadim medeniyetimizin dili olması hem de klasik Türkçe’nin kelime hazinesini belirlemesi açısından klasik Arapça bir Türk bilgini için yabancı dil olarak kabul edilemez; özellikle manevî bilimlerle uÄŸraÅŸanlar için büyük oranda olmazsa olmaz bir ön-koÅŸuldur. Ancak bu durum, Bu Ülke’de çaÄŸdaÅŸ Arapça eÄŸitimini –öÄŸretimini deÄŸil– vermeyi gerektirmez; bu da bir ihanettir. Tüm Ä°lâhiyat Fakülteleri’nin eÄŸitim dilini Arapça yapmak Bu Ülke’ye yapılacak en büyük ihanetlerden biridir. Örnek olarak Ä°stanbul’da uluslararası bir Ä°lahiyat Fakültesi kurarsınız; Arapça dahil birçok dille eÄŸitim verirsiniz; ancak Anadolu’da bir ilahiyat fakültesi’nde Arapça eÄŸitimi vermekle ne elde edilecek; Trabzon ilinin, Of ilçesinin, Keler Köyü’ne atadığınız imam, dini, muhatap olduÄŸu kitleye Arapça mı anlatacak? Ayrıca dil söz konusu olduÄŸunda Anadolu ve Balkanlar’da yaÅŸayan biz Türkler için baÅŸka bir durum daha söz konusudur; o da dilimiz dinimiz hâline gelmiÅŸtir; bu nedenle dinimizi korumak için dilimizi de korumak zorundayız. Yine de kabul etmek gerekir ki, tek başına dil insanı düÅŸünür ya da bilgin kılmaz; gerekli ama yeterli deÄŸildir...
 
DD─ Türkiye’de münevver/aydın/entelektüel denildiÄŸinde ikili ve birbirini besleyen bir tavır söz konusu. Bir taraftan gayrıtabii bir biçimde idealize edilen münevver/aydın/entelektüel eylem ve söylem ile bu idealin dışına düÅŸen aktüel münevver/aydın/entelektüelin daimi eleÅŸtirisi. Mesela en çok eleÅŸtirilen hususlardan biri Türkiye'de aydınların halktan kopuk ve halkın deÄŸerlerine yabancı olduÄŸu yolundadır. DiÄŸeri ise yine bahsettiÄŸimiz kitabınızdaki beyite atıf yapacak olursak münevver/aydın/entelektüellerin “kâl ve hâl”leri arasındaki uyuÅŸmazlık hakkındadır. Sizce Türkiye’de münevver/aydın/entelektüelin hali nedir? Sizce böyle bir yabancılıktan bahsetmek mümkün mü? EÄŸer böyle bir yabancılık hali varsa bu, patolojik bir durum mudur?
 
Açıkçası münevver/aydın arasında böyle bir ayrımın yapay olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Aydın, yukarıda iÅŸaret ettiÄŸimiz üzre, vazifesini yapan kiÅŸi ise hâli de vazifesine göre biçim kazanır. Ä°kincisine yani “Türkiye’de aydınların halktan kopuk ve halkın deÄŸerlerine yabancı olduÄŸu” ÅŸeklindeki yargınıza gelince, iÅŸin doÄŸası budur zâten... Kavramın tarihî süreçte ortaya çıktığı doÄŸal yerde aydın halkına baÄŸlı ve yerli kalabilir; ithal edildiÄŸi yerlerde ise tercih hakkı yoktur; adını verenin sınırlarına hapsolmuÅŸtur. BaÅŸka bir deyiÅŸle aydın doÄŸal yerinde, iktidarın borazanıdır; ithâl edildiÄŸi yerde ise, J.P. Sartre’in dediÄŸi gibi, içeriÄŸi hangi ülkeye aitse o kültürün borazanıdır; onlar üfler, o da bulunduÄŸu yerde çalar... Aydın hayır diyemeyen adamdır; çünkü varlığını gücü onaylamaktan ve meÅŸrulaÅŸtırmaktan alır. SöyleÅŸi boyunca sık sık dile getirdiÄŸimiz üzere konuya daha çok Türk kültür uzayı içinden bakıyorum; bu açıdan, kısaca demek gerekirse, tarihî tecrübemiz açısından Türk aydını karanlıktır; çünkü hiçbir ÅŸeyi aydınlatmaz; karıştırır, dolaÅŸtırır; yorar ve milletini götürür temsil ettiÄŸi yabancı kültürün çıkarlarına râm eder... Günlük bir gazetede yayımlanan bir söyleÅŸide, yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’deki aydın için, söyleÅŸi yapılan yazar ÅŸu cümleleri kurmuÅŸtu: “Bunlar ölülerini nasıl gömeceÄŸini bilmeyen tek insan türü. Türk aydını ölüsünü nasıl gömeceÄŸine dair bilgiye sahip deÄŸil. Dünyanın hangi kabilesine gidersen git, kendi kültürel ritüelleri içinde bir ölünün mezara nasıl gömüleceÄŸini, tabutun nasıl taşınacağını ya da nasıl yakılacağını bilir. Bunlar bilmez. Bunlarla birlikte cenazeye gittiÄŸinizde eÄŸer sıradan halk, cemaat, orada olmasa o ölü orada kalır usta! Bunlar tabutu omuzdan omuza geçirmeyi de bilmez, toprak atmayı da... Kenarda aval aval dururlar. Ölüsünü gömmeyi bilmeyen insanın ben entelektüelliÄŸini deÄŸil, varoluÅŸunu tartışırım...”DoÄŸru söze ne denir?
 
