Güncel
Hukuk mu Ahlâk mı? -İslâm Nokta-i Nazarından Din-Ahlâk-Hukuk İlişkisi Bağlamında Bir İnceleme
Follow @dusuncemektebi2
Prof.Dr. Saffet KÖSE
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır
Yüreklerden çekilmiÅŸ farzedin havf-ı Yezdânın
Ne irfanın kalır te'siri kat'iyyen, ne vicdanın
Hayat artık behimidir... hayır ondan da alçaktır.
M. Âkif ERSOY
Medeniyet ahlâk kaideleri ağırlık kazandığı ölçüde yükselir.
Hukuk, ahlak kaidelerine nasıl ilgisiz kalabilir?!”
Ripert
Toplumsal iliÅŸkileri belirleyen genel anlamda din, ahlâk ve hukuktur. Bu üç kurum arasında sıkı bir iÅŸbirliÄŸi vardır. Hukuk hükümleri aslında ahlâk hükümlerinin formel halidir denilebilir. Ancak herhangi bir kanun, ilgili ahlâk hükmünün en alt sınırını temsil edebilir. Bu açıdan Ä°slamî nasslar dikkate alındığında hak-vazifenin belirlenmesinde ve haklara saygı, vazifelerin ifası hususunda insan davranışlarını yönlendirmede din-ahlâk-hukuk bütünlüÄŸü esas alınmıştır. Esasen bu üç normatif kurumun kendi aralarındaki çeliÅŸkisi toplumda anomi'ye (kuralın etkisini kaybetmesi) yol açar. Bu üç halkadan birisin eksikliÄŸi ya da tam olarak iÅŸlevselliÄŸini yerine getirememesi ise haklara saygı ve vazifelerin ifasında yetersiz kalacak bir rejimi ifade eder.
Ä°slam açısından bakıldığında din iyi ve kötüyü belirler, ahlak onun bir yaÅŸam biçimi haline getirilmesini, davranış bilincine dönüÅŸmesini saÄŸlar, hukuk da koruyucu mekanizmalarıyla ihlalleri engeller. Dinin yaptırımı günah-sevap ÅŸeklinde daha çok uhrevi müeyyide ya da ödüldür. Ahlâkın yaptırımı bireyin ve toplumun vicdanında bulduÄŸu yerdir. Bu da bireyin bizzat kendisinin ya da toplumun onu kınaması, ayıplaması, yadırgaması, dışlaması, hürmete layık birisi olarak görmemesi vb. ÅŸeklinde ortaya çıkar. Hukukun müeyyidesi ise zorlayıcı özellik taşır.
Din ve ahlakın iÅŸlevselliÄŸi iki noktada ortaya çıkar. Birincisi insanın iç dünyasını kontrol ederek kural ihlallerini önleyici etki yapar. Çünkü din hiçbir maddi kuralın baskısının hissedilmediÄŸi bir ortamda bile kiÅŸinin kendi kendisini hesaba çekmesini öngörür. Ä°kincisi de hukuk sadece ispat edilebilen uyuÅŸmazlıkları çözüme kavuÅŸturabilir. Din ve ahlak hukukun ulaÅŸamadığı yerlerdeki ihlallerde ispat kolaylılığı saÄŸlar. Bu sebeple ahlakın hukuka önceliÄŸi vardır. Ahlâkı oluÅŸturulamamış kanunun iÅŸlevselliÄŸi yoktur. Dolayısıyla Ä°slam'ın Mekke döneminde ahlaki esaslar yerleÅŸtirilmiÅŸ Medîne devrinde ise hukuku oluÅŸturulmuÅŸtur. Dine dayanmayan ahlakın da müeyyidesi yoktur. Bu sebeple Ä°slam açısından bakıldığında din, ahlak ve hukuk iç içe ve birbirlerini tamamlayıcı özellik arz etmektedirler.
Anahtar kelimeler: Din, Ä°slam, ahlak, hukuk, toplum, vicdan, anomi
LAW OR ETHICS?
A study from an Islamic point of view in the context of relationship between religion, ethics and law
The social relations are generally determined by religion, ethics and law. There has been a strong relationship between these three entitites. It can be said that rules of law are in fact formal status of ethics. Therefore any law may represent the bottom line of relating ethics. Integration of religon, ethics and law have been established when Islamic sources (nass) considered from this point of view, with regards for determining right-duty and respecting for rights, performing the duty for directing human behaviour. In fact, contradiction among these three normative entities causes social instability in society. Lack of one of these three entities or one of them being fully ineffective of functionality implies a system of government which is not efficient to respect rights and fullfil the duties.
The religion, when looked into from an Islamic point of view, determines what is good and bad, ethics provides that basis for a life style and behavioural awareness, furthermore law prevents breaches with its safeguarding devices mechanism. Sanction of religion mostly is otherworldly enforcement in the form of good deed-sin. The place of moral sanction is related to the conscience of the individual and community. This could take place by an individual or society blaming, shaming, finding odd, exclusion, disrespecting for himself. However the sanction of law has the characteristics of enforcement.
Functionality of ethics and religion appears in two places. First, it influences on preventing breach of rules by controlling inner world of human being. As religion envisages the person to be accountable for himself in a place even if there is no pressure of any material rule. Secondly, law can only resolve proven conflicts. Religon and Ethics provide evidential facility for breaches where law cannot get through. For that reason ethics precedes law. There is no funcionality of law without its ethics being formed. Thereby ethical rules have been established during Makka and law during Madina period of Islam. There is also no binding effect of ethics not founded on the religion. Therefore religion, ethics and law, when viewed from an Islamic perspective, are interwoven and present a supplementary characteristic.
Key Words: Religion, Islam, ethik, law, society, conscience, anomy
GiriÅŸ
Ä°lk çaÄŸlardan beri ifade edilen insanın toplumsal bir varlık olduÄŸu gerçeÄŸinin iki önemli sonucu vardır. Birincisi insan, yapısına uygun bulduÄŸu bir toplumsal oluÅŸuma kendisini ait hisseder. Bu, bir parti, mezhep, tarikat, kulüp vb. ÅŸeklindeki kurumsal kimliÄŸe sahip yapılar olabilir. Ä°kincisi de insan, kendisine yaraÅŸan bir hayat sürebilmek için toplum halinde yaÅŸamak zorundadır. Çünkü insanların öyle ortak ihtiyaçları vardır ki bunları ancak toplum halinde yaÅŸayarak gerektiÄŸi ÅŸekilde karşılayabilir. Toplum hayatı ise insanların sürekli olarak haklar ve vazifelerle karşı- karşıya olduÄŸu dinamik bir iliÅŸkiler sürecini ifade eder. Birbirinden bağımsız bireylerden oluÅŸan toplum hayatı düÅŸünülemez. Bu ise çeÅŸitli ihtilafları beraberinde getirir.
Toplum hayatının mutlak anlamda bir çatışmayla devamı mümkün olmadığından bireyin devlet ve toplumun diÄŸer fertleriyle iliÅŸkilerini düzenleyen bir takım kurallara ihtiyaç vardır. Toplum ve kural birbirlerinin varlık sebebi olacak kadar sıkı iliÅŸki içindedir. Öyle ki, kuralsız toplumun ayakta kalma ÅŸansı olmadığı gibi toplumun bulunmadığı yerde de kuralın bir anlamı yoktur. Toplumsal hayatta kural, hak ve vazifeleri belirler. Bir baÅŸka deyiÅŸle toplumsal hayatta hak ve görevler kurallarla belirlenir. Bu açıdan kuralın nereden doÄŸduÄŸu yani hakkı tanıyan ya da vazifeyi verenin hangi kurum olduÄŸu bir baÅŸka ifadeyle onun kaynağının ne olduÄŸu, kural koyan müesseselerin birbirleriyle nasıl bir iliÅŸki içinde bulundukları önemli bir husustur ve bu açıdan ilim adamlarının dikkatini çekmiÅŸtir. Kurallar sadece hak ve vazifeleri tayinle yetinmez, hakka saygıyı temin edecek vazifenin ihmalini önleyecek mekanizmaları da oluÅŸtururlar. Çünkü kural bir amaç için vardır ve her kural bir ihtiyacın karşılığıdır. Bunun saÄŸlanması için de itaat ister, bu onun doÄŸal yapısının bir gereÄŸidir. Burada itaatin saiki önemlidir. Ä°ÅŸte tam bu noktada ÅŸu sorulara verilecek cevaplar önem arzeder: Kural koyucu kimdir? Kuralı koyan müessesenin onun iÅŸlevselliÄŸini saÄŸlayacak mekanizmaları nelerdir? Mesela kuralın müeyyidesi nedir? Normatif müesseselerin birbirleriyle iliÅŸkisi nasıldır? Her bir müessesenin yani din-ahlâk-hukukun aynı davranış biçimi için belirlediÄŸi hükümler tezat teÅŸkil etmekte midir? Yoksa uyum mu göstermektedir? Bir davranışın ahlaki olanla hukuki olanını ayıran ölçüt nedir?
Ä°ÅŸte bu tebliÄŸde Ä°slam toplumlarındaki düzen açısından din-ahlâk-hukuk iliÅŸkisi nasslar ışığında ele alınmaya çalışılacaktır.
DÄ°N-AHLÂK-HUKÛK Ä°LÄ°ÅžKÄ°SÄ°
Din, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiÄŸi buyrukların mecmuudur. Bu çok genel bir ifadedir ve en son gelen Ä°slam’ın da içinde bulunduÄŸu ilahi dinleri kapsamaktadır. Ancak asli hüviyetini muhafaza eden tek din Ä°slam kalmıştır. Ä°slam, Allah-insan, insan-insan ve insan-âlem iliÅŸkilerini belirleyen bir kurallar bütününden oluÅŸur. Ahlak ise gerek toplumun, gerekse bireyin (inanç) deÄŸerlerini yaÅŸam biçimi haline getirmesidir. Hukuk da oluÅŸan bu hayat tarzını kanuna dönüÅŸtürür. Her üç kurum da normatiftir ve Ä°slam açısından bakıldığında amaç birliÄŸine sahiptirler. Bu tebliÄŸde din söz konusu olduÄŸunda kastedilen Ä°slam’dır.
Din-ahlak ve hukuk davranışları konu alır. Ancak hukuk onun kurala uygunluÄŸunu denetler, din ve ahlak ise saik, kasıt, niyetle ilgilenir. Bu açıdan hukuk dışa (heterenom), ahlak içe dönük (otonom) bir disiplindir. Her üç kurumun da araçları ve iÅŸlevleri farklıdır. Her birisi talep ettiÄŸi aynı davranış biçimi için farklı müeyyideler tayin etmiÅŸlerdir. Dinin günah saydığı; ahlakın kötü, toplumun ayıp telakki ettiÄŸi; hukukun da maddi müeyyide öngördüÄŸü bir yasaÄŸa uymada titizlik çoÄŸu kere ortaya çıkar. Dinin, emre imtisal edenler ya da yasaklardan kaçınanlar için belirlediÄŸi bir de mükâfât (sevâb) söz konusudur.
Bir davranışın ahlaki veya hukuki olduÄŸunun ayırıcı kriteri, hangi itici güçle (saik/ motiv) yapıldığına baÄŸlıdır. Bir davranış hukuki olurken ahlaki olmayabilir.
EÄŸer bir kimse kanuni müeyyideden dolayı mesela toplu ulaşım aracında bir yaÅŸlıya yer veriyorsa ya da borcunu, ifa zamanı geldiÄŸinde ödüyorsa bu hukuka uygundur. Çünkü hukuk bir görevin kurala uygun olarak yerine getirilmesini talep eder. Ahlak ise aynı davranışı vazife telakki etmeyi emreder. Ä°kisi arasındaki ayırıcı çizgi ÅŸudur: Bir davranışın ahlaki olabilmesi için onun içselleÅŸtirilmesi ve bir yaÅŸam biçimi olarak benimsenmesi, iyi niyetle yapılması gerekir. Hukukun amir hükmü olmasaydı dahi aynı davranış sergilenecek idiyse iÅŸte bu ahlakidir. Ahlak, yaÅŸam biçimi haline gelmiÅŸ iradi, bilinçli (huya dönüÅŸmüÅŸ) ve özgür bir bireyin, seçeneÄŸinin bulunduÄŸu yerde herhangi bir müeyyide saiki olmaksızın davranış ve kabullerini ifade eder. Vicdan kabullendiÄŸinde bunlar sabitleÅŸir, huya dönüÅŸür. Öyle hal alır ki irade otomatikleÅŸir. Zaaflar önünde saÄŸlam duruÅŸ ortaya çıkar. Hükümdarın, eÄŸiterek saraya gelen misafirlere kahve ikram ettirdiÄŸi kedisinin, konuklardan birisinin cebinden çıkarıp önüne attığı fareyi görünce kahveyi fırlatıp onun peÅŸinden gitmesinde olduÄŸu gibi zaafların terbiye edilip dizginlenemediÄŸi ve harici bir müeyyide ile kontrol edildiÄŸi durumlarda ahlak oluÅŸmuÅŸ sayılmaz. Bu sebeple bilinçli kabulün olmadığı ve vicdanın devreye girmediÄŸi davranış müstekar / yerleÅŸik hale gelmediÄŸinden ahlak halini almaz. Bir baÅŸkasının iradesini merkeze alarak (maddi-manevi müeyyideden çekinme gibi) hareket etmek de ahlaki olamaz.
Hukukun finalist gayesi olan adalet aynı zamanda dini ve ahlâkî bir karakter taşır. Ancak ahlâkın adalet anlayışında vazifeyi aÅŸan bir boyut daha vardır ki o da fazilettir. Fazilet, vazifenin üzerinde bir deÄŸerle hareket etmeyi, hak sahibine hakkından fazlasıyla ve gönül coÅŸkusuyla nezaketle muameleyi gerektirir.[1] Söz gelimi, bir ÅŸahsın borcunu belirlenen tarihte ve anlaÅŸmaya uygun biçimde ifası hukukun gereÄŸidir. Burada borcun edası hukukun amir hükmünün yerine getirilmesi dolayısıyla icra takibinden kurtulmak amacıyla yapılmışsa bu iÅŸlem kanuna uygundur, hukukidir. Kanunun emredici gücü bir yana borçlunun borcunu ödemeyi bir vazife telakki ederek yaÅŸam biçimine dönüÅŸtürmesi ve bu sâikle ödemesi ise ahlakidir. Borcun zamanından önce ve fazlasıyla ödenmesi ise fazilettir. Bu da dinin teÅŸvik ettiÄŸi bir davranıştır. Mesela borç verenin ödeme zamanı geldiÄŸinde alacaklısından bunu talebi hukuken hakkıdır. Borçlu ödeyemese de tahsilât yollarını araÅŸtırabilir. [2] Ama süreyi uzatmak ahlaki bir davranıştır (iyilik). Bağışlayıvermek ise fazilettir.[3]
Din, tek kaynak olmasa da ahlakın oluÅŸmasında büyük bir itici güçtür ve onun iÅŸlevselliÄŸinde önemli rol oynar. Din, ahlak ve hukuk kurallarını da manevi müeyyide ile güçlendirir. Çünkü din açısından hukuk kuralının ihlali aynı zamanda
Allah hakkının da ihlalidir. Bu sebeple toplumsal düzeni saÄŸlamak için din-ahlak- hukuk bütünlüÄŸü esas alınmıştır. Dine dayalı olmayan seküler ahlakta böyle bir müeyyidenin bulunmaması onun gücünü olumsuz yönde etkileyen bir unsurdur.
Ä°slam dininin ana kaynakları açısından bakıldığında merhum Said Halim PaÅŸa’nın (Ö.1921) “bir müslümanın sosyal vazifeleri dinin aslında mevcuttur. Bu sebeple dini vazifeler müslümanın vicdanının arzusu ile yerine getirilmekte ve böylece farkında olmadan sosyal görevler de ifa edilmiÅŸ olmaktadır’’ÅŸeklindeki tespiti[4] isabetlidir. Ä°ÅŸte bu durum, vazifelerin ifası ve haklara saygıda gönüllülük ilkesine göre hareket etmeyi beraberinde getirdiÄŸi için çoÄŸu kere hukukun cebrî gücüne ihtiyaç bırakmamaktadır. Çünkü yine Said Halim PaÅŸa’nın ifadesiyle “bir Müslüman ahlakını inancından, sosyal nizamını ahlakından, siyasetini ise sosyal nizamından alır.”[5] “Ä°ÅŸte bu sayededir ki müslüman toplumlar batılılarda olduÄŸu gibi rahat ve selameti kanunlarda deÄŸil inanç ve hislerinde, ahlaki ve fikri terbiyelerinde bulurlar.”[6]
Din, insanı dıştan ve içten kuÅŸatan, onu duygularıyla, sezgileriyle, inançlarıyla, düÅŸünceleriyle bir bütün halinde içten kavrayan ve yönlendiren bir kurum olarak en sıkı nizamlardan ve kanunlardan daha etkili bir kontrol saÄŸlar.[7] Din ve ahlakın gücü hukukun ulaÅŸamadığı alanlardaki ihlallerde kendisini gösterir. Ä°nanç deÄŸerleri güçlü olmayan ve ahlakî kontrol mekanizmaları geliÅŸmemiÅŸ insanlar bu durumda ya gizliliÄŸe sığınarak doÄŸrudan ya da hukuk kurallarının arkasına gizlenerek, bir baÅŸka ifadeyle eylemi ÅŸeklen hukuka uydurarak ya kanuna karşı hile ya da hak veya yetkinin kötüye kullanılması ÅŸeklinde dolaylı ihlal yaparlar. Ahlakı oluÅŸturulmadan konulan bir kural zayıflar için hile, güçlüler için doÄŸrudan ihlale zemin hazırlar.