Yakın tarihimize bakıldığında denilenlerin onlarca örneÄŸini görmek mümkündür... Tarihe bakmaya da gerek yok aslında! Bunu görev yaptığım çeÅŸitli kurumlarda akademik ünvanlı aydınların davranışlarında da müÅŸahede ediyorum; güce iliÅŸkin o kadar çok hesapları var ki, bir türlü özgür kılamıyorlar kendilerini; onun için de bırakın itirazı soru dahi soramıyorlar; soru soramayan kiÅŸiâkil-bâliÄŸ deÄŸildir. BaÅŸka bir deyiÅŸle, herhangi bir ortamda fikrini, gerekçesi ne olursa olsun, usulü dairesinde ifade etmekten korkan kiÅŸinin âkil-bâliÄŸ olduÄŸu söylenemez. Kanımca, hür olmanınasgarî ÅŸartı razı olmadığı bir davranışla ya da bir fikirle muhatap olduÄŸunda kiÅŸinin rahatsızlığını dile getirmesidir... Ä°ÅŸte bu nedenle Türkiye’de mensubiyetleri ve aidiyetleri sorunlu olduÄŸundan özgüveni bulunmayan aydınlar vazifelerini aldıkları güçlüye öykünür, pay alarak rahatlarlar; kendi insanlarına ise tahakküm ederek ezikliklerini gidermeye çalışırlar.
 
DD─ Meselelerimizin hallinde "yerlileÅŸmeye" iÅŸaret ediyorsunuz. YerlileÅŸme nasıl bir seyir izlemeli sizce? Aydınlardan baÅŸlayıp halka mı yayılmalı, yoksa küresel dünyada hızla dünya insanı olan bireylerden müteÅŸekkil halktan baÅŸlayıp aydına mı sirayet etmeli?
 
Önce yerlileÅŸmenin üzerinde yaÅŸadığımız yer ile, toprak ile halleÅŸmek olduÄŸunu belirtelim. Mistik ve aÅŸkın bir ÅŸeyden bahsetmiyorum; gelecek ön-görümüze uygun olarak tarihî tecrübemizle yüzleÅŸmektir yerlileÅŸmek... Bu bir süreçtir; yola çıkmadır; niyet ve ilkeler ışığında yol almadır... YerlileÅŸme, bir daire çizmek için kendine bir merkez tespit etme iÅŸidir. Ancak bir yerden bir yere bakılabilir; bakmak için durulacak yer-dir yer-lilik; bir ait olmak, bir mensubiyet duymaktır kısaca... Kendinden vazgeçmeden baÅŸkasına, bizi terk etmeden size uzanma iÅŸidir... Kısaca dışa uzanmak için içte derinleÅŸmektir...
 
Aslında sorunuz ÅŸimdiye deÄŸin dediklerimi o kadar doÄŸruluyor ki, “aydın ve halk” diye bir ayrım hakikî midir mecazî mi? Halk yerli deÄŸilse o halkın çıkaracağı aydın yerli olabilir mi? Aydın halkın çocuÄŸu deÄŸilse yerli bir duruÅŸ takınabilir mi? Biz de olan budur iÅŸte, kendi içinden çıktığı halka önderlik edeceÄŸine, onu tahkir etmek, dilini, dinini, deÄŸerlerini, zevklerini, alışkanlıklarını kısaca varlığını aÅŸağılamak... Karadeniz’de sıkça denildiÄŸi üzere “Kestane kabuÄŸundan çıkmış da kabuÄŸunu beÄŸenmemiÅŸ...” Soruyorum, “Aydın bu halkın çoÄŸu deÄŸilse kimin çocuÄŸudur?”
 
DD─ Türkiye'de münevver/aydın/entelektüellerin kendi medeniyetimizin ilim ve tefekkür birikimiyle irtibatı (bu irtibatın varlığı/yokluÄŸu, niteliÄŸi vs.) hakkında ne düÅŸünüyorsunuz? Bugün bir Türk münevver/aydın/entelektüelinin bu irtibatı kurmasına engel olan ÅŸeyler nelerdir ve böyle bir irtibatın kurulabilmesini mümkün kılacak donanım ve koÅŸullar nelerdir? Bu birikim ile kurulacak bir irtibatın bugün için bize önemli imkânlar açacağı fikrine katılır mısınız?
 
Kısmen buna iÅŸaret ettim... Yine de bazı vurgularda bulunabilirim: Daha dökümü, envanteri bile çıkartılmamış bir ilmî ve fikrî gelenekle nasıl irtibat kurulabilir ki? Bizim medeniyetimizin bir dökümü, envanteri bile yok! Hala keÅŸfediyoruz; tespit ediyoruz. Bu bir; ikincisi, en önemli engel psikolojiktir; daha önce de pek çok kez iÅŸaret ettiÄŸim gibi, biz ayarı kaymış bir milletiz; ayarımızı kaydırdılar. Biz kendi tarihimiz önünde küçük düÅŸürüldük. DenildiÄŸi üzere, bir milleti, bir kere yenmek istiyorsanız onunla savaşın; sürekli yenme zevkini tatmak istiyorsanız, kendi tarihi önünde küçük düÅŸürün. Ä°kinci engel, geleceÄŸe iliÅŸkin bir niyetimiz yok; varsa da hissî nazarî deÄŸil... GeleceÄŸe iliÅŸkin nazarî yani hesabı verilmiÅŸ niyeti olmayan bir milletin kendi tarihiyle ilgilenmesinin bir anlamı yoktur; çünkü geleceÄŸi olmayan bir geçmiÅŸ konuÅŸmaz; konuÅŸmayan bir geçmiÅŸ ölüdür, tarih olmaz; tarih geçmiÅŸin geleceÄŸe katılan tarafıdır halbuki; bu nedenle de diridir... Tarih ile gelecekte karşılaÅŸma becerisini gösterebilirsek ancak o zaman geçmiÅŸ, tarihe dönüÅŸür; tersi durumda geçmiÅŸ zâten geçmiÅŸtir; öyle de kalır... DiÄŸer engeller tekniktir; yola çıkılınca her ihtiyaç hâsıl olduÄŸunda kolayca giderilir... Tarihî tecrübe ile her irtibat, bize öz-güven kazandırır; kendimize olan saygımızı artırır; ama en önemlisi düÅŸüncemize bir derinlik katar; çünkü, tarih düÅŸüncenin derinliÄŸidir; düÅŸüncemizi iki boyutluluktan kurtarır; üç boyutlu kılar... Kısaca tarih insana süreklilik duygusu kazandırır; bu da kiÅŸiye, ait olduÄŸu ve mensubiyet duyduÄŸu kültürün sürekliliÄŸi içinde bir tür ölümsüzlük hissi verir.
 
DD─ Türkiye'de sonucu fikrin ve emeÄŸin deÄŸil de iliÅŸkilerin belirlediÄŸini söylüyorsunuz. Böyle bir ortamda iyimser olmak adına hiç mi bir ÅŸeyimiz yok?
 