Toplumsal hayatta düzen ve istikrarı saÄŸlamak için hukuk kurallarının yeterli olamayacağı bilinen bir gerçektir. Çünkü insanın dış dünyasından ayrı bir de iç dünyası vardır ve onu yönlendiren de burasıdır. Bu sebeple onun doÄŸal istikamette seyretmesini saÄŸlayabilmek için öncelikle onun bu iç dünyasında etkin olmak gerekir. Bunun için ise hukukun harici mekanizması kâfi deÄŸildir. Çünkü insanlar kanunlarla ne kadar baÄŸlanırlarsa baÄŸlansınlar bazı zayıf eÄŸilimleri sebebiyle onlardan kaçınma yollarını bulabilirler. KiÅŸilerin fiil ve hareketlerini düzenleyen hükümlerin nüfuzundan çeÅŸitli yollarla sıyrılabilirler. Günlük hayatta bunun örnekleri de çoktur.[8] Bir Amerikalı Sosyolog ABD’de çok suç iÅŸlenmesinin ve kanunların ihlal edilmesinin sebebinin “kanunların her ÅŸeye muktedir oldukları” hususundaki zihniyete ve bu anlayışın doÄŸurduÄŸu kanun bolluÄŸuna baÄŸlamaktadır.[9]
Ä°slâm’da hukuk, dinin harici göstergesidir ve Ä°slâm, hukukî faaliyetleri ve formaliteleri din ve ahlaka baÄŸlayarak onları ıslah etmeyi ister. Hukukun böyle dini bir ÅŸekilde algılanışı, onun objektiflik ve saygınlığını olduÄŸu kadar önem ve güvenilirliÄŸini de arttırmaktadır. Zaten insan davranışı çok karmaşık olduÄŸundan onu tamamıyla kontrol edebilmek için ahlak ve hukukun dengeli bir sentezine gerek vardır.[10] Böylece hukuk toplum üzerinde sevgi, saygı ve korku hislerinin hepsini birden uyandırabilir.[11]
Ä°slâm’ın hukuku din ile iliÅŸkilendirmesinin sonucu olarak suç iÅŸleme, insan haklarının ihlalinden ziyade Allah’ın kanunlarını ihlal etmek anlamına gelir. Bunun neticesinde, Ä°slâm ahiretteki cezanın katiyet ve ÅŸiddetini hatırlatmakta ayrıca din, ahlak ve hukuktan oluÅŸan toplumsal denetim mekanizmaları arasında oluÅŸturduÄŸu sıkı iÅŸbirliÄŸiyle suç oranını asgari seviyede tutmayı amaçlamaktadır.[12] Söz gelimi bütün dinlerde haksız yere adam öldürme suçtur.[13] Böyle bir fiili iÅŸleyen, dini hukuk bakımından öldürülenin geride kalan yakınları affetmemiÅŸse[14] maddi cezası kısas[15] olan bir suç iÅŸlemiÅŸ, dinen büyük bir günaha düÅŸmüÅŸ, ayıp etmiÅŸ ve ÅŸu ayetin muhatabı olmuÅŸtur: “Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiÅŸ, onu lanetlemiÅŸ ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”[16] Ä°ÅŸlenen bu fiil, ahlaki olarak da kötü bir davranış karakteri kazanmış ve toplum vicdanını yaralamıştır. Can güvenliÄŸine karşı ciddi bir tehdit ve güvenlik sorunu oluÅŸturmuÅŸtur. Burada görüldüÄŸü üzere din-ahlak ve hukuk iç içe geçmiÅŸ durumdadır. Bunun baÅŸka örnekleri de verilebilir. Mesela Ä°slâm’ın iki temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti bir vazifeyi üstlenmeyi ahlak ve hukukun en kapsamlı kavramlarından olan emânet ile ifade etmiÅŸtir: “Allâh size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiÄŸiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”[17] Hz. Peygamber de kendisinden vergi memurluÄŸu görevi (âmil) isteyen Ebû Zerr el-Gıfârî’ye “Sen güçsüzsün. Görev emanettir. Emaneti yerli yerinde eda edemeyen kiÅŸi kıyamet gününde zillet ve periÅŸanlık içinde olur” diyerek vazifeye tayin etmemiÅŸtir.[18] Emanet, bir göreve tayin edilenin liyakatının / iÅŸin üstesinden gelebilecek donanımının esas alınması, atananın da görev bilinci ve sorumluluÄŸu içinde hareket etmesi anlamına gelir. YönetiÅŸimin temel ilkeleri olan emânet ve adâletin birlikte zikredildiÄŸi bu ayetin peÅŸinden Kur’ân-ı Kerîm bu iki deÄŸere baÄŸlı oldukları sürece idarecilere itaati farz kılmaktadır.[19] En genel anlamıyla adalet hakkaniyeti gözetmektir. Ä°bn Teymiyye (ö.128/1328) yöneten-yönetilen iliÅŸkisini ele aldığı es-Siyasetü’ÅŸ-ÅŸer‘iyye adlı eserini bu iki ayeti temel alarak yazmıştır.[20] Kur’ân-ı Kerim’in üç sacayağına oturttuÄŸu mü’minler arasındaki mali iliÅŸkileri düzenleyen ayetler dizgesi[21] de bu zihniyeti yansıtması açısından son derece dikkate deÄŸerdir. Ä°lk olarak infak (karşılıksız yardım) teÅŸvik edilmiÅŸ, insani boyutuna dikkat çekilmiÅŸ, bu baÄŸlamda infaka muhatap olan kiÅŸinin incitilmemesine özen gösterilmesi, kiÅŸiliÄŸiyle oynanmaması, infak edilen malın o toplumda deÄŸer ifade eden bir özelliÄŸe sahip olması, kötü, bayağı, deÄŸersiz olmaması, inanç farkı gözetilmemesi, riya ve gösteriÅŸten uzak biçimde sırf Allah rızasının esas alınması, infak önünde engel çıkaranlara iltifat edilmemesi istenerek ahlâkî çerçevesi çizilmiÅŸ, infakın ahiretteki mükâfatına ve dünyada saÄŸlayacağı berekete iÅŸaret edilmiÅŸ, ihtiyaç içinde olup da hayâsı sebebiyle insanlardan istemeye utananların aranıp bulunması talep edilmiÅŸtir.[22] PeÅŸinden iyilik merkezli iliÅŸkileri bozan ve ekonomik düzeni altüst eden faizin yasaklandığı sert ifadelerle belirtilmiÅŸ, faizin Allâh ve Rasûlü ile savaÅŸ anlamına geldiÄŸi, Allâh’ın arttı zannedilen faizi mahvedeceÄŸi sadakaları ise arttıracağı anlatıldıktan sonra[23] günlük hayatta borç iliÅŸkisinin dini-hukuki ve ahlaki boyutuna yer verilmiÅŸtir. Bazı ayetlerde karz-ı hasen ve Allâh’a verildiÄŸi belirtilen borç, faizli olmamalıdır. Faizli borç yerine Allâh’ın karşılığını kat kat lütfedeceÄŸi güzel borç verilmelidir.[24] Hukuki olarak alacak-verecek yazı ve ÅŸahitler yoluyla ispat güvencesine kavuÅŸturulmalıdır. Her iki taraf da Allâh’ın huzuruna çıkıp hesap vereceÄŸinin bilincinde olmalı ve buna göre hareket etmelidir. Borç, zamanında ödenmelidir. Borçlu ödeyemez durumdaysa alacaklının mühleti uzatması tavsiyeye ÅŸayandır, bağışlayıvermek ise daha hayırlıdır.[25] Nüzul sırası bir yana mali iliÅŸkileri peÅŸ peÅŸe düzenleyen bu örneklerde din-ahlâk ve hukukun sıkı iliÅŸki içinde olduÄŸu ve ahlakın öncelendiÄŸi açıkça görülmektedir. Buradan da anlaşıldığı kadarıyla Müslüman toplumlarda ileri boyutu bencilliÄŸi, aç gözlülüÄŸü temsil eden ve çıkarcılığı / maddi karşılığı öncelemeyi sembolize eden faizcilik yerine diÄŸerkâmlığı ve fedakârlığı esas alan infak, bağış ve yardımlaÅŸma kültürünün yön verdiÄŸi iliÅŸkiler ağının örülmesi hedeflenmiÅŸtir. Her ÅŸeyin maddi karşılığının talep edildiÄŸi bencil bir ortam yerine manevi karşılığımım daha çok önemsendiÄŸi bir dünya amaçlanmıştır. Buna göre toplumsal iliÅŸkileri düzenleyen kurallar öncelikle hukuka deÄŸil ahlaka ait olmalıdır. Kanun devleti deÄŸil, ahlak devleti temel hedeftir.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle insanın yaradılışının gayesi Allah’a kulluktur.[26] Kulluk ise insan-Allah ve insan-âlem iliÅŸkisini bütün yönleriyle kapsayan geniÅŸ bir kavramdır. KulluÄŸun nasıl yapılacağını dinleri göndermek suretiyle bildiren Allah’'tır. Bu sebeple Allah ile kul arasındaki iliÅŸki bir din iliÅŸkisidir ve bu iliÅŸki “ezelî ahd” veya “mîsâk”[27] diye adlandırılan bir zamandan baÅŸlayıp sonsuza kadar devam edecektir. Bu iliÅŸkinin dünya hayatına ait olan kısmının muhasebesi ise “din günü”nde yapılacaktır.[28] Din gününün sahibi de Allah’tır.[29] Buna göre Allah’a iman etmiÅŸ bir müslümanın bu geçici dünya hayatının ebedi olan ahiret hayatını[30] ÅŸekillendireceÄŸinden hareketle, hiçbir ÅŸeyin Allah’a gizli kalmadığı[31] ve onun her ÅŸeyi bildiÄŸi,[32] bu dünya hayatının kayda alındığı,[33] bütün davranışlarından Allah’ın huzurunda hesaba çekilip zerre miktarı da olsa yaptığı iyilik ve kötülüÄŸün karşılığını göreceÄŸi[34] bilinci, bağımsız yöneliÅŸinden vazgeçerek, ilahi iradeye teslim olup baÄŸlanmasını, Allah’ın mutlak hâkimiyet ve otoritesini kabul ederek buna baÅŸ eÄŸmesini, O’nun emir ve yasakları çerçevesinde hayatına yön vermesini saÄŸlamakta, iç dünyasını kontrol altına almakta, bir anlamda onun imanı, kendi aczini bilerek, kendisinin sadece ilahi emirlerin uygulayıcısı olduÄŸunu hissettirmekte, görevini en güzel ÅŸekilde ve en üst derecede yerine getirmesini temin etmektedir. Aynı zamanda bu ÅŸuur ona güçlü bir “vazife ve sorumluluk” bilinci kazandırmakta[35] ve hukuk hükümlerinin ispatı mümkün olmayacak ÅŸekildeki ihlallerine engel olmaktadır. Ä°nsanın yapısı itibariyle hem hür, hem bencil, hem cedelci, hem de toplum halinde yaÅŸama mecburiyetinde olması dikkate alınırsa insana bütün yönleriyle hâkim olabilen dinin ifade ettiÄŸi anlam daha iyi anlaşılır.[36]
Din-ahlâk ve hukuk bütünlüÄŸü açısından ÅŸu iki örnek olayı zikredip analiz edebiliriz:
Hz. Ömer halifeliÄŸi sırasında bir gece Medine’de denetim amaçlı olarak ÅŸehri dolaşırken bir evden bir kadının ÅŸöyle bir ÅŸiir söylediÄŸini iÅŸitti:
“Ah! Bu gece ne kadar da uzadı, vakit geçmiyor; her taraf karardı
OynaÅŸacağım bir sevgili yok diye gözüme uyku girmiyor.
Allâh’a yemin ederim ki baÅŸka hiçbir ÅŸey deÄŸil, sadece Allâh olmasaydı;
Bu karyolanın dört bir yanı zangır zangır sallanırdı;
Rabbimden korku ve hayâ beni engelliyor;
Bir de kocamın ÅŸerefine leke sürülmesini istemeyiÅŸim.”
Ertesi gün Hz. Ömer o kadını çağırtır ve kocasının nerede olduÄŸunu sorar. Kadın: “Onu Irak’a asker olarak gönderdin ya!” diye cevap verir. Bunun üzerine Halife ÅŸehrin saÄŸduyulu, tecrübeli kadınlarından bir grubu diÄŸer bir rivayete göre de mü’minlerin annesi kızı Hafsa’yı çağırarak “bir kadının kocasız ne kadar süreyle kalabileceÄŸini” sorar ve onlardan dört ayda sabrının tükeneceÄŸi cevabını alır. Bunun üzerine Hz. Ömer asker olarak seferde kalma süresini dört ay ile sınırlandırır. Dört ay sonunda askerleri deÄŸiÅŸtirir.[37]
Bu olayı din-ahlak-hukuk açısından analiz ettiÄŸimizde ÅŸunu söyleyebiliriz: Bu kadın, yaÅŸadığı toplumda zina fiilini, iliÅŸkileri belirleyen üç ana kaynaktan dinin günah, ahlakın kötü ve ayıp, hukukun suç saydığının farkındadır. Nitekim cahiliye Arapları bile böyle bir eylemi tasvip etmemektedir.[38] Kızlarını diri diri topraÄŸa gömmelerinin sebeplerinden birisi de düÅŸmanlarının eline düÅŸmesi ve onların namusunu koruyamama endiÅŸesidir. Kadın zina yapıp yapmama seçeneÄŸine sahiptir ve bu ortamı oluÅŸturabilecek imkânı vardır. Bu yönüyle hukukun harici mekanizmalarıyla kontrol edemeyeceÄŸi, dolayısıyla hukuktan kurtulabileceÄŸi bir mekânda bulunmaktadır. Ancak iç dünyasında iki güç devreye girerek onu engellemiÅŸtir: Birincisi Allâh korkusu, ikincisi de kocasının ÅŸerefini ayaklar altına almama duygusu dolayısıyla diÄŸerkâm / özgeci tutumdur. Vicdanı devreye girip zinaya engel olamasa yaptığı eylemin sonuçlarını da göze almış durumdadır. Ama kadın öncelikle vicdanın sesini duymakta ve hesabını da öncelikle ona vermektedir.
Bu kadın insanın en zayıf olduÄŸu konuda oto-kontrol mekanizmalarını oluÅŸturmuÅŸ ve zinadan kaçınmayı vazife addetmiÅŸtir. Bu bilinçli davranışının arka planında “Allah'ı görüyormuÅŸçasına O’na kulluk yapmalısın, sen Allah’ı görmüyorsan da O seni görüyor” düsturu vardır ve bunu içselleÅŸtirmiÅŸtir. Bu davranışının kayda alındığının ve muhasebesinin yapılacağı, her ÅŸeyin ayan beyan ortaya konulacağı günün mutlaka geleceÄŸi ve orada kurulacak mahkemede hesabını vereceÄŸinin inancında, bilincindedir. Bu durumda kadın, hukuka gerek kalmadan önleyici mekanizmalarıyla yasağın cazibesine karşı direnç gösterebilmektedir. Kadın bu yasak aÄŸaca yaklaÅŸmamaya ve onun zehirli meyvesinden yememeye kesin kararlıdır. Bu kontrolü ve direnci saÄŸlayan ana saik Allah korkusudur, bunu da ÅŸiirinde açıkça ifade etmektedir. Bu olmasaydı muhtemelen bu kadını tutabilme imkânı olmayacaktı. Çünkü insan, nefsinin kışkırtıcı tutumuna karşı ancak inancıyla baÅŸa çıkabilir.
Bu kadın hukukun ulaÅŸamayacağı mahrem, özel bir alanda bulunuyordu. Nitekim vicdanı kocasının bu kadar uzun süre kendisinden ayrı düÅŸürülmesine isyandaydı. Buradan hareketle bir zihinsel meÅŸruiyet oluÅŸturabilirdi. Ahlak ile bir dereceye kadar kendini tutabilirdi. Çünkü toplumsal baskıdan uzaktaydı. Ayıplayacak kimse de gözükmemekteydi. Onu sadece nefsi kınayabilirdi. Onu da belki teselli bulacağı bir düÅŸünceyle atlatabilirdi. Ama aÅŸamadığı tek ÅŸey Allah’ın onu görmesiydi. Ä°ÅŸte din ve belli ölçüde ahlak, kiÅŸinin bir yasağı ihlal veya vazifeyi ihmal imkânına sahip olduÄŸu bir anda bireysel vicdan ÅŸeklinde devreye girmesiyle onu tutmakta, bunu içselleÅŸtirmesiyle de ahlaka dönüÅŸmektedir. Bu noktaya geliÅŸte ve süreklilik kazanmasında da dinin etkisi büyüktür. Sonuç olarak insanın en zayıf olduÄŸu bir hususta kendisini kontrol ederek erdemli davranabilen bu kadının ne kadar büyük bir emanet ehli olduÄŸunu ve diÄŸer insanların ona olan güveninin ne kadar üst düzeyde olabileceÄŸini söylemeye bile gerek yoktur. Ä°ÅŸte toplumda güveni saÄŸlayan, iliÅŸkileri saÄŸlamlaÅŸtıran, bu duygu ve inançtır. Bu, hukukun en saÄŸlam zeminidir.
Aynı konuda ikinci örnek de ÅŸudur:
Abdullâh b. Ömer (r.a.) bir grup arkadaşıyla birlikte Medîne civârında bir yere ziyarete çıkmıştı. Onlara bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı geldi ve selâm verdi. Ä°bn Ömer onu sofraya buyur etti. Çoban oruçlu olduÄŸunu söyledi. Ä°bn Ömer onu denemek için sürüden bir koyun satmasını istedi. Kesip etinden de bir miktar kendisine iftarlık bırakacaklarını söyledi. O da sürünün efendisine ait olduÄŸunu kendisinin sadece onun koyunlarını gütmekle vazifeli bir çoban olduÄŸunu söyledi. Ä°bn Ömer: “Kayboldu” dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırıp: “Allah da bilmiyor mu?” diye cevap verdi. Ä°bn Ömer, Medîne’ye geldiÄŸinde, çobanın efendisine bir elçi gönderip sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de kendisine bağışladı.[39]
Bu olayda da çobanın, hukukun ulaÅŸamadığı bir alanda içselleÅŸtirdiÄŸi bir eylemle haksızlığa karşı duruÅŸunu, emanete riayet gibi ahlakın en temel deÄŸerlerinden birisine sahip çıktığını görmek mümkündür. Bunun temelinde Allâh korkusunun bulunduÄŸunu görüyoruz.
Din ve ahlâk, hukuka manevi müeyyide saÄŸlar. Buna göre hukuk, bu iki kaynağın ilkelerine dayandığı ölçüde güç kazanır. Ä°slâm hukukunun vahye dayalı bir hukuk sistemi oluÅŸunun önemi burada kendisini göstermektedir. Çünkü vicdan duygusunun din ile önemli bir baÄŸlantısı vardır. Zira vicdan, insanın moral cephesini oluÅŸturan din ve ahlaktan oluÅŸan iki temele dayanır.[40] Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre Allah’ın zikrini ve uyarısını kabul etmeyip kalpleri kaskatı kesilen insanlar kötülük karşısındaki duyarlılığını kaybetmiÅŸlerdir.[41] Bundan dolayı ancak dini ve ahlakı bütün olanın vicdanı güçlü ve selimdir[42] ve bu özellikteki bir insanın vicdan duygusu haksızlık yapması halinde kendisini kınayan bir güç[43] olarak devreye girebilir.[44]
Vicdan, baÅŸlı başına bir hesaplaÅŸma âlemidir ve onun hükmü, kiÅŸinin, konuÅŸanın ve cevaplandıranın kendisinin olduÄŸu Allah korkusu ile kendi düÅŸünce ve hislerini telif ettiÄŸi bir sorgulamada vardığı sonucu ifade eden manevi bir emirdir. Bu hüküm hasbidir (karşılıksız) ve menfaat hislerinden temiz bir ÅŸekilde kendiliÄŸinden ortaya çıkar. Onu maneviyat tesirinden baÅŸka hiçbir kuvvet baskı altına alamaz.[45] Maneviyat olmayınca da gerçek bir vicdan duygusundan söz edilemez. Ä°ÅŸte bütün bunlardan dolayı gerçek manada adalete böyle bir vicdan hükmüne uygun kanun ve mahkeme kararıyla ile ulaşılabilir.[46] Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.): “Müftüler fetva verse de sen kalbinden (kendinden) fetva iste”,[47] “Ä°yilik ahlak güzelliÄŸidir, günah ise seni huzursuz eden ve baÅŸkalarının bilmesini istemediÄŸin ÅŸeydir”[48] buyurarak vicdanın vereceÄŸi hükmün önemine dikkat çekmiÅŸtir.