Elbette var! Yok ise niye konuÅŸuyoruz ki! Yarını olmayanın konuÅŸacak bir ÅŸeyi bulunmaz. KonuÅŸtuÄŸumuza göre, bu söyleÅŸiyi yaptığımıza göre demek ki, ümit ettiÄŸimiz bir yarın var... Ancak 1960 ve sonrasında bir millet olma vasfını kaybettik; holistik, bütüncül yapımız bozuldu; her alana ait kanonik yapılarımız darmadaÄŸan; ortak-akıl, ortak-dil, ortak-vicdan paramparça... Bakınız halabir milletin yaÅŸadığı bir coÄŸrafyada bir düÅŸünür bir yazı kaleme aldığında diÄŸer düÅŸünürler tarafından hemen ciddiye alınır, okunur, deÄŸerlendirilir, eleÅŸtirilir; kısaca o kiÅŸi çoÄŸaltılır. Bizde ise, öncelikle bir yabancı bu konuda ne demiÅŸ ona bakılır… Öyle bir noktaya gelmiÅŸ ki durum ÅŸuna benziyor: Yıllarca annesine kötü kadın denmiÅŸ adama, “Yok öyle bir ÅŸey; araÅŸtırdık; senin annen iyi bir kadındı.” diyorsunuz. Ä°lk tepkisi ÅŸu: “Batılı/Avrupalı (ya da Ä°ranlı, Mısırlı, Pakistanlı) uzmanlar bu iÅŸe ne diyor?” Yenilgi kafada; bu nedenle iÅŸimiz zor. Dedik ya tarihimiz önünde küçük düÅŸürüldük diye... Bütüncül yapı bozulduÄŸu, kanonik yapılar hâk ile yeksân olduÄŸu için kiÅŸiler,ÅŸahsî, en fazla kabilevî mensubiyetler ile iÅŸ görüyorlar... Milletimizin herkesin kendine göre konuÅŸtuÄŸu müteal/aÅŸkın bir grameri kalmamış; bu nedenle her kafadan bir ses çıkıyor... Ä°yimseriz yine de; çünkü hala soru sorabiliyor ve sorunlarımız üzerine konuÅŸabiliyoruz; bu iyi... Her ÅŸeye raÄŸmen ümit verici... Âmiyâne deyiÅŸle, bu topraklarda “Ne olacak bu memleketin hâli?” sorusunu soran ve –pejoratif(küçümseyici) anlamıyla bile olsa– geyiÄŸini yapan insanlar var-olduÄŸu süreceümit var demektir...
 
DD─ Münevver/aydın/entelektüellerin siyasal angajman içinde olması ve bazılarının medyatik simalar haline gelmesi konusunda ne düÅŸünüyorsunuz? Türkiye gibi modernite ile problem yaÅŸayan ülkeleri dikkate aldığımızda aydının siyasal alanda kanaat bildirmesini bir gereklilik olarak mı yoksa Julian Benda'nın ifadesiyle ahlaken bir bozulma olarak mı görmeliyiz?
 
DoÄŸal bir geliÅŸme... Daha da önemlisi, münevver/aydın tavsiye ya da fikir beyan etmek için ve yol gösterici olarak siyasî kanaat bildirmiyor; iktidar çatışmasında taraf olup, kendi kabilevî diliyle güç adına konuÅŸuyor; temsîl ettiÄŸi güç merkezi adına; vazifesini kendi için yerine getirdiÄŸi pratik adına... Denilenleri illâ siyasî anlamda düÅŸünmeyiniz; kültürel, manevî, anlam ve deÄŸer dünyası açısını da göz önünde bulundurunuz... Åžöyle bir bakın; bu milletin tarihini, dilini, ahlakını, deÄŸerlerini, zekasını, kültürünü, bu millete ait her ne var ise onu tahkir eden, tezyîf eden; milletin olması için deÄŸil, solması için gayret gösteren; milleti kendi kabilevî diline mahkum eden kiÅŸidir aydın... O zaman ben de derim ki, Türkiye'de halkının sorunlarını çözene deÄŸil, halkını tahkîr eden, tarihine ve deÄŸerlerine küfredene aydın derler; yani içi karanlık olan... Elbette bilgin kendi toplumunu her açıdan eleÅŸtirebilir; ama bu daha iyi, daha doÄŸru ve daha güzel olma adınadır; zaten bu tür bir eleÅŸtirinin dili tahkir ve tezyif içermez. Öyle bir eleÅŸtiri yapılıyor ki, iÅŸgal komiseri gibi... BoÅŸuna demiyorum, “Bir milletin askerî-siyasî örgütünü düÅŸmanları; tarihini, o milletin aydınları yener.” diye... Toplumunu beÄŸenmiyorsan, daha iyiyi, doÄŸruyu ve güzeli biliyorsan, geç öne, anlat, öÄŸret; asla halkından ümit kesme... Ama Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydını nazarında halk hiçbir zaman önemli ve güvenilir bir güç deÄŸildir... Aslında bu tür eleÅŸtiriler, yalnızca kendilerinin bildiÄŸi muhtelif küresel odaklara mensubiyet ve aidiyet duymanın bir sonucudur.
 
Bilgin gerektiÄŸinde, toplumu ihtiyaç duyduÄŸunda siyasî  bir rol alabilir; zaten bir toplumda yalnızca bilgin insanların üstlenebileceÄŸi görevler vardır. Osmanlı döneminde bu tür bilginler âlim-bürokrat olarak görülmüÅŸlerdir (kalemiyye); ve bunlar her kültürde bulunabilirler. Ancak hakikî anlamıyla bilgin, küllî bir nazarî bakış-açısının temsilcisi olmalı; toplumuna içinden deÄŸil, önünden yol göstermelidir. Açıktır ki mevcut içinde yani ÅŸimdide hesabı olan bir bilgin, ne geçmiÅŸi saÄŸlıklı deÄŸerlendirebilir ne de geleceÄŸi hakkıyla ön-görebilir; çünkü hesabı hem aklını hem hadsini mahsup eder... Åžunu tekrar vurgulayalım; yer, kiÅŸiyi tek başına tayin etmez; kiÅŸi, sahih bir kiÅŸioÄŸlu ise yerini de anlamlandırır. Bu nedenle bilgin, bilgin ise, hangi yerde olursa olsun bilgindir; bu bir kiÅŸilik tarzıdır; aydın ise nerede olursa olsun yine aydındır; siyasette ya da üniversitede...
 
DD─ Ä°yi bir baÄŸlantı oldu bir sonraki sorumuza; günümüzde münevver/aydın/entelektüelin özellikle de bir üniversite ve enstitü gibi kurumlar haricinde var olamayacağı yahut varlığının etkili olamayacağı öne sürülüyor. Yani bu önermeye göre münevver/aydın/entelektüel, biraz da Pierre Bourdieu'nün deyiÅŸiyle aynı zamanda bir "homo academicus"... Siz bu iddiaya katılıyor musunuz?
 
Aydınlar tek bir millettir. DediÄŸim gibi nerede oldukları ve hangi ünvanları taşıdıkları mahiyeti deÄŸil dereceyi deÄŸiÅŸtirir... Sorun bir kendilik bilinci sorunudur; siz kimliÄŸinizi, kiÅŸiliÄŸinizi hangi baÄŸlamda kazandıysanız o baÄŸlamı tezahür ettirirsiniz. Bir örnek verelim: Kendilik bilincini siyasî bir hareketin içinde elde eden, onu aÅŸan bir tutum ve davranışı çok zor takınabilir. Dışında elde edip daha sonra dahil olan bir kiÅŸi ise çok daha farklı bir tavrın ve tarzın sahibi olabilir. Bilgin olma ileaydın olma da buna benzer; ister akademide ister siyasette aydın kimliÄŸine sahip kiÅŸi aydındır; akademide diye farklı davranabileceÄŸi beklenmemelidir... Nice akademisyenler aydın duruÅŸu göstermiÅŸlerdir; nice akademi dışı insanlar ise bilgin duruÅŸu...
 
Aslında ilginç bir biçimde aydın derken okuyup-yazabilen, âmiyane bir tabirle mürekkep yalamış kiÅŸiyi anlıyor insanlar; tahsilli kiÅŸi yani... Çok ilginçtir sanayi devrimi etkilerini gösterinceye deÄŸin Ä°ngilizler herkesin okumasının gerekli olup olmadığını; kadınların öÄŸretim görüp görmesinin toplum için bir anlam ifade etmeyeceÄŸini tartışıyorlardı. Sorun, sanayî âletlerinin kullanımının öÄŸretilmesi ve üretim mekanizmalarının dönmesi için ürünlerin etiketlerinin okunması ihtiyacına dayanınca kendiliÄŸinden çözüldü. Bu örneÄŸi ÅŸunu vurgulamak için verdim: Akademi’deki aydınlar emin olun çoÄŸun tahsilli insan seviyesinde; varlıklarını bilgilerinden deÄŸil ünvanlarından devÅŸiriyorlar. Zekîler ama akıllı deÄŸiller; çünkü insan için akıl ile ahlâk arasında lâzım-melzûm iliÅŸkisi vardır... Bilgisi ile eylemini hakikat, adalet ve muhabbet için deÄŸil de güç için, iktidar için, tahakküm için, hatta çıkarı için istihdam eden bir kiÅŸiye academicus sıfatı verilebilir ama homosıfatı konusunda o kadar emin deÄŸilim...
 