Hz. Peygamber mahkemeye intikal eden uyuşmazlıklarda tarafların vicdanlarına seslenerek onları şu şekilde uyarmıştır:
“Siz bana aranızdaki anlaÅŸmazlıklar sebebiyle davaya geliyorsunuz. Belki bazınız delilini diÄŸerinden daha iyi ifade eder (Bu sebeple ben de onun lehine hükmedebilirim). Ben kimin lehine (onun sözünü dikkate alarak) kardeÅŸinin hakkından bir ÅŸey hükmetmiÅŸ isem, ona ancak ateÅŸten bir pay vermiÅŸimdir. Sakın o hükümle verdiÄŸim bu payı almasın.”[49] Hz. Peygamber bu hadisiyle vicdanlara hitap ederek, ispatı mümkün olmayan haksızlıklar karşısında sadece hukuk kaidelerinin yapabileceÄŸi bir ÅŸeyin bulunmadığını ifade etmektedir. Gerçekten Duguit’in (Ö.1928) de ifade ettiÄŸi gibi hukuk kendi kuvvetini münhasıran ferdî vicdanların kendisine iltihakından alır[50] ve hukuk, tesirini, baÄŸlayıcı ve zorlayıcı olma özelliÄŸinden ziyade vicdanen uyulması gereken bir deÄŸerler dizisi olduÄŸunda gösterebilir. Zira karşısındakinin hakkını tanıyan ve haksızlığa tahammül edemeyen kafa deÄŸil vicdan ve kalptir.[51] Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm “gözler deÄŸil göÄŸüslerdeki kalpler kör olur” ifadesiyle saÄŸduyu ve vicdana atıfta bulunur.[52] Bunu otomobil metaforuyla daha anlaşılır biçimde ifade etmek mümkündür. Hukuk kaideleri, eÄŸimi fazla olan bir yolda boÅŸa alınmış bir otomobili durdurmak için tekerlerine takoz konulmasına benzer. Takozun ona uyguladığı engelleyici dış baskı kalktığı an kendi bildiÄŸine gidecektir. Takoz alınmasa dahi dışarıdan kendisine itici bir güç uygulandığında takozu aÅŸarak tekerleri dönerek gidecektir. Bu hukuk kurallarını sembolize eder ve bu durumdaki kontrol mekanizmalarının ne kadar zayıf ve etkisiz olduÄŸunu gösterir. Bu otomobilin, içeriden frenlenmesi durumunda onu tutmaya gerek yoktur. Bu da kiÅŸinin vicdanı, dolayısıyla ahlakıdır. Bu aracın bir de tekerine takoz konulması halinde bulunduÄŸu yerdeki eÄŸime raÄŸmen daha güvenli bir ÅŸekilde park edecek ve sabit kalabilecektir. Ä°çeriden frenlendiÄŸi halde tekerlerinde takoz bulunsun veya bulunmasın dışarıdan daha büyük itici bir güç uygulandığında yine hareket edecektir. Ancak bu defa tekerleri dönmeyecek ve araç sürüklenecektir. Ä°ÅŸte vicdanın hükmü de buna benzemektedir. Bu durumda kural ihlalinde bulunmak zorunda kalan ve sabit durmaya güç yetiremeyen kiÅŸi (ikrah hali gibi) vicdanen huzurlu ve mazur durumda bulunacaktır. Burada içteki firen vicdanı dolayısıyla ahlakı, takoz ise engelleyici müeyyideyi yani hukuku remzetmektedir. Ödevlerini sadece hukuk baskısı altında yerine getiren bireyin hali birinci durumun tipik örneÄŸidir. Kanunların etkisinden çıktığı an, zayıf eÄŸilimlerinin etkisiyle dilediÄŸini yapabilecektir. Ä°çeriden frenlenmiÅŸ araç din destekli vicdani kontrolün nefsânî eÄŸilimlere karşı güçlü bir kontrol mekanizması oluÅŸturduÄŸu ve hukukun ulaÅŸamayacağı ya da zayıf kalacağı alanlarda kuvvetli bir etki göstereceÄŸini anlatmaktadır. Bundan dolayı Hz. Ömer hilafet görevini üstlendiÄŸi gün ilk hitabesinde tıpkı Hz. Peygamber gibi: “Hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba çekin”[53] uyarısından sonra “O gün huzura alınacaksınız ve o gün hiçbir ÅŸey gizli kalmaksızın hesabı görülecek”[54] ayetini okuyarak vicdanlara seslenmiÅŸtir.[55] Zira saÄŸlıklı toplumun oluÅŸması bu tür insanların çokluÄŸuyla doÄŸru orantılıdır.
Kural ihlalleri, ispat edilememesi için genelde gizli yapıldığından ya da ispatın imkânsız olacağı biçimde iÅŸlendiÄŸinden vicdan burada devreye girerek önleyici etki yapar, suç iÅŸlenmiÅŸ ise ikrar, itiraf gibi ispat kolaylığı saÄŸlar, peÅŸinden de telafi edici bir rol oynar ve sahibi açısından da davranışlarını onarıcı bir iÅŸlev görür. Örnek vermek gerekirse murûr-ı zaman sebebiyle mahkemelerin dinlemediÄŸi davalar kanuna uygun görülebilir. Zaman aşımından dolayı mahkemenin davayı dinlememesi hak sahibinin alacaklarını himayesiz bırakır ve bunun kanuna uygun olduÄŸu konusunda bir ÅŸüphe de yoktur. Ancak dini-ahlaki olarak bu alacağın düÅŸmesi söz konusu deÄŸildir ve mükellefin zimmetinde borç olarak kalmaya devam eder. Borçlu vicdanın sesine kulak vererek alacaklının hakkını eda etmediÄŸinde borç ahiret yurdunda kurulacak büyük mahkemede sahibine ulaÅŸtırılacaktır. Hukuken kaybolmuÅŸ, ahlaken borçlunun vicdanına havale edilmiÅŸ, bununla birlikte borçlunun içteki sesine kulak vermemesi sebebiyle dünyevi olarak ifa edilmemiÅŸ bir yükümlülük dinen korunmuÅŸ ve ahirete ertelenmiÅŸtir. DiÄŸer bir örnek olarak da ÅŸunu zikredebiliriz: Yazıya geçirilmemiÅŸ bir alacak davasında bir baÅŸka ispat vasıtası da yoksa mahkemenin bu hakkı koruması, bir baÅŸka ifadeyle alacağın ödenmesi yönünde karar vermemesi kanuna uygundur. Çünkü mahkeme ispat edilebilen hakları koruyabilir. DiÄŸer bir deyiÅŸle ispatlanamayan haksızlıkların yargı yoluyla çözümlenmesi mümkün deÄŸildir. Burada davacı haklı bile olsa hatta hâkim davacının haklı olduÄŸunu bilse dahi iddiasını ispat edememesi hakkına ulaÅŸmayı engeller. Dolayısıyla davacı iddiasında haklı bile olsa mahkemenin bu kararı hukuka uygundur. Ama ahlaki olarak borçlunun borcunu ödemesi gerekir. Ahlakın ise maddi bir yaptırımı olmadığı için borcun ifası sadece davalının insaf ve vicdanına kalmıştır. Dini olarak bu borç ahirete intikal eder ve orada ödenir.
Din ve ahlak, hukuk kurallarının arkasına gizlenerek, bir baÅŸka ifadeyle eylem ÅŸeklen hukuka uydurularak kanuna karşı hile veya hakkın ya da yetkinin amacından saptırılarak süistimal edilmesi yoluyla dolaylı ihlallerde engelleyici rol oynar. Yetki ve hakkın ya da inisiyatif kullanımının söz konusu olduÄŸu her yerde en temel dinamik din-ahlaktır. Bir görevin ÅŸekil ÅŸartlarına uygun olarak yerine getirilmesini ya da bir hakkın ya da yetkinin kurala uygun biçimde icrasını hukuk geçerli sayabilir. Burada amaçtan sapma varsa ve iyi niyet / dürüstlük kuralı ihlal edilmiÅŸse saik ve sonuçları itibariyle din ve ahlak tasvip etmez. Ä°ÅŸte hukukun din ve ahlaka en fazla ihtiyaç duyduÄŸu alan burasıdır. Esasen din-ahlak ve hukukun kesiÅŸme noktası da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Din ve ahlak devreden çıkarıldığında orada hukukun ÅŸekilciliÄŸi dışında bir ÅŸey kalmaz ve bunun adaleti saÄŸlaması da mümkün deÄŸildir. Tam aksine hukuk eliyle haksızlık/zulüm yapılmış olur ki esas problem de budur. Türkçedeki iÅŸi kitabına uydurmak ya da minareyi çalanın kılıfını hazırlaması tabirleri tam da bu hususu izah etmektedir. Söz gelimi malının zekâtını vermemek için senenin dolmasına az bir zaman kala eÅŸine bağışlayan, ertesi sene aynı ÅŸekilde yıl dolmadan kocasına bağışta bulunan bir kadının iÅŸlemleri ÅŸekil itibariyle hibe olsa da kanuna karşı bir hiledir. Keza bir Müslüman mal varlığının üçte birini bir baÅŸkasına vasiyet etme hakkına sahiptir. Bundan amaç vasiyette bulunanın sevap kazanması, iç dünyasında arınması, ihtiyaç sahibine yardımdır. Ancak mal sahibi, mirasçılarının hissesini düÅŸürme amacına yönelik olarak vasiyette bulunuyorsa bu ÅŸeklen hukuka uygun olsa da ahlaki deÄŸildir. Bir koca, evlilik her iki taraf için de çekilmez hale geldiÄŸinde eÅŸini boÅŸayabilir. Bu kendisine tanınmış bir haktır. Ancak ölümle sonuçlanan hastalık halinde (maraz-ı mevt) sırf karısını mirastan mahrum bırakmak kastıyla boÅŸuyorsa (talâku’l-fârr) burada bir hakkın kötüye kullanılması söz konusudur. Hukukun tanıdığı bir hak yine hukukun tanıdığı bir baÅŸka hakkı ortadan kaldırmak için süiniyetle kullanılmış ve amacından saptırılmıştır. DiÄŸer bir örnek olarak ÅŸunu zikredebiliriz. Bir kimse kendi mülkünde tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mesela binasının üzerine baca inÅŸa edebilir. Ama bunu komÅŸusunun deniz manzarasını kesmek amacıyla yapıyorsa burada mülkiyet hakkının süiistimali söz konusudur. Ä°slam hukukçuları ilk günden itibaren davranışlara yön veren saiki dikkate alarak ahlak kuralını hukuk kuralına dönüÅŸtürmüÅŸler ve kanuna karşı hile halleri ile hak ve yetkinin kötüye kullanılmasını önleyici tedbirleri almışlardır. Davranışın temelindeki saik herhangi bir karine ile tespit edilebildiÄŸinde hüküm ona bina edilmiÅŸtir. Mesela ölümle sonuçlanan hastalık halinde boÅŸanan kadını -Ä°mâm Åžâfiî hariç- boÅŸayan kocaya mirasçı kılmışlardır.[56] Ancak bu o kadar zor bir alandır ki hukukçuların aciz kaldığı durumlar olmuÅŸtur. Ä°slam hukukundaki hükümlerde diyâneten ve kazâen ayırımı bu sebeple ortaya çıkmıştır. Diyâneten sorumluluÄŸun ahlakın hukuka nüfûz edemediÄŸi alanlarda ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Dünyevi hükümler bakımından hukukun ulaÅŸamadığı bu tür alanlarda yine de Ä°slam hukuku sorumluluÄŸu eylem sahibinin vicdanına havale ederek mahkeme-i kübrâyı hatırlatmak suretiyle bir kontrol saÄŸlamayı hedeflemiÅŸtir. Bazen de ahlaka aykırı durumlarda ve hukukun etkisiz kaldığı hallerde bireyler kendi tedbirlerini de üretmiÅŸlerdir. Mesela bazı aileler kızlarının kocası tarafından keyfi olarak boÅŸanmasını önlemek amacıyla muaccel (peÅŸin) mehri düÅŸük, mehr-i müecceli (mehrin sonra ödenmesi kararlaÅŸtırılan kısmı) yüksek tutmuÅŸlardır ki bu yüksek meblağı ödeme güçlüÄŸü boÅŸamayı önleyici bir tedbir olarak düÅŸünülmüÅŸtür.
Burada ÅŸuna da iÅŸaret edilmelidir. Çok ince analizleri gerektiren eylem-saik ya da kasıt / niyet iliÅŸkisini belirleme ve buna göre bir hukuk oluÅŸturma çabası hukuk düÅŸüncesinin geliÅŸimine en önemli katkıyı saÄŸlamış ve sonuçta bazı hukukçuların isabetle belirttiÄŸi gibi ahlaki özelliÄŸi öne çıkan kaideler hukuk tefekkürünün aldığı mesafede en büyük paya sahip olmuÅŸlardır.
Din, hayatın bütün alanlarını kuÅŸatan bir özelliÄŸe sahiptir. Din, yer yer baÄŸlayıcı hükümler koyar ve bunlar onun hukukunu oluÅŸturur. Ä°slam, evrensellik ve süreklilik özelliÄŸinin tabii sonucu olarak kendilerindeki maslahatın sabit olduÄŸu, bir baÅŸka ifadeyle insanların menfaatinin yer ve zamana göre deÄŸiÅŸmediÄŸi nadir hükümler dışında ayrıntıya girmemiÅŸ, genel prensipler / temel ilkeler belirlemiÅŸ, zaman-zeminin ihtiyaçlarına göre bunların ictihad yoluyla iÅŸletilerek ortaya çıkan sorunların çözümlenmesine imkân saÄŸlamıştır. Bu ilkeler insan ruhunun derinliklerinde kök salmış, insanlığın baÅŸlangıcından itibaren süzülüp gelen, rafine olan ahlakî umdeler karakteri taşıdığı için zaman ve mekân üstüdür. O yüzden evrenseldir. Bunlar davranışlara yön verir ve toplumda bu doÄŸrultuda bir yaÅŸam biçimi oluÅŸur; peÅŸinden de hukuk kuralına dönüÅŸür. Mesela îsâr (bir baÅŸkasını kendisine tercih etme) evrensel bir ahlak ilkesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in teÅŸvik ettiÄŸi bir erdemdir.[57] Bu ilke Türk toplumunda ÅŸehir içi toplu ulaşım araçlarında, oturan birisinin kendisinden daha güçsüz ya da daha fazla ihtiyaç içinde olan kiÅŸilere yer vermesi gibi bir davranış biçimi geliÅŸtirmiÅŸtir. Mesela yaÅŸlı, hamile bayan, hastaya yer vermek bizim toplumumuzda ahlaki bir davranış biçimi olarak yerleÅŸmiÅŸtir. Buna aykırı davranan kınanmıştır. Bu sebeple genellikle herkes buna göre hareket eder. Ancak bazı bireyler bunun iyi bir davranış biçimi olduÄŸuna inansa da toplumun kınama ya da ayıplama gibi baskı araçlarına aldırmadan zaman zaman ihmallerde bulunabilir. Ä°ÅŸte bu durumda bu türden istisnai davranışları engellemek için ilgili kurum belli koltukları bu gruptan olan yolculara tahsis eder ve bu kuralı bildiren bir levha astığında ahlak kuralı kanuna dönüÅŸmüÅŸ olur. Artık hiç kimse bu amir hükmün dışına çıkamaz. Vicdani müeyyide ile himaye edilen bir uygulama hukuk kuralına dönüÅŸerek maddi müeyyide ile korunur hale gelir. Ä°ÅŸte bu aÅŸamadan sonra hukuk ahlakı da himaye eden bir mekanizma ÅŸeklini alır. Ancak ahlak da toplumsal duyarlılığı dinamik tutarak hukukun iÅŸini kolaylaÅŸtırır. Din de olumlu davranışlara ödül vererek teÅŸvik edici bir iÅŸlev görür. Burada dikkate deÄŸer olan husus toplumda herkesin böyle bir davranış biçiminin iyi olduÄŸuna inanmış olmasıdır. Buna raÄŸmen herhangi bir sebeple ihmalkâr davranacakların önünü kesmek için ahlak, hukuk kuralına dönüÅŸtürülerek maddi müeyyideye baÄŸlanmıştır. Bir baÅŸka ifadeyle kanunlar, ahlak kurallarının kaçaklarını kapatmak için vazolunurlar. Ömer b. Abdilazîz’in dediÄŸi gibi: “Kanunlar / hükümler insanların ortaya çıkardığı kötülükler oranında vücut bulur.”[58] O zaman din-hukuk-ahlak arasındaki bağın güçlü olduÄŸu bir toplumda kanun formundaki buyruklar bireysel ihlalleri / küçük kaçakları engellemek için vardır denilebilir.
DiÄŸer taraftan hukuk boÅŸluklarından yararlanarak kendisine ayrıcalıklı alan açmak isteyenlere mani olan böylece adaletsizliklerin önüne geçen ahlak ve dindir.
Bütün bunlardan sonra bir noktanın altını çizmek zorundayız. Din-ahlâk- hukuk arasındaki iliÅŸki -bu Ä°slam da olsa- ne kadar güçlü ve sıkı olursa olsun, toplum içindeki kaçakları bütünüyle önlemesi mümkün deÄŸildir. Nitekim Hz. Peygamber’i gördüÄŸü halde, vahyin nüzul sürecine tanık olmuÅŸ sahabiler arasında bile zaman zaman çeÅŸitli ihlaller olmuÅŸtur. Burada önemli olan kaçakların düzeni bozacak seviyeye ulaÅŸmamasıdır. Din burada devreye girer. Zaten kaçağı olmayan bir sistemden söz etmek mümkün deÄŸildir. Önemli olan kaçakların sistemleÅŸip düzensizliÄŸe yol açmamasıdır. Din-ahlâk-hukuk kaçaklar önünde güçlü bir engel oluÅŸtururken meydana gelenlerini de yakalayıp tamir ederek sistemleÅŸmesine mani olur.
Din-ahlâk ve hukukun birbirleriyle olan iliÅŸkilerini ÅŸöyle bir ÅŸemayla göstermek mümkündür:
Hukukun otoritesinin bulunmadığı sadece ahlakın egemen olduÄŸu bazı alanlar da vardır. Ä°liÅŸkilere derinlik kazandıran, insanları birbirine baÄŸlayan nezaket ve saygı kurallarında mesela küçüÄŸün büyüÄŸe hürmetinde hukuk kurallarının bir etkisi yoktur. Bunu saÄŸlayan ahlâktır.
Bir ahlak kuralının ne zaman hukuk kuralına dönüÅŸeceÄŸi de önemli bir meseledir. Ripert’in (ö.1958) ifadesiyle “ahlak kaidesi, hukuk kuralı özelliÄŸi kazanamadığında bile bazen hukukun sınırları çevresinde dolaÅŸarak hiç deÄŸilse tabii bir vecibe ÅŸeklinde dikkate alınmayı talep eder.”[59] Ancak Abdülhak Kemal Yörük’ün (ö.1974) dediÄŸi gibi “ahlak kaidesi insanın vicdanında ve aklında diÄŸerleri için karşılıklı bir hak ihdas eder mahiyette görüldüÄŸü zaman bir hukuk kaidesi olur.”[60] Söz gelimi Hz. Peygamber fiyatların artması üzerine narh koyma teklifini arz-talep iliÅŸkisine göre piyasanın kendi dengelerini kuracağı aksinin satıcılara haksızlık getireceÄŸi düÅŸüncesinden hareketle geri çevirmiÅŸtir.[61] Ancak daha sonra bu durum zarar vermeye baÅŸlayınca mesela Tâbiûn döneminde fiyatlara narh konulması kanuni olarak düzenlenmiÅŸtir.
KiÅŸinin onurunu / ÅŸerefini ilgilendiren bir meselede ahlâk kuralının hukuk kuralına dönüÅŸtüÄŸü, hatta onun da üzerine çıktığı durumlar söz konusudur. Birinciye örnek olarak reÅŸit kızların evliliÄŸinde velinin yetkisini belirleyen anlayışı zikretmek mümkündür. Ebû Hanife’ye göre emsal mehrini almak ve dengiyle evlenmek kaydıyla bu çaÄŸdaki kız, velisi izin vermese de evlenebilir. Kocası dengi deÄŸil ise ve emsal mehrin altında bir meblaÄŸa anlaÅŸmışlarsa velinin nikâha itiraz hakkı vardır ve kadın hamile kalmadıkça fesih davası açma yetkisine sahiptir. DiÄŸer üç mezhepte (Mâlikîler-Åžâfi‘îler-Hanbelîler) reÅŸit kızın evliliÄŸi için velinin izni gerekir. Ancak emsal mehri alan ve dengi ile evlenmek isteyen kıza izin vermeyen veli bu yetkisini kötüye kullandığından velayet yetkisi düÅŸer ve evlendirme yetkisi sıradaki veliye geçer. Bu mezheplere göre de velayet yetkisi sembolik bir anlam taşır. GörüldüÄŸü gibi kız evlenme akdinde merkezi konumdadır. Bu hükümlerin temelinde ahlaki bir kaygı yatmaktadır. Müctehid imamlar döneminde mehri düÅŸük olan ve emsaliyle evlenmeyen kızların ahlaki anlamda mesela iffet açısından problemli olduÄŸu algısı ve velinin de bundan rencide olacağı, velinin onurunun korunması gerektiÄŸi düÅŸüncesi vardır. Bu hüküm ahlaki bir kabulün yasa haline gelmiÅŸ ÅŸeklidir. Burada diÄŸer bir husus da ahlaki zaafın denklikte belirleyici olmasıdır. Bu açıdan rüÅŸvetin denklikte etkili olduÄŸu kabul edilmiÅŸtir. Ä°slam hukukçuları rüÅŸvet alıp almamayı dini deÄŸerlere saygı ve ahlaki kemal noktasında önemli bir ölçü saydıkları için rüÅŸvet alan bir yetkilinin statüsü ne olursa olsun, mevkii ne kadar yüksek olursa olsun sosyal statüsü düÅŸük de olsa evlenmek istediÄŸi ahlakî kemale sahip (saliha) kıza denk saymamışlardır. Hayat tarzı itibariyle dini deÄŸerlere baÄŸlılık ve ahlakî olgunluÄŸa ulaÅŸma ÅŸerefi, adalet ve dürüstlüÄŸün bulunmadığı diÄŸer mevkilere üstün tutulmuÅŸtur.[62] Buna göre, böyle birisiyle evlenen kızının nikâhını kendisini rencide edici özelliÄŸi sebebiyle veli itiraz hakkını kullanarak feshettirebilir.