DD─ Bir yandan kurumsallaÅŸma/bürokratikleÅŸmenin ve liberalist/pazar eksenli bir dünyada yaÅŸamanın getirdiÄŸi baskı, diÄŸer yanda uzmanlaÅŸma kaygısı arasında bir münevver/aydın/entelektüel portresi çiziliyor. Bu çıkmazların dışında bir "epistemolojik evren" yaratmak münevver/aydın/entelektüel için mümkün müdür?
 
Bu sorunun içerdiÄŸi yargının/yargıların mutabık olduÄŸu gerçeklik alanını zihnimde canlandıramadım. Bu durum yorulduÄŸumun da iÅŸaretidir. Türkiye’de münevver/aydının bu kadar ciddiye alınmaya deÄŸer olduÄŸunu düÅŸünmüyorum; bu kadar soruyla ve dahi yanıtla da biraz israfa girdik. DüÅŸünmek, manayı yani denmek isteneni, kasdı dile getirme iÅŸidir ki bunu da söyleÅŸi süresince elden geldiÄŸince yerine getirdik sanıyorum. Epistemolojik evren terimine gelince, kısaca,ontololojik evreni farklı olanın elbette epistemolojik evreni de farklı olacaktır; ayrıca yaratılmasına gerek yok...
 
Son olarak, tekrar etmeme izin veriniz: Aydın, bir türdür; diÄŸer türlerle, bilgin, akademisyen, uzman, tahsilli insan vb. çakıştığı, kesiÅŸtiÄŸi nitelikler olabilir; ancak mısdakı kendine hâs bir var-olandır. Kadim deyiÅŸle kavramları çözümlerken mâ-bihi’l-iÅŸtirâk ile mâ-bihi’l-iftirâkı birbirine karıştırmamalıyız...; baÅŸka bir deyiÅŸle vucûh-i iÅŸtirâk ve iftirâk iyi belirlenmediÄŸi sürece kavramlar arasındaki fark iyi tespit edilemeyeceÄŸi gibi bahse konu olan tek bir kavramın mâ-bihi’l-ihtisâs’ı bile doÄŸru bir biçimde tayin edilemez. GörüldüÄŸü üzere, sorunu klasik Türkçe’nin ıstılahları ile kolayca vuzuha kavuÅŸturduk... Nihayetinde lafızlara deÄŸil mefhumlara dikkat kesilelim; söyleÅŸi boyunca sık sık vurguladığımız gibi sözcük ne olursa olsun, bilgin, münevver, aydın, entelektüel, tüm farklı ünvanlarıyla akademisyenler, tüm deÄŸiÅŸik alanlarıyla uzmanlar, her dereceden muhtelif alanlarda tahsilli insanlar, Bu Ülke’de her ÅŸeyin ölçütü, mâ-bihi’l-ihtisâsı, ehassu’s-sıfatı, en temel niteliÄŸi, faslı, ayrımı, mefhumu Türk milletinin dinî, siyasî, iktisadî, fikrî, ilmî, edebî, vb. alanlardaki bilgi ve eyleminin tecessüm ettiÄŸi, cisimleÅŸtiÄŸi tarihî tecrübedir.
 
Bu ilkeler ışığında kendi konumum ÅŸudur: Bu milletin tarihî tecrübesine iliÅŸkin mensubiyeti ve aidiyeti olmayan bir kiÅŸiyle bu milletin geleceÄŸi üzerine konuÅŸmam; benim için onun bir Çinli ya da bir Ä°ngiliz’den farkı yoktur. Ä°bn Haldun’un dediÄŸi gibi, kalplerimiz müteferrik ise akıllarımızı kimse birleÅŸtiremez; kalbimiz yani vicdanımız yani anlam-deÄŸer dünyamız, yani tarihî tecrübemiz yani BÄ°Z… BÄ°Z’den olmayan ile Biz üzerine konuÅŸulmaz zâten... Aydın BÄ°Z' den deÄŸildir...
 
Kaynak:
 
DüÅŸünce Dergisi, 1. Sayı, Nisan 2015

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.