Bazı hallerde baÄŸlamından koparılarak güçlü bir baskı aracına dönüÅŸen ve bir hakkın kullanımını engelleyen ahlak algısı istenen bir durum deÄŸildir ve bu, toplumda olumsuz bir takım sonuçlara yol açabilmektedir. Burada dengenin iyi kurulması gerekir. Mesela evlilik teklifi alan genç kızın susması, rızasına delalet etmektedir. Bunun sebebi kızların evlenmeyi istemediklerinde teklifi açıkça reddedebildikleri halde, evliliÄŸe razı olmaları durumunda utanma duygularının bunu sözlü olarak dile getirmelerine mani olmasıdır. Velinin izninin gerekli olduÄŸunu savunan mezhep mensuplarının yaÅŸadıkları ülkelerde bunun büyük sorunlara yol açtığı çeÅŸitli araÅŸtırmalarda dile getirilmektedir.[63] Çünkü kızların kendilerine uygun talipler çıktığında teklife olumlu cevap verip velilerinden bunu onaylamalarını istemeleri pek kolay olmamaktadır. Birçok veli, kızını bir kenara bırakıp kendisini merkeze alarak velayet yetkisini süiistimal etmektedir. Bu anlayışın, ahlaki kontrol mekanizmaları yeterince devrede olmayan velilerin kızlarındaki utanma duygusunu istismar etmelerine yol açtığını ve sonuçta veli despotizmine zemin hazırladığını söylememiz mümkündür. Bu da bir kez daha göstermektedir ki ahlakı oluÅŸturulmamış ya da ahlaki zemini kaymış veya zayıflamış bir kuralın iÅŸlevi yoktur.
Ä°kinci olarak da ÅŸuna deÄŸinmeliyiz. Öyle yasaklanmış fiiller vardır ki, toplum bunu hukuk ihlalinin ötesine götürerek hukuk müeyyidesiyle tatmin olmaz ve çok daha ağır ahlaki müeyyidelerle o ÅŸahsı cezalandırır. Özellikle bu suç tekrarlanmış ise bireyin durumu daha da zorlaşır. Mesela Müslüman Türk toplumunda özellikle yüz kızartıcı / utanç verici suç tanımına giren zina, rüÅŸvet, haksız kazanç gibi fiiller bu tür bir tepkiyle karşılaşır. Dışlama, saygı duymama, alaya alma, kınama, merhabayı kesme gibi toplumsal tepkiler sebebiyle bu tür suçlardan hüküm giymiÅŸ olanlardan bazı insanların kanuni cezalarını çekseler bile bulundukları yeri terk etmek zorunda kaldıkları bilinmektedir.
Ahlak, hukuk kurallarının sertliÄŸini alan bir özelliÄŸe de sahiptir. Borçlar hukuku açısından beklenmeyen haller ve mücbir sebepler bu hususta isabetli bir örnektir. “Akit, tarafların kanunudur” kaidesine tutunarak bu tür hallerde alacaklı borçlusundan akdin gereÄŸini yerine getirmesini talep edebilir. Bu kural ona imkân vermektedir. Aksi takdirde akit güvenliÄŸi zedelenir. Ancak borçlunun akit ile ifa arasında geçen zaman zarfında beklemediÄŸi bir hal sebebiyle sözleÅŸme sırasında öngörmediÄŸi ek bir yükümlülük ile karşı karşıya kaldığı durumlarda ya da ifanın çok zor olduÄŸu veya imkânsız noktaya ulaÅŸtığı mücbir sebeplerin zuhur etmesi durumunda borçludan akdin ifasını istemek ahlaki midir? Elbette deÄŸildir. Herkesin vicdanının aynı ölçüde güçlü olmadığı için kanun koyucu iÅŸi ÅŸansa bırakmamış ve bu ahlak kaidesini hukuk kuralına dönüÅŸtürerek bu tür halleri akdin tadili ya da iptaline imkân veren bir durum olarak deÄŸerlendirerek “Beklenmeyen Hal Nazariyesi” ve “Mücbir Sebepler Teorisi” ortaya çıkmıştır.[64]
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere genel anlamda kanunlar, ahlak kuralarının maddi müeyyideye baÄŸlanmış somut, formel halini ifade eder. Bu açıdan yasallık ile ahlakilik örtüÅŸmektedir. Bu sebeple Georg Jellinek’in (ö.1911) “hukuk asgarî ahlaktır”[65] özdeyiÅŸi bazı açılardan itiraz edilse de genel anlamda isabetli bir tespittir. Ripert’in deyiÅŸiyle bir eylem, zorunluluk arzeden bir özellik halini almışsa ahlak kaidesi hukuk kuralı haline dönüÅŸmüÅŸ demektir ve mahkemelerin muzaheretini talep eder.[66] Hukukun finalist gayesi olan adalet aynı zamanda ahlakın da hedefidir. Bu noktada iki müessese birleÅŸmekle birlikte ahlak, asgari sınırın ötesinde bir yükümlülük öngörür. Bu açıdan ayrılırlar. Nurettin Topçu’nun (ö.1975) isabetli tespitinde olduÄŸu üzere ahlak, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini saÄŸlamaktır.[67] Hukuk, cemiyet hayatı için gerekli düzenin saÄŸlanması için sadece zaruri olan kurallardan oluÅŸur. Asgari ahlak oluÅŸu buradan gelir. Bu hususu biraz açmak gerekir. Åžöyle ki: Hukuk öncelikle hakkı korumakla ve adaleti tesis etmekle yükümlüdür. Yapısı gereÄŸi iliÅŸkileri hak üzerine oturtmak kanunî ya da toplumsal müeyyidelere baÄŸlı olarak ÅŸekilsel sorumlulukların yerine getirilmesini saÄŸlasa da dini ve ahlaki vazife zihniyeti ve bunun doÄŸurduÄŸu sevgi temelli iliÅŸkiler zincirinin saÄŸladığı bütünleÅŸmeyi, kaynaÅŸmayı, iliÅŸkilere kazandırdığı derinliÄŸi, gerektiÄŸinde fedakârlığı, diÄŸerkâmlığı gerçekleÅŸtiremez. Çünkü hukukun nihai hedefi adalettir. Adalet ise zorunlu olarak hak edene hak ettiÄŸini vermekle sınırlıdır. Bu, iliÅŸkilerdeki en alt sınırı ve en son noktayı temsil eder, esneme payı yoktur, sınırı zorlama kırılmayı beraberinde getirir. Bu sebeple belirlenen çizginin ötesine geçmek zulümdür. Dolayısıyla kanuna göre hareket etmek toplumsal iliÅŸkileri en alt düzeyi temsil eden deÄŸere göre yürütmek anlamına gelir. Çünkü hukuk, cemiyet hayatı için gerekli düzenin saÄŸlanması için sadece zaruri olan kurallardan oluÅŸur. Asgari ahlak oluÅŸu buradan gelir ve bu açıdan bu tanımlama isabetlidir. Ancak toplumsal iliÅŸkilerde derinliÄŸi adaleti de aÅŸan deÄŸerler belirler. Din ve ahlakın öngörmüÅŸ olduÄŸu vazifeler hakla sınırlı olan hukukun alanını aÅŸar ve onun ötesine geçerek fedakârca iliÅŸkileri besler, geliÅŸtirir, yaygınlaÅŸtırır. Bu, hukukun iÅŸini kolaylaÅŸtırır ve yükünü azaltır. Toplumsal dokuyu örgüleyen iliÅŸkilerin esnek zeminde seyretmesini saÄŸlayan, duygulardır. Duyguları besleyen, fedakârlıklardır. Bu ise hak talebiyle dolayısıyla hukukla elde edilebilecek bir ÅŸey deÄŸildir. Bunu saÄŸlayan, ahlak merkezli vazife ÅŸuurudur, her hak sahibine hakkını vermek, baÅŸkasını kendine tercih etmek (îsâr), baÅŸkasına gönül coÅŸkusuyla ve istediÄŸinden fazlasını vererek iyilik etmek (ihsan), nezaket vb. ahlaki erdemlere sahip olmaktır.
Din ve ahlakın hakka göre öncelediÄŸi vazife sorumluluÄŸu kiÅŸinin karşı tarafın hakkını merkeze alarak kendisini yükümlü tutmasını öngörür. Böylece doÄŸrudan karşı tarafın hakkını tanır. Bu sebeple Ä°slam’ın temel metinlerinde haklardan bahsedildiÄŸinde bile hak sahibine hakkının hatırlatılması yerine daha çok o hakka karşı vazifeli olanın sorumluluÄŸuna dikkat çekilmesinin sebeplerinden birisi de budur. Hak merkezli bir zihniyetin huzuru saÄŸlayabilmesinin tek ÅŸartı hak sahibine hakkını hatırlatmaktan ziyade, ona karşı sorumlu olana vazifesini hatırlatmak, görev bilincinin düzeyini yükseltmektir. Yapısı itibariyle vazife merkezli iliÅŸkiler daha saÄŸlam, hak talebi temelli iliÅŸkiler ise daha kırılgan ve ayrışmaya daha meyillidir.
Vazife ve sorumluluk ÅŸuurunun belirleyici olmadığı iliÅŸkiler ağında hak sahipleri ne kadar haklı olurlarsa olsunlar her zaman maÄŸdur olma riskine sahiptirler. Vazife ahlakı, sorumluluk bilincini zorunlu olarak doÄŸurduÄŸu için karşı tarafın hakkını istemeye ihtiyaç bırakmadan garanti altına alan bir davranış biçimi geliÅŸtirir. Haklar baÅŸkaları vazifelerini yerine getirdiÄŸi ölçüde korunabilir. Bu sebeple Ä°slam açısından kiÅŸi hak sahibi olmaktan öte, sorumlu bir varlıktır. Bu bilinç diÄŸerinin hakkını ikrar sonucunu doÄŸurur. Bir Müslüman önce Allâh’a sonra kendisine ve çevresine karşı sorumlu varlık olarak her hak sahibinin hakkını gözetmek, onun saygınlığını çiÄŸnememekle yükümlüdür. Vazife ÅŸuuru ve sorumluluk bilinci kiÅŸiyi karşı tarafın hakkına karşı doÄŸrudan görevli kılar. Bu sebeple Ä°slam kültürünün hâkim zihniyeti: Bu benim hakkım, senin de vazifen yerine, bu senin en tabii hakkın, benim de en temel vazifem ÅŸeklindeki anlayıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse benim hakkım, onun vazifesi ya da senin vazifen yerine benim vazifem, senin ya da onun hakkı ÅŸeklindeki zihniyettir. Müslüman toplumlarda baÅŸkalarına karşı vazife ve sorumluluk öyle saÄŸlam bir zemine baÄŸlanmıştır ki bunun adı da kul hakkıdır ve ihlal durumunda Allâh’ın bağışlamadığı ve sahibi dışında da hiç kimseye af yetkisi vermediÄŸi bir olgudur.[68]
Arka planında güçlü bir vicdani zemin olmayan hukuk kurallarının ihlali, bir yaÅŸam biçimi halini alabilir. Vicdanlarda yer bulmayan bir hükmün, kanunun uzanamayacağı yerlerde ihlal edilmesi vicdanları sızlatmaz, rahatsız etmez. Hatta bu durumda ihlal ayrı bir zevk halini de alabilir. Çünkü her kural mutlak hürriyete bir müdahaledir ve makul olmaması durumunda iÅŸlevselliÄŸini kaybeder. Bu sebeple ahlak hukuktan önce gelir. DoÄŸan Özlem’in ifadesiyle “ahlak hukuku önceler.”[69] Hukuk, sadece olgunlaÅŸarak kanun olacak aÅŸamaya gelmiÅŸ ahlak kurallarını yasalaÅŸtırır ve maddi müeyyideye baÄŸlar. Buna göre ahlakı oluÅŸturulmamış bir kuralın iÅŸlevselliÄŸini saÄŸlamak zordur. Sosyolojik olarak toplum tarafından içselleÅŸtirilmemiÅŸ, kültür haline gelmemiÅŸ, toplum vicdanında makes bulmamış ve toplumsal bilince dönüÅŸmemiÅŸ kuralların tepeden inmeci bir yaklaşımla dikte edilmesi tabii bir tepki doÄŸurur. Bu, hukuk yoluyla despotizm oluÅŸturma anlamına gelir ki toplum açısından en tehlikelisi de budur. Çünkü bu durumda hukuk, amaç dışı kullanılmakta ve haksızlığa payanda yapılmaktadır. Bir topluma en büyük ihanet de budur. Bu sayede kurallar toplumda her hangi bir saygınlık kazanamaz. Dolayısıyla hukukla ahlak oluÅŸturulması, belli davranış biçimi geliÅŸtirilmesi imkânsız denilebilecek ölçüde zordur. Esasen bunun örneÄŸi de yoktur. Çünkü hukukun aracı, maddi müeyyidedir. Bununla insanın iç dünyasını kontrol imkânsızdır. Hâlbuki insanı yönlendiren iç dünyasıdır. Ona hâkim olabilmek için kalbine / gönlüne hâkim olmak gerekir. Bu da onun vicdanıdır. Gönülsüz itaatin kalıcılığı düÅŸünülemez. Bu sebeple vahyin gelmeye baÅŸladığı ilk günlerden itibaren oluÅŸturulmak istenen Ä°slam toplumunda öncelikle iliÅŸkileri belirleyecek hukuk kurallarının arka planındaki ahlakın saÄŸlanması cihetine gidilmiÅŸ, peÅŸinden de bu oluÅŸan ahlak kuralları kanun formuna dönüÅŸtürülmüÅŸtür. Bunun için de titiz bir çalışmayla bilginin bilince dönüÅŸmesi, farkındalık oluÅŸturulması, bireysel ve toplumsal vicdanın aktif hale getirilmesi saÄŸlanmış, hukuki düzenleme öngörülen alanlarda insanların ihtiyaç duyduÄŸu meÅŸru alanlar oluÅŸturulmuÅŸtur. Ä°slam’ın Mekke ve Medine döneminin belirleyici kriteri de budur. Yani Mekke döneminde iliÅŸkilere esas olan ahlak oluÅŸmuÅŸ; peÅŸinden Medine devrinde ahkâm konulmuÅŸtur. Nitekim Kur’ân’ın ihtiyaca göre parça parça gelmesinin[70] amaçlarından birisi de kalplere yerleÅŸtirilmesi, bir yaÅŸam biçimine dönüÅŸmesi, hükümlerinin içselleÅŸtirilmesidir. Faiz gibi toplumsal ve içki gibi bireysel bağımlılık kazanmış olan kötü alışkanlıkların tedrîc / zamana yayma yöntemiyle tedavi edilmesinin ve peÅŸinden hükmünün konulmasının sebeplerinden birisi de budur. Bu anlatılanlara örnek olmak üzere ÅŸu noktaya iÅŸaret edebiliriz: Miraç hadisesinin peÅŸinden ve Medine’ye hicretin hemen öncesinde nazil olan Ä°sra suresinin 39-45. ayetleri ile Mekke döneminin sonlarında kuvvetli görüÅŸe göre toptan inen En‘âm suresinin 151-153. ayetleri Ä°slam toplumunun hangi ahlaki ilkeler üzerine inÅŸa edileceÄŸini ve medeniyetin hangi temeller üzerinde yükseleceÄŸini belirlemiÅŸ, Hz. Peygamber Medine’de devletini bu dini-ahlâki deÄŸerler üzerine kurmuÅŸtur. PeÅŸinden de ahkâmı konulmuÅŸ ve kurumlar oluÅŸturulmuÅŸtur. Bunlardan önce nazil olan ayetlerde mü’minlere / salih kullara yakışan ve yakışmayan özellikler ÅŸeklinde zikredilen bu davranışlar,[71] görüldüÄŸü üzere Devletin kuruluÅŸ aÅŸamasında (ahlâkı oluÅŸturulduktan sonra) emir ve yasak ÅŸeklinde aynı zamanda hukuki karakter arzeden bir boyuta taşınmış (Rabbin hüküm olarak koydu / kesin olarak emretti ki...;[72] Gelin Rabbinizin size haram kıldığı ÅŸeyleri okuyayım...[73]) ve peÅŸinden de müeyyideleri gelmiÅŸtir.[74] Zaman içinde Sünnetle detaylandırılan bu esaslar ÅŸunlardır:
Allâh’a eÅŸ koÅŸmama ve sadece Allâh’a kulluk etme (tevhîd akîdesi ve ona uygun yaÅŸam biçimine sahip olma bütün hak dinlerin ana amacıdır);
Ana-babaya iyi davranma ve saygılı olma (Ä°slam aile düzeninde merkezde yer alan iki ana direÄŸe hürmet);
Yakınlar, yoksullar ve yolda kalmışlara hakkını verme, eÄŸer bir imkânsızlık hali varsa incitmemek ve gönül alıcı söz söylemek esastır (günlük hayatta yardımlaÅŸma, dayanışma, ihtiyaç sahiplerini gözetme ve bunun kurumsal kimliÄŸi olan vakıf hizmetleri, vasiyette bulunma, yol hizmetleri için kervansaraylar, hanlar, hamamlar inÅŸa etme, çeÅŸmeler yapma, kuyular açma, misafirperver olma ve gelen misafiri en az üç gün ÅŸeref konuÄŸu olarak ağırlama vb. gönülden gelen hizmetlerin temelini bu esaslar oluÅŸturmuÅŸtur. Bu hizmetleri de bir lutuf deÄŸil aksine vazife addetmek esastır. Çünkü bunlar mezkur kiÅŸilerin hakkıdır);
Serveti hayra kullanma, şeytanı sevindirecek yollara harcamama;
Harcarken de orta yolu tutma, cimrilik ve savurganlıktan uzak olma, dengeyi gözetme (aile ve devlet bütçesini yerinde kullanma, gereksiz harcamalardan kaçınma);
Darlık-geniÅŸlik bakımından insanların servetleri, rızıkları farklı farklıdır. Bu tabiidir (herkesin ekonomik gücü farklıdır. Zengin varlığıyla şımarmamalı, ihtiyaç sahiplerini gözeterek ÅŸükrünü eda etmeli, fakir de sabretmeli, servete düÅŸman olmamalıdır).
Açlık korkusuyla çocukları öldürmeme ve yaÅŸam hakkına saygı duyma (geçim kaygısı da dâhil olmak üzere hangi sebeple olursa olsun ana rahmine düÅŸtüÄŸü andan itibaren canlıya müdahale edilmemelidir, yaÅŸama hakkına saygı gösterilmelidir. Buna göre kürtaj vb. eylemler haramdır);
Zinaya yaklaÅŸmama, namusa saygı gösterme, gizli açık her türlü hayâsızlıktan uzak durma;
Ä°nsan hayatına saygı, insan öldürmeme (insan hayatı muhteremdir ve ona saygı gösterilmelidir. Ä°nsan kendisini öldüremeyeceÄŸi gibi baÅŸkasının canına da kıyamaz);
Yetim malını koruma (mal varlıklarını korumaktan aciz durumda olan kimsesizler ya da eksik ehliyetlilerin mal emniyeti sağlanmalıdır);
Birey ve devlet olarak ahde vefâ ilkesine baÄŸlı kalma, özü sözü bir olma (gerek bireyler arasında gerekse devletlerarasında en esaslı ilke ahde vefadır ve güveni saÄŸlayan budur. Bu konuda azami gayret gösterilmelidir);
Ölçü-tartıda adalet ve hakkaniyeti gözetme, tüketici haklarına saygılı davranma (gerek ticari hayatta gerekse üretim ve imalat sanayiinde dürüst davranmak, müÅŸterinin ve iÅŸin hakkını vermek gerekir);
Bilgi sahibi olunmayan ÅŸeylerin peÅŸine düÅŸmeme (kiÅŸinin kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz iÅŸlerin ardına düÅŸmemeli, mücrret iddialara göre karar vermemeli, peÅŸin hükümlü olmamalı, iliÅŸkileri bozacak davranışlardan kaçınmalıdır);
Tevazu içinde olma (alçak insanı yücelten, sevgi-saygı uyandıran ahlaki erdemlerin baÅŸlarında yer alır, davranış ve yaÅŸantıda gösteriÅŸ ve debdebeden uzak olmalı);
Sorumluluk güç nispetinde olduÄŸunu idrak etme (Allâh katında sorumluluk güç nispetinde olduÄŸu gibi dünyevi yükümlülüklerde de aynıdır ve vatandaÅŸ için bu ilke iÅŸletilmelidir).
Bütün bu deÄŸerler üzerine Hz. Peygamberin kurduÄŸu medeniyet, ahlakı ve ahkâmıyla tarihin her döneminde kendisinden söz ettirmiÅŸ ve dünyada eÅŸine ender rastlanır kurumlar sunmuÅŸtur.[75]
Bu hususu uygulamada, savaÅŸta gözetilecek esaslar ve ticari iliÅŸkilerle ilgili kurallar örnekliÄŸinde daha da netleÅŸtirebiliriz:
Cahiliye devrinde Arapların savaşı bir yaÅŸam biçimi olarak benimsedikleri, bu hususta da ilkel kabilecilik zihniyetinin oluÅŸturduÄŸu ÅŸovenist ruhla hareket etmekte oldukları, yaÄŸma, soygun ve çapulculuÄŸun birçok kiÅŸi için geçim kaynağı olduÄŸu, kan davalarının sürüp gittiÄŸi, ahlaki deÄŸerlerin uygulama ÅŸansının bulunmadığı bilinen bir gerçektir. Ä°slam’ın geldiÄŸi yıllarda da bu alışkanlık iki önemli sorun ortaya çıkardı. Birincisi her türlü ÅŸiddeti yaÅŸam biçimi olarak benimsemiÅŸ ve müÅŸrik olarak kalmakta ısrar etmiÅŸ olan bu insanların yeni hedefi Müslümanlardı ve ÅŸiddeti pervasızca uygulamaya devam etmekteydiler. Nitekim haram aylarda savaÅŸmama geleneÄŸi[76] bile Müslümanlar söz konusu olduÄŸunda hiçe sayılabiliyordu.[77] Ä°kincisi de haksız biçimde ÅŸiddete maruz kalan müslümanların cahiliye döneminde sahip oldukları halet-i ruhiyeden bir anda çıkmaları mümkün deÄŸildi. Çünkü müÅŸriklerin uyguladıkları insanlık dışı yöntemler aynı zamanda onur kırıcı, duyguları incitici özellik arzediyor ve kışkırtıcı karakter taşıyordu. Dolayısıyla Müslümanlar için savaşı haklı kılan bir sebep olsa bile, bu psikoloji içinde savaÅŸmaya izin verilemezdi. Çünkü Müslümanların bu alışkanlıklarının öncellikle tedavi edilmesi icap ediyordu. Bu baÄŸlamda gönüllerdeki cahiliye hisleri silinip, kin ve nefret ateÅŸi söndürülüp, onun yerine en yüce insani duyguların yerleÅŸmesi lazımdı ki bu bir süreci gerektiriyordu. Aksi takdirde eski alışkanlıkları tekrar nüksedebilir ve bundan da insanlık zarar görebilirdi. “Yâ Rasûlallah biz müÅŸrik iken daha başımız dik ve kimseye boyun eÄŸmeden yaÅŸardık, Müslüman olduk boynumuz büküldü, niçin savaÅŸmıyoruz?” diyen Abdurrahmân b. Avf ve arkadaÅŸlarına Hz. Peygamber: “Ben affetmekle emrolundum, onun için kimseyle vuruÅŸmayın” buyurmuÅŸtur[78] ki gerçekten bu büyük bir erdem ve önemli bir eÄŸitim hamlesidir. Bizzat Hz. Peygamber, kendisine suikast düzenleyenleri Allâh’ın emriyle affetmiÅŸ ve bu ashabı yönlendirici bir örnek olmuÅŸtur. Bu sebeple hemen iÅŸin başında savaşı isteyenlere ve savaÅŸmaya izin verilmemesini bir aÅŸağılanma kabul edenlere Allâh Te‘âlâ’nın öncelikle namaz ve zekâtla bu duyguları kazanarak derûnî anlamda bir arınmanın temini için[79] ikazda bulunması[80] ahlâki kontrol mekanizmalarının oluÅŸturulmasına giden süreç için önemli bir örnektir.[81]
Bu amaca yönelik olarak ilk dönemlerden itibaren cihâdın büyük ve küçük ayırımı oldukçada yaygınlık kazanmıştır. Ä°slamî literatürde nefisle cihadın açık düÅŸmanla cihâddan daha büyük ve daha çetin olduÄŸuna özellikle vurgu yapılmıştır.[82] Bu ayırım da Beyhakî’nin (ö.458/1065) eserine aldığı bir rivayete dayanır. Bir savaÅŸtan dönen askerlere Hz. Peygamber’in küçük savaşı bitirip büyük savaÅŸa geldiklerini söylemesi üzerine kendisine büyük savaşın ne olduÄŸu sorulunca: “Kulun nefsi ile cihadıdır” buyurması;[83] keza gerçek mücahidi “Allâh yolunda nefsiyle cihâd eden” olarak tanımlaması[84] ahlak eÄŸitiminin önceliÄŸine dikkat çeken bir husustur. Ä°lk dönemlerden itibaren nefse karşı cihadın, açık düÅŸmanla cihada göre önceliÄŸinin bulunduÄŸu üzerinde ısrarla durulması[85] da bu sebepledir.
Nefisle mücadelenin açık düÅŸmanla savaÅŸtan daha büyük cihâd olarak kabul edilmesi bir baÅŸka ifadeyle iç düÅŸmanla savaşın, dış düÅŸmanla savaÅŸtan daha önemli görülmesinin iki temel sebebi olabilir. Birincisi, nefsine yenik düÅŸmüÅŸ olan insanların, sahip oldukları gücü her an baÅŸta kendisi olmak üzere çevre ve toplum aleyhine kullanabilecek bir potansiyele sahip olması; Ä°kincisi de herhangi bir nedenle savaÅŸ çıkması durumunda nefsine yenik düÅŸmüÅŸ olan bir insanın muharebe esnasında savaÅŸ ahlakına riayet etmesinin düÅŸünülemeyecek olmasıdır. Her iki durumda da temel insani deÄŸerlerin zarar görmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle bir insan artık benliÄŸini kaybetmektedir. Bu sebeple bazı âlimler özellikle Ä°slâm’ın ilk yıllarında savaÅŸa izin verilmemesini insanların eÄŸitilmeleri ve nefis terbiyesine kavuÅŸturulması sürecinin henüz tamamlanmamasına baÄŸlarlar. Zira Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” [86] ÅŸeklinde ifade ettiÄŸi temel görevi, savaşı ilgilendiren hususlarda henüz tamamlanmamıştı. Gerçekten bütün saldırılara raÄŸmen savaÅŸmaya belli bir dönemden sonra izin verilmesi, sadece Müslümanların güçsüz olmalarıyla izah edilemez. Konu, savaÅŸ ahlakı ile ilgilidir. Ä°lahi vahiy doÄŸrultusunda insanları eÄŸiten, onların iç dünyalarını düzenleyen Hz. Peygamber, ashabını ahlakî olarak belli bir düzeye çıkarmamış olsaydı Kur’ân-ı Kerîm’in savaşı haklı kılan bir sebep oluÅŸtuÄŸunda muharebenin başından sonuna kadar haddi aÅŸmayı[87] yasaklayan bir baÅŸka ifadeyle ahlak dışı uygulamalara geçit vermeyen emri ile Hz. Peygamber’in muharebe esnasında .savaÅŸ dışı unsurların korunması ve sadece silahlı askerlerin muhatap alınmasını öngören talebinin[88] yerine getirilmesi oldukça zorlaÅŸabilirdi. Zira savaÅŸ, öfke duygusunun yoÄŸun yaÅŸandığı bir ortamı ifade eder. Bir de buna o dönemdeki Arapların kahramanlıklarıyla övünme arzuları eklenince durumun hassasiyeti daha iyi anlaşılabilir. Bu duygunun terbiye edilmemesi insanı, azgın bir hayvandan daha yıkıcı hale getirir. Ä°ÅŸte müÅŸriklerin bütün insanlık dışı tutumları ve haksız saldırılarına raÄŸmen Müslümanların savaÅŸmalarına belli bir disiplin ve ahlaki yapı kazandıktan sonra izin verilmiÅŸ, yeri geldikçe de bu eÄŸitim devam etmiÅŸtir. Mesela insanların en fazla zaaflarından birisini oluÅŸturan mal sevgisi, cahiliye dönemindeki savaÅŸların en önemli sebeplerinden birisi idi. Güçlü kabileler açısından diÄŸer toplulukların malları bir cazibe oluÅŸturuyordu. Çünkü savaÅŸ sonrası maÄŸlupların malları ganimet çerçevesinde galip gelenlere ait oluyordu. Müslümanlar belli ölçüde deruni arınma saÄŸlamış olmasına raÄŸmen girdikleri ilk savaÅŸ olan Bedir galibiyetinin ardından bu zaaf tekrar nüksetti ve ganimet hususunda kırgınlıklara varan tartışmalar yaÅŸadılar. Tam bu noktada Allâh Te‘âlâ ganimet mücadelesini bitirecek ÅŸekilde müdahalede bulundu: “Sanaganimetleri soruyorlar. Söyle onlara! Ganimetler Allah’a ve Resulü’ne aittir. O halde siz gerçek müminler iseniz Allah’a karşı saygısızlıktan sakınınız, aranızı düzeltiniz, Allah ve Resulüne itaat ediniz.” Enfâl suresinin bu ilk ayeti ilk savaÅŸ sonrası en önemli problemi düzeltmiÅŸ, ganimetler hususunda mutlak söz sahibi olanın Allâh ve Rasûlü olduÄŸunu bildirerek tartışmayı bitirmiÅŸ, bu sebeple araları bozulan mü’minlerin barışmalarını istemiÅŸ; 3. ayette mal peÅŸinde koÅŸmak bir yana kazançlarından bir kısmını da Allâh yolunda harcamalarını talep etmiÅŸtir; 41. ayette ise ganimetteki hak sahipleri, bizzat Allâh Te‘âlâ tarafından belirlenmiÅŸtir. Dahası kendilerini yurtlarından (Mekke) süren, bununla yetinmeyip Müslümanların sığındıkları Medîne’ye sürekli saldırıp masum insanlara terör uygulayan, sonunda da büyük bir orduyla Bedir’de bütün Müslümanları imha etmeyi planlayan müÅŸriklerden esir olarak Müslümanların eline düÅŸmüÅŸ olanlara kendi ihtiyaçları olmasına raÄŸmen temel ihtiyaç maddelerini verecekler, üstelik de bir teÅŸekkür bile beklemeyeceklerdir. [89] Bu, cahiliye hamiyetinin tedavisi yani nefis terbiyesinin yaÅŸanarak saÄŸlanmasının, dolayısıyla savaÅŸ ahlakının temini yönünde çok önemli bir adımdır. Böylece Kur’ân-ı Kerîm bu ilk savaÅŸta önemli bir sorunu halletmiÅŸ, köklü bir zaafı terbiye etmiÅŸ, mal tutkusu sebebiyle savaşı ortadan kaldırmıştır. Yine bu ilk savaÅŸta (Bedir) Müslümanların büyük bir zaafı daha kökten terbiye edilmiÅŸtir. Bütün olumsuzluklara raÄŸmen Allâh Te‘âlâ’nın yardımıyla savaÅŸtan zaferle çıkan Müslümanlar cahiliye hamiyetinin izlerini çaÄŸrıştıran bir üslupla filancayı öldürdüÄŸünden, ÅŸöyle kahramanlıklar gösterdiÄŸinden dem vurunca Allâh Te‘âlâ buna ÅŸöyle müdahale etmiÅŸtir: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için yaptı. Åžüphesiz Allah iÅŸitendir, bilendir.” [90] Yani Allâh’ın, suların kontrolünü elinde tutan müÅŸriklere karşı su ihtiyacınızı karşılayan ve müÅŸriklerin bulundukları mekânı eziyet veren çamura çeviren yaÄŸmuru olmasaydı, melekleri destekçi olarak göndermeseydi, sizi rahatlatan, imanınızı güçlendiren, düÅŸmanların kalbine korku salan yardımı olmasaydı[91] sizin için zafer hâsıl olmazdı. Bu sonucu kendinizden bilip de cahiliyedeki alışkanlıklarınızın etkisiyle övünmeye kalkmayın ÅŸeklindeki tavrıyla enaniyet, gurur ve kibir gibi nefsi zaafları terbiye etme yolunda bir baÅŸka önemli adım atılmıştır. Aslında burada yapılanlar hep nefis terbiyesi ile ilgilidir ve en köklü ve en etkili zaafların en hassas bir ortamda doÄŸrudan doÄŸruya yaÅŸanarak terbiyesi söz konusudur. Bizzat Allâh Te‘âlâ’nın Hz. Peygamber’e “attığında sen atmadın, Allah attı” ifadesi onun ÅŸahsında diÄŸer mü’minlere önemli bir uyarıdır. Buna göre bir mü’min asla Allâh’ı devreden çıkarmadan esbaba tevessül edecek ve sonuçta gelen baÅŸarı ya da nimeti Allâh’ın ihsanı olarak deÄŸerlendirecektir. Cahiliye döneminde kök salmış kahramanlıklarla övünmeyi bitiren de bu inançtır.
Bu örneklerde de görüldüÄŸü üzere Müslümanların savaÅŸ ahlakına sahip olabilmesi ve bu konuda örnek bir toplum olmaları için ciddi bir eÄŸitim süreci aktif olarak hep devrede olmuÅŸtur. Mesela Bedir’in peÅŸinden vuku bulan Uhud savaşında müÅŸriklerin insanlık dışı uygulamalarından çok etkilenen Müslümanların müÅŸriklere karşı ibretlik bir intikam hissiyle dolmasından sonra: [92] “Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın, eÄŸer sabır gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak ki daha hayırlıdır. Sen sabret; sabır göstermen de Allahın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma” ÅŸeklindeki Nahl suresinin 126-127. ayetiyle uyarılmışlardır. Bu da gösteriyor ki nefis eÄŸitimi, dolayısıyla savaÅŸ ahlakını saÄŸlama yönündeki süreç dinamik bir ÅŸekilde devam etmektedir. Buna göre peÅŸ peÅŸe gelen bu iki savaÅŸta cahiliyede kök salmış bulunan ve savaşın sebebi olan üç önemli ahlaki zaaf tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bunlar, mal tutkusu ve ganimet peÅŸinde olma, yaÄŸmalama; savaÅŸta kahramanlık gösterisinde bulunmak, bunlarla övünmek; intikam duygularıyla hareket ederek haddi aÅŸmak. Esasen ahlak, bu ÅŸahsi zaafları yönetmek, onlara hakim olmak demektir. Burada olan da budur. Abdurrahman b. Avf’ın az yukarıda yer verilen sözlerindeki serzeniÅŸin karşılığı tam da nefis terbiyesi yönünde bu tavırlarda cevabını bulmuÅŸtur.
Ayet, saldırı karşısında Müslümanların mukabelede bulunmalarının hakları olduÄŸunu, ancak gerekenden fazla ÅŸiddet ve güç kullanımının haddi aÅŸmak olacağını, bunun ÅŸahsî intikam çerçevesine gireceÄŸini belirtmektedir ki Mâide suresinin ikinci ayetinde müÅŸriklerin haksızlık ve eziyetlerinin mü’minleri kin ve intikama sevketmemesi gerektiÄŸi açık bir biçimde ifade edilmektedir. Daha baÅŸta belirtildiÄŸi gibi bazı âlimlerin cihada belli bir süreçten sonra izin verilmesinin sebeplerinden birisi olarak nefis eÄŸitimini / nefse egemen olabilmeyi (dabtü’n-nefs) göstermelerinin ne kadar isabetli bir tespit olduÄŸunu bu olay ortaya koymaktadır.
Aynı durum Hudeybiye’de kendini göstermiÅŸtir. Silahsız bir ÅŸekilde ihramlarını giyip kurbanlıklarını da yanına alarak sadece umre yapmak üzere Mekke’ye yola çıkan müslümanları Mekke’li müÅŸriklerin engellemesi üzerine anlaÅŸmayı kabul eden Hz. Peygamber’e Hz. Ömer’in ÅŸu itirazı aynı açıdan deÄŸerlendirilebilir:
Hz. Ömer: Ya Rasûlallah! Biz hak, onlar bâtıl üzere deÄŸil mi?
Hz. Peygamber: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Bizim ölülerimiz cennette, onların ki cehennemde olacak deÄŸil mi?
Hz. Peygamber: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Öyle ise niye bu zillete katlanıyoruz da Allah onlarla bizim aramızda bir hüküm vermemiÅŸken savaÅŸmayıp geri dönüyoruz?
Hz. Peygamber: Ey Hattâb oÄŸlu! Ben gerçekten Allah’ın Resulüyüm! Allah beni asla mahcup duruma düÅŸürmez!...
Bunun üzerine Hz. Ömer öfkeli bir ÅŸekilde Hz. Ebû Bekir’e geldi ve aralarında benzer diyalog geçti:
Hz. Ömer: Yâ Ebâ Bekir! Biz hak, onlar bâtıl üzere deÄŸil mi?
Hz. Ebû Bekir: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri cehennemde olacak deÄŸil mi?
Hz. Ebû Bekir: Evet, öyle!
Hz. Ömer: Öyle ise niye bu zillete katlanıyoruz da Allah onlarla bizim aramızda bir hüküm vermemiÅŸken savaÅŸmayıp geri dönüyoruz?
Hz. Ebû Bekir: Ey Hattâb oÄŸlu! O gerçekten Allah’ın Resulüdür. Allah onu asla mahcup duruma düÅŸürmeyecektir!.. [93]
Hadis ve Siyer kitaplarında anlatıldığı kadarıyla beklemedikleri bir ortamda yapılan Hudeybiye antlaÅŸmasının ÅŸokunu atlatamayan Müslümanlar Hz. Peygamber’in üç defa talebine raÄŸmen ihramdan çıkmak istemediler. Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’nin (r.a.) teklifiyle kendisi (s.a.s.) ihramdan çıkıp kurbanını kesince diÄŸer mü’minler de ona uydular. Hatta birbirlerini traÅŸ eden bazı mü’minler neredeyse birbirlerinin başını kesecek kadar öfke ve üzüntü içindeydi. [94] Çünkü mü’minleri tahrik eden Arapların eskiden beri Kabe’de ibadet edenlere saygı göstermeleri ve Kabe hizmetlerini bir ÅŸeref telakki etmelerine raÄŸmen güç gösterisi ya da gururları uÄŸruna üstelik yaptıklarının geleneÄŸe aykırı haksız bir uygulama olduÄŸunu bile bile müslümanları engellemeleri, böyle bir ziyaretle otoritelerinin sarsılacağını düÅŸünmeleriydi. Mü’minlerin hazmedemediÄŸi de buydu. Hatta bu antlaÅŸmanın Meke’nin fethiyle sonuçlanacak bir zaferin müjdecisi olduÄŸunu belirten ayetlerin (Fetih suresi) inmesine raÄŸmen sahabeden birisi hala ÅŸok geçiriyordu. Ä°manı tam olsa da idraki yoktu ve ÅŸunu söyleyebiliyordu: “Bu nasıl bir fetihtir? Kâbe’yi ziyaret etmemiz yasaklandı; kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi, Allah’ın Rasûlü Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeÅŸimiz (Ebû Cendel ve Ebû Basîr) zalimlerin eline terk edildi.”[95]
Ä°ÅŸte bunların yaÅŸandığı bir ortamda onlar engellenemezdi. Bir ÅŸeye karar verdiler mi, gerekirse savaşırlar ve ölürler ya da öldürürlerdi. Ama bu, Ä°slâm’ın yerleÅŸtirmeye çalıştığı ahlâka uymuyordu. Âyetin ifadesiyle cahiliye hamiyetine (ÅŸöhret, övünme, menfaat uÄŸruna savaÅŸma, yaÄŸmalama, her türlü tahrik ve ahlak dışı davranışa baÅŸvurma) sahip kışkırtıcı müÅŸriklere aynı ÅŸekilde mukabelede bulunmak mü’minlerin ahlakından olamazdı. Gururları incindi diye cahiliye Arapları gibi davranamazlardı. Çünkü onların modeli bunlar deÄŸil, yüce bir ahlakı temsil eden Hz. Peygamberdi. Ayrıca savaÅŸ esnasında Mekke’de müÅŸrik baskısı sebebiyle imanlarını gizleyen ve kendilerinin tanımadığı mü’minlerin öldürülmesi tehlikesi de vardı. Ä°ÅŸte tam bu noktada Allâh Te‘âlâ olaya müdahale etti ve mü’minlerin kalbine huzur, sükûnet indirerek onları yatıştırdı, ağır baÅŸlı hareket etmelerini saÄŸladı. [96] Bu, iyi bir ahlaki dersti. Cahiliye hamiyetiyle nefsine esir olmuÅŸ insanlar hassas bir eÄŸitimle Allâh’a kulluk zevkini tadarak (takvâ) [97] gerçek özgürlüÄŸe kavuÅŸmuÅŸlar, güçlü bir ahlaki mekanizmaya sahip hale gelmiÅŸlerdi.
Bütün savaÅŸ ve küçük çaplı çatışmalarda bir taraftan Allâh Te‘âlâ diÄŸer taraftan Hz. Peygamber sürekli olarak ahlakı yücelten müdahalelerde bulunmuÅŸlar ve sahabeyi bu yönde eÄŸitmiÅŸlerdir. Hz. Peygamber’in, mesela Uhud’da ve Taif’te düÅŸmana beddua etmesini isteyenlere üstelik Allâh’ın icabeti belli iken lanet okuyucu olarak gönderilmediÄŸini belirterek[98] onların hidayeti için hayır duası, [99] en acımasız düÅŸmanlıkları yapmış olan Mekke halkına fethin akabinde umumi af çıkarması ve yaÄŸmalamayı hak ilan eden komutanı derhal görevden alması yüce ahlakın örneÄŸi olarak zikredilebilir. Cahiliye hamiyetine en büyük red de bu tavırdır. Bununla birlikte bu cahiliye hamiyetinin zaman zaman ortaya çıktığı ve Allâh ve Rasûlünün müdahelede bulunduÄŸu görülmektedir. Mesela Hevâzinliler ile yapılan Huneyn Gazvesi bu konunun önemli örneklerinden birisini oluÅŸturur. Ä°slam ordularının 12.000 asker ile o güne kadarki en büyük sayısal güce ulaÅŸması, 17 gün önce Mekke’nin fethedilmiÅŸ olması bazı Müslümanların havasını deÄŸiÅŸtirdi ve gurura, kibire kapılmalarına sebep oldu. Bu kibir onlara pahalıya mal oldu. SavaÅŸ baÅŸladığında Müslümanların öncü birliÄŸi darmadağın oldu ve orduda bir panik havası oluÅŸtu. Hz. Peygamber’in basireti bozgunu önledi. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle sayıca çoklukla övünmeleri, gururlanmaları kısacası cahiliye tutumuna geri dönemleri kendilerine pahalıya mal olmuÅŸ, yeryüzü kendilerine dar gelmiÅŸ, arkalarını dönüp kaçmaya baÅŸlamışlar sonuçta Allâh, kendilerine güven duygusu ve huzur indirip, düÅŸmanlarının görmediÄŸi ordular göndererek maÄŸlubiyetten kurtarmıştır.[100] Ä°ÅŸte bu büyük bir ahlaki derstir.
Bu hususta ikinci bir örnek de ticaret ahlakıdır. Kur’ân-ı Kerîm, ölçü ve tartıda hakkaniyetin korunması ve asla hile yapılmamasının üstünde hassasiyetle durmaktadır. Özellikle Mekke döneminde inen birçok ayette[101] ve Hz. Peygamberin hadislerinde[102] Mü’minlerin bu yönde davranmaları gerektiÄŸi ısrarla talep edilmiÅŸtir. Ä°slam’ın iki temel kaynağının ticari hayatta en deÄŸerli sermaye ve en önemli erdem olan dürüstlüÄŸü saÄŸlama yönündeki çabası Medîne’ye hicretin akabinde kurulacak Medine Pazarı’nın arka planını hazırlar gibi gözüküyordu. Ä°ÅŸte bu noktada son noktayı Mutaffifîn suresi koymuÅŸtur. Bu surenin ilk ayetlerinin Mekke’den hicretin hemen öncesinde; Medîne’ye hicret sırasında yolda; Medine’ye hicretin hemen peÅŸinden nazil olduÄŸu ÅŸeklinde üç farklı görüÅŸ vardır. Bunların ortak noktası hicretin hemen ardından Medine’de oluÅŸturulmak istenen pazarın hemen öncesinde nazil olduÄŸudur. Medine’de pazara müÅŸrik veya Yahudi tâcirler hâkimdi ve bir sömürü düzeni kurulmuÅŸtu. Pazarda ahlaki ilkelerin bir ağırlığı yoktu.[103] Kur’ân-ı Kerîm ısrarlı bir biçimde ölçü ve tartıda hakkaniyetin gözetilmesini istemiÅŸ, helal kazanca vurgu yapmış aksine hareket edenlere Hz. Åžu‘ayb’ın (a.s.) kavminin akıbetini hatırlatmıştır. Çünkü dürüstlük ilkesi güvenin garantisidir. Güvenin olmadığı yerde ticaret yürümez. Bu zihinsel hazırlıktan sonra da Müslümanların kuracağı pazarda gözetilmesi gereken en önemli husus olan kul hakkı kavramını ön plana çıkaran ve bu konudaki sorumluluÄŸun ağırlığına dikkat çeken ÅŸu ayetler nazil olmuÅŸtur:
“Yazıklar olsun o ölçü ve tartıda hile yapan mutaffflere! Onlar insanlardan bir ÅŸeyi ölçüp alacakları zaman kılı kırk yararlar. Ama insanlar için ölçüp tarttıkları zaman kıyısından köÅŸesinden/ucundan kenarından kırparak verirler. Gerçekten onlar bütün insanların hesap vermek üzere Allah'ın huzurunda hazır bulunacakları o büyük gün için diriltileceklerini hiç akıllarına getirmezler mi? Dikkat edin facirlerin kitabı siccîndedir. Bildin mi siccîn nedir? (Bu ucundan kenarından kırptıkları ÅŸeylerin) rakam rakam yazıldığı kara kaplı kitaptır (amel defteri).”[104]
Mutaffif kelimenin kökü dikkate alındığında ölçüp tartarken bir ÅŸeyin kıyısından kenarından bilinçli bir ÅŸekilde/hile ile çalan kimse demektir ki bu insanların peÅŸine düÅŸmeyecekleri basit hakları ifade eder. Her ne kadar insanlar peÅŸine düÅŸmese de Allah bu basit hakların onların kara defterine (siccîn) rakam rakam yazıldığını ve bunlar için büyük bir mahkeme kurulacağına iÅŸaret ederek kul hakkının önemine vurgu yapar.[105]
Buradan insanların rızasını etkileyecek büyük haksızlıkların günahının daha büyük olacağı sonucu çıkmaktadır. Aslında ayetlerde son derece dikkat çekici olan ölçü ve tartıda basit bile olsa yapılan hileleri Allâh’ın “veylün /yazıklar olsun” ifadesiyle ÅŸiddetli ÅŸekilde kınamış olmasıdır. Hile hukuki olmaktan önce ahlâki bir sorundur ve Allâh Te‘âlâ’nın kınamasıyla daha da ağır bir ahlak sorunu halini almaktadır. Ä°lk ayetlerin geliÅŸinden itibaren sürekli iÅŸlenen ahlaki kemale ulaÅŸma çabası Medine döneminde bireysel ahlaktan Devlet Ahlâkına doÄŸru evrilerek kurumsal kimliÄŸe kavuÅŸacaktır. Ä°ÅŸte ekonomi alanında Medîne Pazarı bunun ilk örneÄŸidir.
Mutaffifîn suresinin belirlediÄŸi ahlak temeli üzerine Medine’de alternatif bir pazar oluÅŸturulmuÅŸtur. Hz. Peygamber de zaman içinde bizzat pazar denetimlerinde ahlak ilkelerinin geliÅŸmesi ve bunun hukuka dönüÅŸmesi sürecinde faaliyetlerde bulunmuÅŸ, tedbirleri almıştır. Burada en temel ilke bir müslümanın rızasını etkileyecek davranışların helal olmamasıdır.[106] Aynı ÅŸekilde ölçü ve tartıda hile yapmak ahlaksızlıktır. Bu ahlaksızlığın hukuki karşılığı medeni hukuk açısından satıcının ya da müÅŸterinin uÄŸradığı haksızlıkların telafisi mesela muhayyerlik hakkı, gerektiÄŸinde de uygun bir cezanın takdiridir (tazir).
Bu hususta konu açısından bir deÄŸerlendirme yapmak gerekirse ÅŸu sonucu çıkarmak mümkündür. Ölçü ve tartıda dürüst davranmak, mesela müÅŸterinin istediÄŸi ölçü, tartı ve evsafta vermek Allâh ve Rasûlünün emri olduÄŸundan dini bir özellik taşır. Aksi günahtır. Vahyin geldiÄŸi ilk günlerden itibaren ayet ve hadisler bunun üzerinde ısrarla durmuÅŸtur. Dinin istediÄŸi dürüstlüÄŸü bir hayat tarzı olarak benimsemek ve bu sebeple dürüst davranmak ahlakidir ve iyidir, aksi kötüdür. Bu anlayışın davranışa dönüÅŸmesi için Hz. Peygamber büyük bir çaba sarfetmiÅŸ ve örnek olmuÅŸtur. Bu anlayışın hukuk kuralına dönüÅŸmesinden sonra sadece hukukun emri olduÄŸu için ve müeyyidesi sebebiyle ona uygun hareket etmek ise kanunidir ve sonuç meÅŸrudur. Bu, hem hukuki açıdan hem de ahlaki açıdan adaletin gereÄŸidir ancak burada ayırıcı olan davranışı belirleyen saiktir. Hz. Peygamber’in tarttığınız zaman ağır tartın (fazlasıyla verin)[107] tavsiyesine ve kendisinin de böyle davranmış olduÄŸunu[108] dikkate alarak müÅŸterinin istediÄŸinden fazlasını vermek de fazilettir. Ä°ÅŸte bu davranış hukuku aÅŸan bir karaktere sahiptir ve dini-ahlakî bir öz taşır.
Sonuç olarak bu örneÄŸe baktığımızda din ticari hayatta belirlediÄŸi davranış biçimine öngördüÄŸü uhrevi ödül ya da ceza ile güçlü bir zemin hazırlamış,[109] bu doÄŸrultuda geliÅŸen yaÅŸam biçimiyle bu zihniyetin ahlakı oluÅŸmuÅŸ, hukuk da onu maddi müeyyideye baÄŸlayarak kurallaÅŸtırmıştır.
Burada bir noktaya daha iÅŸaret etmek gerekir ki o da örnek olarak seçilen bu iki olay hukukun iÅŸlevselliÄŸi konusunda sadece ahlaka duyulan ihtiyacı ortaya koymakta ve aynı zamanda metoda da iÅŸaret etmektedir. Ä°nsanların hak ve yükümlülüklerle karşı karşıya oldukları bütün alanlarda aynı metodun uygulanması nebevi hareket tarzının bir gereÄŸidir. Mesela evlenmek isteyen ya da evlendirilmek istenen birisinde aile ahlakı oluÅŸmamışsa öncelikle bunun saÄŸlanması ve peÅŸinden harekete geçilmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamberin, kızına talip çıkan veliye önerisi ‘dinine ve ahlakına güveniyorsanız kızınızı verin' diyerek bu hususa vurgu yaptığını görmekteyiz. [110]
Ä°slami nasslar açısından bakıldığında ahlakilik daha çok hukukun yasakladığı alanlarda ortaya çıkar. Bir baÅŸka ifadeyle erdemlilik vazifenin ihmalinden çok yasağın iÅŸlenmesinde / ihlalinde belli olur. Yani ahlakilik pasif (ihmal) deÄŸil aktif (ihlal) eylemde kendini belli eder. Ä°nsan yasaklara daha ilgilidir, daha hırslıdır.[111] Yasaklanmış olan ÅŸeye sahip olmak nefsin ilgi alanı içindedir. Nefis terbiyesi de esasen bunun için vardır. En önemlisi de yasaklara giden yolu kapatacak ÅŸekilde ondan alınacak hazzı fazlasıyla veren alternatif mübahlar öngörülmüÅŸtür.
Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklarla imtihan konusunda ilk insan Hz. Âdem'in cennette Ä°blis'le olan serüveni sık sık hatırlatılarak bundan ders çıkarılması istenir. Allâh Te'âlâ, Âdem ve Havvâ'ya, belirlenen aÄŸaca yaklaÅŸmamaları kaydıyla yani kendilerine yasaklanmış olan aÄŸacın meyvesinden yememeleri ÅŸartıyla cennette her ÅŸeyi serbest bırakmış, Ä°blis'in kendilerini saptırabileceÄŸi ve bunun cennetten çıkarılmalarına sebep olacağı konusunda da uyarmıştı.[112] Çünkü Ä°blis, Allâh'ın rahmetinden kovuluÅŸunu insanoÄŸluna baÄŸladığı için ona düÅŸmanlıkta bir sınır tanımamaktadır. Bunun için ÂdemoÄŸlunun Rab-kul sözleÅŸmesini[113] bozmak en azından bazı noktalarda ihlal etmesini saÄŸlamak için Ä°lahi rahmetten tardedildiÄŸi günden beri sürekli faaliyettedir.[114] Çünkü o bu süreçte insanoÄŸlunu saptırabilmek için Yaratıcı'dan istediÄŸi izni almış,[115] bunu nasıl yapacağını da her bir insanın zaaflarına göre kötülükleri süsleyip cazip hale getireceÄŸini belirterek[116] anlatmıştır. Esasen bunun ilk uygulamasını Hz. Âdem ve Havvâ ile yapmıştır. Onların ölümsüzlük ve güce karşı zaafını tespit etmiÅŸ ve yasaklanan aÄŸacın meyvesinden yemeleri halinde ebedileÅŸeceklerini ve sınırsız güce sahip olacaklarını söyleyerek onların akıllarını çelmiÅŸ, onlar da yasağın cazibesi karşısında kararlı davranamayıp[117] ihlalde bulunmuÅŸlardır.[118] Bu yasağın ihlalinden sonra da cennetten uzaklaÅŸtırılmışlardır.[119]
Aynı süreç insanoÄŸlu için dünyada devam etmektedir ve kıyamete kadar da sürecektir. Çünkü ÅŸeytan Allâh’tan aldığı izinden sonra ÂdemoÄŸlunu samimiyetle baÄŸlı olanları dışında iÄŸvâ edeceÄŸine yemin etmiÅŸ,[120] Allâh da bu tehlikeye dikkat çekmiÅŸ[121] ve insanların atalarının başına gelenden ibret almalarını istemiÅŸtir.[122] Yasağın, ÅŸeytanın süslemesi ve nefsin ilgisi sebebiyle her zaman bir çekiciliÄŸi vardır ve insanın imtihanı için esasen bu da gereklidir. Bu, cennette yasak aÄŸaç ÅŸeklinde sembolize edilirken dünyada da Allâh’ın haramları yasak aÄŸacı temsil eder. Allâh Te‘âlâ insanoÄŸluna birçok nimet bahÅŸetmiÅŸtir. Bunlardan yararlanmayı mubah kılmıştır. EÅŸyada aslan ibâhadır kuralı da buradan çıkmıştır. Bununla birlikte etrafımıza birçok yasak aÄŸaç da dikmiÅŸ ve bunlardan uzak durmamızı istemiÅŸtir. Her insanın bireysel anlamda ya da toplumun bir bütün halinde cazibesine kapıldığı ya da zaafının bulunduÄŸu[123] yasak aÄŸaçları farklılık arzedebilir ve esasen bu onların sınanma aracıdır. O sebeple yasaklar konusunda ahlakiliÄŸe giden süreç Allâh’ın huzuruna (makâmü’r-Rab) giderken cazibesi bulunan ve sonu mahcubiyet olan ÅŸeylere ilgi duyacak olan nefsi, hevâdan arındırma faaliyetidir.[124] Yasak aÄŸaç bazen Semûd kavminde olduÄŸu gibi deve[125] ÅŸeklinde ortaya çıkar; bazen de Yahudilere cumartesi yasağı[126] ya da iç yağının yasaklanması[127] biçiminde belirir. Muhammed ümmetine yasak aÄŸaç da domuz, içki, zina, kumar, yetim malı, rüÅŸvet vb. haramlardır. Çünkü bunların meyvesi zehirlidir ve akıbeti de Hz. Âdem’inki gibidir. Ä°ÅŸte Kur’ân-ı Kerîm ÂdemoÄŸullarına hitaben ÅŸeytanın, ataları Hz. Âdem ile Havvâ’nın ayağını kaydırdığını hatırlatarak bu konuda dikkatli olmaları ve ders çıkarmaları gerektiÄŸini hatırlatır.[128] Bu sebeple bir çok ayet ve hadisten hareketle Ä°slam âlimleri rezîlelerden arınmanın faziletlerle bezenmeden daha öncelikli olduÄŸunu,[129] def-i mefâsid’in celb-i menâfiden önce geldiÄŸini[130] bir ilke olarak tespit etmiÅŸlerdir. Zaten diÄŸer normatif disiplinler gibi hukuk da daha çok zaafları dikkate alarak düzenleme yoluna gider.
Vazifenin ihmalinde ihlal pasif eylemin sonucudur ve burada unutma, güç yetirememe gibi meÅŸru bir sebep de söz konusu olabilir. Üstelik telafisi de çoÄŸu zaman mümkündür. Fakat yasağın ihlalinde eylem aktif bir faaliyetin / belli bir gücün sarfedilmesi sonucunda ve bilinçli ÅŸekilde ortaya çıkar. Belki de zihinsel tasarım ve eylem süreci açısından birçok aÅŸamadan geçerek sonuçlanır. Bu sebeple yasakların ahlak bilincini oluÅŸturmada daha güçlü bir etkiye sahip olduÄŸunu
söylemek mümkündür. Öte yandan ihlalin etkisi daha büyük ve kalıcı, telafisi de yerine göre imkânsızdır. Bu sebeple en sert ahlaki tepki ve vicdani isyan yasakların çiÄŸnenmesinde gösterilmektedir. Mesela vicdansızlık ya da vicdanın sızlaması gibi tepkiler buradan doÄŸar. Ä°hlalin geçiÅŸkenliÄŸi ve kiÅŸideki etkisi, aynı ihlali tekrarlaması daha güçlü bir eÄŸilimdir. Bu sebeple engelleri kaldırmadan olumlu bir ÅŸey inÅŸa etmek çok da mümkün gözükmemektedir. Mesela içki içen, kumar oynayan ya da zina eden birisi bu halleri terk edip tövbe etmeden mesela namaza baÅŸlayamaz. Birçok insan bunlardan kurtulmak için hacca gider ve Allâh’a söz verir peÅŸinden diÄŸer vecibelerini yerine getirmeye baÅŸlar. Bu ÅŸahıs eÄŸer iradesini güçlü tutabilirse bu andan itibaren ibadetler ona koruyucu bir mekanizma saÄŸlar. Temiz elbise kirlisi çıkarılıp temizlendikten sonra giyilir. Takva elbisesi de bunun gibidir. Ä°ÅŸte takva tam da bu noktada ikisi birleÅŸtirilebildiÄŸinde ortaya çıkar. Faziletle bezenme, reziletten uzak durma, emre imtisal yasaktan ictinâb takvanın özü ve tanımıdır. Bu da sırf Allâh’ın emrettiÄŸi ve yasakladığı içindir. Bir baÅŸka ifadeyle takva Allâh’ın emir ve yasaklarına saygı ve sevgiden kaynaklanan korku ile gönülden baÄŸlılığı ifade eder. Yani sevdiÄŸim varlığın rızasına uygun olmayan bir eylemden uzak olmalıyım ki Onun hoÅŸnutsuzluÄŸu beni huzursuz eder anlayışıdır bu. Esasen ahlakiliÄŸin en zirve noktası da burasıdır. Bu bir ÅŸeyi yapmak ya da yapmamak öyle gerektiÄŸi için ise ahlakın özü buradadır. Aynı ÅŸey ibadetler için de geçerlidir. Ä°badetin en makbulü cennet beklentisi ya da cehennem korkusundan ziyade sırf Allâh emrettiÄŸi için ve Onun rızasını kazanmak için yapılanıdır. Buna göre takvâ ahlakın özüdür.
Bir baÅŸka açıdan bir kuralın ihlalinde zaten birçok vazifenin ihmali vardır. Mesela bir kiÅŸideki malı alabilmenin birçok meÅŸru yolu varken bunu rüÅŸvet olarak almak ya da bir kadınla cinsel iliÅŸkinin helal olabilmesi için nikâh gibi meÅŸru bir zemin mevcutken bu tür helal kılıcı görevleri atladıktan sonra zina gerçekleÅŸebilmektedir. Her ne kadar faziletlerin toplumu ayakta tutan bir iÅŸlevi varsa da çöküÅŸü hazırlayan, reziletlerin egemenliÄŸidir[131]
Ä°hmalin telafisinden doÄŸan iç huzuru ile bir yasağın ihlalini telafi için öngörülen mekanizmalardan birini iÅŸletmekten doÄŸan iç huzuru aynı deÄŸildir. Söz gelimi bir vergi borcunu ödememiÅŸ birisinden bunun telafisi istenebilir. Ama kasten adam öldürmüÅŸ birisine ne ceza verilirse verilsin velev ki bu kısas bile olsa telafi edici deÄŸildir. Mesela birisine olan para borcunu ödemeyi ihmal etmiÅŸ birisi belli bir dönemden sonra bunu gerçek deÄŸeri üzerinden ödeyip belli ölçüde telafi etme ÅŸansına sahiptir. Ama zina etmiÅŸ birisi için aynı ÅŸey söylenebilir mi? Mesela her iki durumda yapılan tövbenin saÄŸladığı iç huzur aynı mıdır? Pek aynı gibi durmamaktadır.
Burada bir hususa daha iÅŸaret etmek gerekir ki o da ÅŸudur. AhlakiliÄŸin yasaklara karşı tavırda ortaya çıktığını söylemek daha çok bireysel anlamda ele alındığında oldukça tutarlı gözükmektedir. Bunun da analizini yukarıda yapmaya çalıştık. Ancak öyle özel haller vardır ki burada da erdemlilik ya da erdemsizlik vazifenin ifası ya da ihmalinde ortaya çıkmaktadır. Bu da daha çok toplumsal ya da kurumsal faaliyetlerle ilgili olarak deÄŸerlendirilebilecek bir durumdur. Günümüzde küresel sorunların birçoÄŸunda bu durum belirleyicidir. Mesela açlıktan ölen binlerce insana ilgisiz kalmak, temiz içme suyu bulamayanların ihtiyaçlarına bigâne olmak bir insanlık ve ahlak sorunudur. Ä°ÅŸte davranışlara ahlaki deÄŸerlerin yön verip vermediÄŸi toplumsal ya da kurumsal anlamda burada belirginleÅŸmektedir. Burada bir ayrıntı ÅŸudur. Bir grup bu görevleri ifa ettiÄŸinde diÄŸerlerinden yükümlülük düÅŸmektedir.
Birey ve toplumun çöküÅŸünde etkili olan rezîletlerle mücadelede yasağın cezbedici ve kışkırtıcı özelliÄŸine karşı daha önce de ifade edildiÄŸi üzere hukukun harici mekanizması kafi gelemeyeceÄŸinden dinin ve ahlakın kiÅŸiyi içten kavrayan, önleyici ve koruyucu nitelik arzeden yapısının aktif durumda tutulmasına ihtiyaç vardır. Bu noktadan seküler ahlaka göre dinin kaynaklık ettiÄŸi ahlâkın daha ÅŸanslı olduÄŸunu belirtmek gerekir. Çünkü iÅŸin içinde din olmayınca ahlakın yaptırımı yoktur. ModernliÄŸin en temel sorunu da budur. Ross Poole’nin tespitine dayanarak söyleyecek olursak modernlik ahlaka ihtiyaç duymakta ama onu etkisiz hale getiren de yine kendisi olmaktadır. Çünkü inanç karşıtlığını esas aldığından ahlakı sadece öznel bir kanaat meselesi haline getirmiÅŸ, ahlakın toplumsal ve bireysel hayattaki rolünü oynayabilmesi için muhtaç olduÄŸu otoriteyi koruyamamıştır.[132]
Ä°nanç ve ibadet, toplumsal hayatta haklara saygıyı ve vazifelerin ifasını gönüllü ÅŸekilde yapacak bir davranış bilinci geliÅŸtirmede önemli etkiye sahiptir. Birçok ayet ve hadis kim Allâh’a ve ahiret gününe inanıyorsa... ÅŸeklindeki ifadelerle baÅŸlar ve imanın organlar üzerindeki etkisinin görülmesi gerektiÄŸine iÅŸaret eder, mü’mine yakışan davranış biçimine vurgu yapar. Ä°manın en üstününün davranışa dönüÅŸen ve güzel ahlaka yön vereni olduÄŸunu,[133] mü’minlerin îman bakımından en mükemmelinin ahlak bakımından en güzeli olduÄŸunu[134] bildiren hadisler de buna iÅŸaret eder. Bilinçli bir ibadet hayatının aynı etkiyi göstermesi gerektiÄŸine dair ayet ve hadisler vardır. Ä°yilik ve kötülük yapabilecek özelliklerle birlikte yaratılan insanın[135] ibadetler yoluyla arınması, nefsini terbiye etmesi, kötülüklerden uzak durması böylece iyi yönleri ortaya çıkan bir insan olarak hayatını sürdürmesi mü’mine yakışan bir özelliktir.
Ä°slam dini açısından insanın varlık sebebi olan[136] ibadet, Allâh’a baÄŸlılık ve saygının bir ifadesi olmasının yanında olumlu manada davranışlara yön veren, varlıkla iliÅŸkilerin nezaket ve iyilik merkezine oturmasına vasıta olan temel özelliÄŸiyle haklara saygı ve vazifelerin ifası hususunda davranış bilinci geliÅŸtiren, bu yönde bir ahlakın oluÅŸması ve yaÅŸamasında mühim bir etkiye maliktir ve bu cihetiyle hukukun iÅŸini kolaylaÅŸtıran bir yapıya da sahiptir. Özellikle az yukarıda yer verilen reziletlerden arınmanın faziletlerle bezenmeye önceliÄŸinin bulunduÄŸu esası ibadetlere yüklenen anlamda da kendisini göstermektedir. Nitekim Ä°slâm’ın iki temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm[137] ve Sünnet[138] namaz özelinde ibadetlerin kötülük ve çirkinliklere engel olması gerektiÄŸi üzerinde durur. Çünkü ibadetler, nefsi eÄŸitici özelliÄŸiyle ve yasaklara / haramlara karşı geliÅŸtirdiÄŸi duyarlılık fonksiyonuyla ön plana çıkar.[139] Mesela namazda, normal zamanlarda helal olanların baÅŸlangıç tekbiriyle birlikte haram hale gelmesi -ki bu tekbire de helali haram kılan anlamında tahrîme denir-, orucun helalleri haram hale getirmesi, ihramın en basit helalleri dahi harama dönüÅŸtürmesi ibadetin bitiminde yasaklardan uzak durma ve helalde sabit kalmanın eÄŸitimidir. Bunu biraz açmak gerekirse, oruç kendini / nefsini tutma eÄŸitimidir. Çünkü yeme-içme, eÅŸiyle cinsel iliÅŸki gibi kendisine helal olan bir takım eylemleri oruçlu olduÄŸu için yapamayan bir mü’minin orucunu açtıktan sonra haram olanlara karşı bir direnç kazanmış olması gerekir. Hacc ihramdır. Kendisine helal olan bir takım ÅŸeyleri ihramlı olmasından dolayı yapamayan bir mü’minin ihramdan çıktıktan sonra haramlara karşı ömür boyu ihramlı olması gerekir. Bir otu koparamayan bir hacının ihramdan çıktıktan sonra orman yakması ya da aÄŸaç kesmesi, bir av hayvanını bile avlayamayan bir ihramlının ondan çıktıktan sonra adam öldürmesi, eÅŸiyle cinsel iliÅŸkide bulunamayan bir karı-kocanın ihramdan sonra zina etmesi düÅŸünülemez. Hacc bir anlamda bunun eÄŸitimidir. Kurban, zekât, infak, paylaşımı bir yaÅŸam biçimi haline getirme ve insandaki en köklü rezilet sayılan cimriliÄŸi ortadan kaldırma eÄŸitimidir. Bütün bu ibadetler belli özellikleriyle günde beÅŸ vakit kılınan namazlarda tekrarlanmaktadır. Bu yönüyle namaz diÄŸer ibadetlerden belli kesitler taşıması sebebiyle dinin direÄŸidir. Mesela namaz aynı zamanda oruçtur. Çünkü onda yeme, içme ve cinsel iliÅŸkiden uzaklaÅŸma vardır. Bunlar orucu bozduÄŸu gibi namazı da bozar. Namaz kılan Allâh’ın evine yönelir ve Onun huzuruna çıkar. Bu yönüyle namaz bir hacc ve hicrettir. Dünyadan çıkıp Allâh’a giden yola koyulmak ve Ona kavuÅŸmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de namaz otuz iki ayette zekât, bazı ayetlerde de kurban ile birlikte zikredilmiÅŸtir. Bu sebeple namaz ve mali ibadetler özdeÅŸleÅŸmiÅŸ, arasının ayrılması asla kabul edilmemiÅŸtir. O halde ibadet, her an ihsanı (Cibril hadisi) yaÅŸamak, her an ihramlı olmak, her an günahlara karşı oruçlu olmak, her an dünyaya karşı zihinsel itikâfta bulunmak ve zahidane tavır takınmak, her an zekât vermek / infakta bulunmak yani eldeki imkânlarla insanların yardımına koÅŸmak, her an Allâh yolunda kurban olmaya ya da malının en güzelini feda etmeye hazır olmak kısaca davranışlara ibadetlerin yön vermesiyle her bir eylemin ibadet karakteri arzettiÄŸi ubudiyet ÅŸerefine nail olmak ve bu ÅŸekilde süreklilik kazanmaktır. Bu bilinç ve duyarlılığın saÄŸlanabilmesi için de ibadetin ÅŸekline olduÄŸu kadar ruhuna da deÄŸer vermek gerekir. Åžeklin mevcut olup ruhun bulunmadığı bir ibadet cansız bedene benzer.
Sonuç
Toplumsal iliÅŸkileri belirleyen genel anlamda din, ahlâk ve hukuktur. Bu üç kurum arasında sıkı bir iÅŸbirliÄŸi vardır. Hukuk hükümleri aslında ahlâk hükümlerinin formel halidir denilebilir. Ancak herhangi bir kanun, ilgili ahlâk hükmünün en alt sınırını temsil edebilir. Bu açıdan Ä°slamî nasslar dikkate alındığında hak-vazifenin belirlenmesinde ve haklara saygı, vazifelerin ifası hususunda insan davranışlarını yönlendirmede din-ahlâk-hukuk bütünlüÄŸü esas alınmıştır. Dinin deÄŸer yargısı helal-haram veya caiz ya da deÄŸil, ahlâkın deÄŸer yargısı iyi ya da kötü, hukukunki haklı-haksız, sahih-batıl veya geçerli-geçersiz ya da meÅŸru-gayr-ı meÅŸrudur. Ä°slam açısından bakıldığında din iyi ve kötüyü belirler, ahlak onun bir yaÅŸam biçimi haline getirilmesini, davranış bilincine dönüÅŸmesini saÄŸlar, hukuk da koruyucu mekanizmalarıyla ihlalleri engeller. Dinin yaptırımı günah-sevap ÅŸeklinde daha çok uhrevi müeyyide ya da ödüldür. Ahlâkın yaptırımı bireyin ve toplumun vicdanında bulduÄŸu yerdir. Bu da bireyin kendisini ya da toplumun bireyi kınaması, ayıplaması, yadırgaması, dışlaması, hürmete layık birisi olarak görmemesi vb. ÅŸeklinde ortaya çıkar. Hukukun müeyyidesi ise zorlayıcı özellik taşır. Buna göre mesela hırsızlık dinen haramdır, karşılığı günahtır; ahlaken kötüdür, müeyyidesi ayıplanmaktır, kınanmaktır; hukuken yasaktır, gayr-ı meÅŸrudur, müeyyidesi maddi cezadır. Bu bütünlüÄŸü daha da açık bir ÅŸekilde gösterme açısından dinen haram olan bir ÅŸey hukuken meÅŸru, ahlaken iyi olamaz. Bu üç normatif kurumun kendi aralarındaki çeliÅŸkisi toplumda anomi’ye (kuralın etkisini kaybetmesi) yol açar.
Din ve ahlakın iÅŸlevselliÄŸi iki noktada ortaya çıkar. Birincisi insanın iç dünyasını kontrol ederek kural ihlallerini önleyici etki yapar. Çünkü din hiçbir maddi kuralın baskısının hissedilmediÄŸi bir ortamda bile kiÅŸinin kendi kendisini hesaba çekmesini öngörür. Ä°kincisi de hukuk sadece ispat edilebilen uyuÅŸmazlıkları çözüme kavuÅŸturabilir. Hukukun ulaÅŸamadığı yerlerdeki ihlallerde ispat kolaylılığı saÄŸlar. Bu sebeple ahlakın hukuka önceliÄŸi vardır. Ahlâkı oluÅŸturulamamış kanunun iÅŸlevi yoktur.
Hukuka ruh veren ahlak, ahlaka can veren de dindir. Dinin ahlak ve hukuka yaptığı en önemli hizmet manevi ceza ve ödüldür.
Günlük dilde ahlak-hukuk iliÅŸkisini anlatan oldukça tutarlı ifadeler vardır: Türkçede “ahlaklıdır” ÅŸeklindeki deÄŸerlendirmenin karşılığı ÅŸudur: Bu kiÅŸi hukukun ulaÅŸamadığı alanlarda hakkaniyete uygun hareket eder.
KararlaÅŸtırılmış bir kötülüÄŸü yapmaktan vazgeçenin “vicdanım elvermedi” ya da kararını uyguladıktan sonra “vicdanım sızlıyor”, “kalbimde huzur yok” toplumda da “vicdansız”, “insafsız”, “insanlık dışı” gibi ifadeler ahlakın davranış üzerinde etkisini gösteren tabii / fıtrî bir tepkidir. Suçu itiraf ettiren ve telafi yolu aratan vicdandır. Kur’ândaki “fesad” kavramının entelektüel karşılığı da ahlaki yozlaÅŸmadır.
Xsentius’un ÅŸu sözü konuyu özetlemektedir: “Kaybetmeyi, ahlâksız kazanca tercih et. Ä°lkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar deÄŸerlidir ki, o yolda maÄŸlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.”[140]
Sonuç olarak baÅŸlıktaki sorunun cevabı metinde ortaya çıksa da daha açık söylemek gerekirse ahlak, hukuktan öncedir ve bir toplumda esas olan da ahlaktır. Ä°slam toplumu ahlak toplumudur. Çünkü medeniyet ahlak üzerine inÅŸa edilir. Medeniyet faziletler üstüne kurulur, raziletlerden uzak durarak korunabilir. Bu sebeple bireysel anlamda ahlakilik daha çok yasaklarla karşı karşıya kalındığında netleÅŸir. Bu açıdan Ä°slam âlimlerinin reziletlerden uzak durmayı faziletlerle bezenmeye öncelikli görmeleri önemlidir.
Hukuk, iliÅŸkilerin asgari sınırım belirler ve alakaları en alt düzeyde tutar. Orada fedakârlık yoktur. Buradan da medeniyet çıkmaz. Medeniyeti oluÅŸturan îsâr, bağış gibi hukuku aÅŸan deÄŸerlerdir. Bu da ahlakla mümkündür. Ä°slam açısından bakıldığında ahlâkı oluÅŸturan ve yaÅŸatan da büyük ölçüde dindir.
Genel nitelikli Ahlak ve Hukuk Felsefesi konulu eserlerle klasik fıkıh kaynakları dışında yararlanılan konuya özgü bazı çalışmalar: Ripert, “Medeni Vecibelerde Ahlâk Kaidesi” (trc. Abdülhak Kemal), DFHFM, IV/28 (1927), s. 452-497; A. Esat Arsebük, “Medeni Hukukta Ahlâk Kaidesinin Rolü”, AC, XXIX/10 (1937), 923934; Abdülhak Kemal Yörük, Ahlâkla Hukukun Münasebeti, Ankara 1942; Emile Durkheim, Ahlâk ve Hukuk Kaideleri Hakkında Dersler (trc. H. Nail Kubalı), Ä°stanbul 1947; Cahit Davran, “Ahlâka Aykırılık Sebebiyle Mes’uliyet”, Ä°BD, XXIX/6 (Haziran 1955), s. 268-286; Vasfi RaÅŸit Sevig, “Ahlakın Umumiyetle Hukuk ve Hususiyle Mukaveleler üzerindeki Tesiri”, Ahmet Esat Arsebük’ün Aziz Hatırasına ArmaÄŸan, Ankara 1958, s. 513-618; Adnan Güriz, Faydacı Teoriye Göre Ahlâk ve Hukuk, Ankara 1963; Zahit Ä°mre, “Ölüme BaÄŸlı Tasarrufların Ahlaka Aykırılık Sebebiyle Ä°ptali Konusunda Ä°sviçre Mahkeme Ä°çtihatlarında Görülen GeliÅŸme ve Temayüller”, MHAD, I/1, Ä°stanbul 1967, s. 138-148; Hüseyin Hatemi, Hukuka ve Ahlaka Aykırılık Kavramları ve Sonuçları, Ä°stanbul 1976; Cemalüddîn Atıyye, “Beyne’l-kânûn ve’l- ahlâk”, Mecelletü’l-Müslimi’l-mu‘âsır, sy. 8, Beyrut 1396/1976, s. 5-10; Mustafa Kemal Vasfi, “el-Fikretü’l-ahlâkiyye beyne’l-kânûn ve’ÅŸ-ÅŸerî‘ati’l-Ä°slâmiyye”, Mecelletü’l-Müslimi’l-mu‘âsır, sy. 10, Beyrut 1397/1977, s. 121-133; Ä°smail KıllıoÄŸlu, Ahlak ve Hukuk Ä°liÅŸkisi, Ä°stanbul 1988; Ä°dris el-Alevî e-Abdelâvî, “el-Bu‘dü’l-ahlâkî li’l-kâ‘ideti’l-kânûniyye”, Academia, sy. 13, Rabat 1998, s. 91-111; DoÄŸan Özlem, “Ahlâk Hukuku Önceler”, Kavramlar ve Tarihleri - I, Ä°stanbul 2002, s.123-146; Muharrem Kılıç, “Hukuk-Ahlâk Ä°liÅŸkisinin Temellendirilmesi ve Ayırım Kriterlerinin Analizi”, Teorik ve Pratik Yönleriyle Ahlâk, Ä°stanbul 2007, s. 585-602.
[1] Mesela Hz. Peygamber’in ÅŸu hadisi bu açıdan deÄŸerlendirilebilir: Fazîletlerin en üstünü seninle alakasını kesenle iliÅŸkini devam ettirmen, sana engel çıkarıp mahrum bırakana vermen, rencide edici, incitici söz söyleyeni duymazlıktan gelip af yolunu tutmandır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 438). Hukuk açsından bakıldığında bu tür durumlarda hak talep etmek bazı durumlarda misliyle mukabelede bulunmak (yargı kararıyla) bir hak iken (Bakara, 2/194; Åžûrâ 42/40) hadiste belirtildiÄŸi ÅŸekilde bir tavır fazîletin en üstünü olmaktadır. Bunu davranış biçimi haline getirebilmek ahlakiliÄŸi ifade eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm haksızlığa uÄŸrayanın affetmesini övgüye deÄŸer bir erdem olarak nitelerken (Åžûrâ, 42/40) mezkûr hadisin diÄŸer bir rivayetinde Hz. Peygamber bunu dünya ve ahiret ehlinin en üstün ahlakı olarak vasıflandırır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 158).
[2] Beklenmeyen haller ve mücbir sebeplerle borcun ifası imkânsız hale gelmiÅŸ ya da borçluya akit esnasında öngörülmeyen ek bir külfet yüklemiÅŸ ise kanun koyucu bunu dikkate alarak hukuk kuralı oluÅŸturmuÅŸ ve akdin tadili ya da iptali yönünde bu ahlak kaidesini yasalaÅŸtırmıştır. Bu konu az ileride ele alınacaktır.
[3] Bakara (2), 280.
[4] Buhranlarımız (haz. ErtuÄŸrul DüzdaÄŸ), Ä°stanbul 1993, s. 96.
[5] Said Halim Paşa, Buhranlarımız, s. 165.
[6] Said Halim PaÅŸa, s.172.
[7] Bk. Günay Tümer, “Din”, DÄ°A, IX, 317.
[8] Kemaleddin Birsen, “Medeni Kanun ve Hâkim”, Medeni Kanunun XV. Yıldönümü Ä°çin, Ä°stanbul 1944, s. 107.
[9] Sulhi Dönmezer, "Hukuk ve Hayat", Ä°ÜHFM, XXI/1-4 (1957), s.429.
[10] Abdullah H. M. el-Halife, “Ä°slâm’da Suç EÄŸilimine Karşı Koruyucu Bir Mekanizma Olarak Dindarlık” (trc. H. MehveÅŸ Kayani), Ä°SBD, II/2 (1994), s. 14.
[11] Said Halim PaÅŸa, s.275.
[12] Halife, s.18.
[13] Maide (5), 32, 45; En‘âm (6), 151.
[14] Ä°srâ’ (17), 33.
[15]Bakara (2), 178-179
[16] Nisâ’ (4), 93.
[17] Nisâ’ (4), 58
[18] Müslim, “Ä°mâret”, 16.
[19] Nisâ’ (4), 59.
[20] Beyrut, ts. (Dâru’l-Ma‘rife), s. 12.
[21] Bakara (2), 261-284
[22] Bakara (2), 261-274
[23] Bakara (2), 275-279.
[24] Bakara (2), 245; Hadîd (57), 11, 18; Tegâbün (64), 17; Müddessir (73), 20.
[25] Bakara (2), 280-284
[26] Zâriyât, (51), 56
[27] A‘raf, (7), 172
[28] Fatiha (1), 4
[29] YaÅŸar Nuri Öztürk, “Bir Fıtrat Dini Olarak Ä°slâm'ın Karakteristikleri”, MÜÄ°FD, sy. 3 (1985), s.258-259
[30] En‘âm (6), 32; Tevbe (9), 38; Hûd (11), 15; Ankebût (29), 64; Muhammed (47), 36
[31] Gâfir (40), 19; Ä°brahim (14), 38
[32] Bakara (2), 282, 283; En‘âm (6), 101...
[33] Ä°srâ (17), 13; Ä°nfitâr (82), 10-12
[34] En‘âm (6), 164; A‘râf (7), 8-9; Tâhâ (20), 74-76; Zâriyât (51), 6; Tekvir (81), 10-15; GâÅŸiye (88). 25-26; Zilzâl (99), 7-8...
[35] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara 1993, s. 163-164; ayrıca bk. Yûsuf el-Karadâvî, el-lman ve'l-hayât, Kahire 1393/1973, s.72 vd.
[36] Recep Kılıç, “Din ve Ä°nsan”, Din ÖÄŸretimi Dergisi, sy. 39, Ankara 1993, s.53.
[37] Abdürrezzâk, el-Musannef (nÅŸr. Habîburrahmân el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, VII, 151-152; Kurtubî, el-Câmi' li-ahkâmi’l-Kur’ân (nÅŸr. HiÅŸâm Semîr el-Buhârî), Riyad 1423/2003, III, 108.
[38] Ä°bn HiÅŸam, es-Sîre (nÅŸr. Taha Abdurrauf Sa‘d), Beyrut 1411, II, 15; Halebî, es-Sîre, Beyrut 1400, I, 230.
[39] Beyhakî, Åžu‘abü’l-îmân (nÅŸr. Muhammed es-Sa‘îd Besyûnî ZaÄŸlûl), Beyrut 1410, IV, 329; Ä°bn Asâkir, Târîhu Medîneti DımaÅŸk (nÅŸr. Muhibbüddîn el-Umerî), Beyrut 1995, XXXI, 132; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, Beyrut 1993, VIII, 273.
[40] A. Refik Gür,Hukuk Devleti, Ä°stanbul 1958, s. 7.
[41] Mâide (5), 13; Zümer (39), 22.
[42] Gür, s. 7.
[43] Kıyâme (75), 2.
[44] bk. Mustafa ÇaÄŸrıcı, “Ahlâk”, DÄ°A, II, 2.
[45] Gür, s. 7, 8.
[46] Gür, s. 8.
[47] Dârimi, “Büyû‘”, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 194, 227, 228
[48] Müslim, “Birr”, 14, 15; Tirmizi, “Zühd”, 52; Ahmed b. Hanbel, IV, 182, 227, 228; V, 251, 252, 256
[49] Buhârî, “Åžehadât”, 28, “Hiyel”, 10, “Ahkâm”, 20; Müslim, “Akdiye”, 4; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 87; Tirmizî,
“Ahkâm”, 11, 18; Nesâî, “Kudat”, 12, 33; Ä°bn Mâce, “Ahkâm”, 5; Mâlik, el-Muvatta', “Akdiye”, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 232; VI, 203, 290, 307, 308, 320.
[50] Duguit, Droit Constitutional, s.97'den naklen Paul, Cuche, “Hukuk Felsefesi Konferansları”, AÜHFD, V/l-4 (1948), s.403.
[51] Von Hippel, Ernst, Elemente des Naturrechts, s. 21, 23’den naklen, Vecdi Aral, “Hukuka Ä°liÅŸkin DeÄŸiÅŸik GörüÅŸler…”, Ä°ÜHFM, XXXIX/1-4 (1974), s.348
[52] Hacc (22), 46.
[53] Tirmizî, “Kıyâmet”, 25; Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-‘ummâl, XVI, 159, 166-167.
[54] Hâkka (69), 18.
[55] Ä°bn Ebî Åžeybe, el-Musannef (nÅŸr. Muhammed Avvâme), Beyrut 1427/2006, XIX, 143 (XIII, 270).
Bu konuda bk. Saffet Köse, Ä°slam Hukukunda Kanuna Karşı Hile (Hile-i Åžer‘iyye), Ä°stanbul 1996; a.mlf., Ä°slam Hukukunda Hakkın Kötüye Kullanılması, Ä°stanbul 1997.
[57] HaÅŸr (59), 9.
[58] Karâfî, ez-Zehîra (nÅŸr. Muhammed Huccî), Beyrut 1414/1994, VIII, 206.
[59] Ripert, “Medenî Vecîbelerde Ahlâk Kaidesi” (trc. Abdülhak Kemal), DFHFM, IV/28 (1927), s. 456
[60] Ahlakla Hukukun Münasebeti, Ankara 1942, s. 10.
[61] Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 49; Ä°bn Mâce, “Ticârât”, 27.
[62] Ä°bn Âbidîn, Reddü’I-muhtâr, Kahire 1272-1324, II, 322.
[63] bk. Saffet Köse, “Ä°slam Hukukuna Göre Evlenmede Velayet”, Ä°HAD, sy. 2, Konya 2003, s. 101-102.
[64] bk. Saffet Köse, “Ä°slam Hukukunun Modern Hukuka Katkısı Konusunda Bir Deneme”, ÇaÄŸdaÅŸ Ä°htiyaçlar ve Ä°slam Hukuku, Ä°stanbul 2006.
[65] Abdülhak Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, Ä°stanbul 1958, s.160, 166.
[66] Ripert, s. 456.
[67] Ahlâk (haz. Ezel Ervedi-Ä°smail Kara), Ä°stanbul 2005, s.175.
[68] Bu düÅŸüncenin analizi için bk. Köse, “Günümüz Türk Aile Dokusunda Zihniyet DeÄŸiÅŸikliÄŸi Üzerine Bir Analiz”, Ä°slam Hukuku AraÅŸtırmaları Dergisi, sy. 15 (2010), s. 156-160.
[69] Kavramlar ve TarihleriI, Ä°stanbul 2002, 123-146.
[70] bk. Furkân (25), 32.
[71] msl. bk. Mü’minûn (23), 1-11; Furkân (25), 63-73; Me‘âric (70), 22-35.
[72] Ä°srâ’ (17), 23.
[73] En‘âm (6), 151.
[74] msl. bk. Bakara (2), 178-179; Maide (5),33-34, 38, 45; Nûr (24), 2-9.
[75] Bu konuda bir deÄŸerlendirme için bk. Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı (trc.Ahmed Asrar), Ä°stanbul 1992, III, 332-336.
[76] Bakara (2), 217; Maide (5), 2, 97; Tevbe (9), 36.
[77] Tevbe (9), 36.
[78] Nesâî, “Cihâd”, 1; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, Beyrut 1420/1999, IV, 173; Ä°bn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘azîm (nÅŸr. M. Ä°brahim el-Bennâ v.dÄŸr.), Ä°stanbul 1985, II, 315.
[79] Nisâ’ (4), 77.
[80] M. ReÅŸîd Rızâ, Tefsîru'l-Menâr, Beyrut, ts. (Dâru’l-Ma‘rife), V, 264.
[81] bk. Cevdet Said, Ä°slâmî Mücadelede Åžiddet Sorunu (trc. H. Ä°brahim Kaçar), Ä°stanbul 1995, s. 48, 111.
[82] Mesela bk. Ä°bn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bârî, 1407/1986-87, XI, 338.
[83] Beyhakî, ez-Zühdü'l-kebîr (nÅŸr. Amir Ahmed Haydar), Beyrut 1408/1987, s. 165, nr. 373; Süyûtî, el-Câmi‘u’s- sagîr (Feyzü'l-Kadîr ile), Beyrut 1391/1972, IV, 511, nr. 6107.
[84] Tirmizî, “Fezâilü’l-cihâd”, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 20, 22.
[85] Konuyla ilgili olarak geniÅŸ bilgi için bk. Saffet Köse, “Cihâd Åžiddete Referans Olabilir mi?”, IHAD, sy. 10, Konya 2007, s.37-70, özellikle s. 40-49.
[86] Mâlik, el-Muvatta’, “Husnü’l-huluk”, 8; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 381.
[87] Mâlik, el-Muvatta’, “Husnü’l-huluk”, 8; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 381.
[88] Bakara (2), 190.
[89] Müslim, “Cihâd”, 2; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 82; Tirmizî, “Siyer”, 48, “Cihâd”, 14; Ä°bn Mâce, “Cihâd”, 38; Dârimî, “Siyer”, 5; Mâlik, Muvatta’, “Cihâd”, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 300; IV, 240; V, 358; Taberânî, el- Mu‘cemü’l-kebîr (nÅŸr. Hamdi Abdülmecîd es-Silfî), Haydarabad 1322, XI, 179, nr. 11562; Beyhakî, es-Sünenü’l- kübrâ (nÅŸr. Muhammed A. Atâ), Beyrut 1414/1994, IX, 84, nr. 17949; 90-91, nr. 17966.
[90] Ä°nsan (76), 8-10.
[91] Enfâl (8), 17.
[92] Enfâl (8), 11-12.
[93] Taberî, Câmi‘u'l-beyân, VII, 664-666; Tabersî,Mecma‘u’l-beyân, Beyrut, ts. (Dâru Mektebeti’l-Hayât), XV, 138139.
[94] Buhârî, “Åžurût”, 15; Ahmed b. Hanbel, IV, 221; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 218.
[95] Mevdûdî, Tefhîm, V, 404.
[96] Fetih (48), 1-10, 25-28.
[97] Fetih (48), 26.
[98] Beyhakî, Åžu‘abü’l-îmân, III, 45.
[99] Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 7; Müslim, “Cihâd”, 111.
[100] Tevbe (9), 25-26.
[101] En‘âm (6), 152; A‘râf (7), 85; Hûd (11), 84; Ä°srâ’ (17), 35; Åžu‘arâ’ (26), 181-183.
[102] Müslim, “Zekât”, 65; Tirmizî, “Tefsîr”, 2/36; Taberânî, el-Kebîr, nÅŸr. Hamdi es-Selefî, Musul 1404/1983, X, 74, nr. 9993...
[103] Bu konuda bk. Cengiz Kallek, Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Ä°stanbul 1992, s. 30-36.
[104] Mutaffifîn (83), 1-9.
[105] Bk. Asım Efendi, el-Okyanûsu'l-Basît fî tercemeti’l-Kâmûsi’l-muhît, Ä°stanbul 1305, “t.f.f.” md. II, 802-803; ZemahÅŸerî, el-KeÅŸÅŸâf, Kahire 1366/1947, IV, 718-719; Ebussuûd, Ebussuûd, IrÅŸâdü’l-akli’s-selîm, Beyrut, ts. (Dâru Ä°hyâi’t-türâsi’l-Arabî), IX, 124-126; Elmalılı, Hak Dini, Ä°stanbul, ts. (Eser NeÅŸriyat), VIII, 5648-5650.
[106] Nisâ’ (4), 29; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 113.
[107] Ä°bn Mâce, “Ticârât”, 34.
[108] msl. bk. Müslim, “Müsâkât”, 115.
[109] Örnek olarak ÅŸu hadisleri zikredebiliriz: Hz. Peygamber dürüst, güvenilir (emîn) tâcirlerin ahiret yurdunda peygamberler, sıddıklar ve ÅŸehitlerle birlikte bulunacağını haber vermiÅŸtir (Tirmizî, “Büyû‘”, 4; Ä°bn Mâce, “Ticârât”, 1). Öte yandan “Bizi aldatan bizden deÄŸildir” (Buhârî, “Îmân”, 164; Ebû Dâvûd, “Büyû’”, 50) buyurarak hilecilere oldukça acı bir akıbet öngörmüÅŸ, keza hileye baÅŸvuranın ateÅŸte olduÄŸunu söylemiÅŸ (Buhârî, “Büyû’”, 60), kusurlu bir malın bu durumunu gizleyerek satmanın helâl olmadığını ve bu ÅŸekilde hareket eden kiÅŸinin daima Allah'ın gazabı ve meleklerin laneti altında bulunduÄŸunu (Ä°bn Mâce, “Ticârât”, 45), bu tutumun kazancın bereketini gidereceÄŸini (Buhârî, “Büyû’”, 19, 23, 44, 46; Müslim, “Büyû’”, 47) ifade etmiÅŸtir.
[110] Tirmizî, “Nikâh”, 3; Ä°bn Mâce, “Nikâh”, 46.
[111] Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb, Beyrut 1421/2000, XXIII, 117; Nizâmüddîn en-Neysâbûrî, Garâibü’l-Kur’ân ve regâibü'l-Furkân (nÅŸr. Zekeriyyâ Umeyrân), Beyrut 1416/1996, I, 268; III, 219, 275, 341, 438; V, 143.
[112] Tâhâ (20), 117.
[113] A‘râf (7), 172.
[114] Hicr (15), 36-37; Sa‘d (38), 79-81.
[115] Hicr (15), 28-44; Tâhâ (20), 116-123; Sa‘d (38), 71-88.
[116] Hicr (15), 39.
[117] Tâhâ (20), 115.
[118] Tâhâ (20), 120-121.
[119] Bakara (2), 35-37.
[120] Hicr (15), 39; Sa‘d (38), 82.
[121] Fâtır (35), 6; Yâsîn (36), 60; Zuhruf (43), 62.
[122] A‘râf (7), 27.
[123] Bk. Âl-i Ä°mrân (3), 15-16.
[124] Naziat (79), 39-41; Åžems (91), 9-10.
[125] A‘râf (7), 73.
[126] Bakara (2), 65; Nisâ’ (4), 47, 154; A‘râf (7), 163.
[127] En‘âm (6), 146.
[128] A‘râf (7), 27.
[129] msl. bk. Bıkâ‘î, Nazmü'd-dürer (nÅŸr. Abdürrezzâk Gâlib el-Mehdî), Beyrut 1415/1995, II, 741; VI, 100; VIII, 153, 169, 393; Ebussuûd, Ä°rÅŸâdü’l-‘akli’s-selîm, Beyrut, ts. (Dâru Ä°hyâi,t-türâsi,l-‘Arabî), I, 29, 222, 250, 277; II, 85, 132; III, 5, 15, 273; IV, 160, 179, 277; V, 105, 203, 231; VI, 16; VII, 54, 175; VIII, 211; Âlûsî, Rûhu’l-me‘âm, Beyrut, ts. (Dâru Ä°hyâi’t-türâsiVArabî), I, 154, 247, 387; II, 120; III, 40; IV, 56, 114, 166; VI, 57, 88; IX, 65; XI, 76, 151, 197; XII, 242; XIII, 3, 182; XIV, 119; XV, 76, 147, 203, 305; XVI, 186, 191, 211; XIX, 47-48; XXI, 27; XXII, 19; XXIII, 40, 66; XXIV, 42; XXVII, 186; XXVIII, 64; XXX, 40, 165.
[130] a.e., VI, 100; VIII, 169.
[131] M. ReÅŸîd Rızâ, “Mîzânü’l-îmân ve süllemü’l-ümem”, Mecelletü’l-Menâr, sy. 3, Kahire 11. Cumâde’l-ûlâ 1318/6. Eylül. 1900, s.433.
[132] Ahlâk ve Modernlik (trc. Mehmet Küçük), Ä°stanbul 1993, s. 9-10.
[133] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 385.
[134] Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 14; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 250, 472, 527; V, 89, 99; VI, 47, 99.
[135] Åžems (91), 7-8.
[136] Zâriyât (51), 56.
[137] Ankebût (29), 45.
[138] Muttakî el-Hindî, Kenzü'l-ummâl, nr. 20083.
[139] Ä°bn Mâce, “Sıyâm”, 21.
[140] CoÅŸkun Can Aktan, Toplam Ahlak, Ä°stanbul 2004, s. 35.
---------------------------------------------------
[i] İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy.17, 2011, s.15-50
[ii] Selçuk Üniversitesi Ä°lahiyat Fakültesi Ä°slam Hukuku Ana Bilim Dalı / e-mail: [email protected]
Henüz yorum yapılmamış.