Bir grup gazetecinin tasfiye süreci: Kadro Hareketi
Follow @dusuncemektebi2
1932 ile 1934 seneleri arasında, toplam 36 sayısı yayımlanmış Kadro dergisi, Türk basın-yayın tarihinin önemli mecmualarından biridir. Bu yazıda, yayım süresi açısından kısa sayılabilecek bir dönemde var olmasına rağmen, “Kadro”yu günümüzde konuşulur kılan etkenler üzerinde duracağım. Bu etkenler çerçevesinde, Kadro’ya dair genel bir resim çıkarmak suretiyle, 1920’ler ve 30’lar Türkiye’sinin ve dünyasının, siyasal ve ekonomik koşullarını göz önünde bulundurarak, Kadro’nun dönem koşulları dahilinde genel duruşunu betimlemenin ardından, Kadro ile Marksizm ve sonrasında Kadro ile Kemalizm ilişkisini inceleyeceğim.
İşaret ettiği anlamlar açısından, “Kadro” ve “Kadrocular” sözcüklerini ayrı ayrı irdelemek gerekmektedir. Kadro, Ocak 1932 senesinden, Aralık 1934’e kadar, aylık yayınlanmış bir fikir mecmuasının ismidir. “Kadrocular” denildiğinde ise, öne çıkan beş isim mevcuttur: Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Asaf Belge. Bu beş yazar, Kadro dergisinin temel iskeletini oluşturmakla birlikte, çeşitli sayılarda makaleleriyle mecmuaya katkıda bulunan çeşitli yazarlarla da karşılaşmaktayız. “Kadro” sözcüğü ile, derginin temelini oluşturan yazarların “Kadrocu” olarak kendilerini tanımlamaları arasındaki bağlantıyı anlayabilmek için, öncelikle mecmuanın önder isimlerinin bir araya gelmelerindeki etkenleri, bahsi edilen yazarların geçmiş politik ve fikirsel deneyimleriyle bir arada incelemenin faydalı olacağı kanısındayım.
1987 senesinde Edirne’de doğan Şevket Süreyya Aydemir, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve bu dönemde Turancı fikirleri benimsemiş biriydi. Bu idealleri doğrultusunda, savaştan sonra Azerbaycan’a öğretmen olarak atanması, Aydemir için Turancılık ideali üzerine fikirsel gelişimini sürdürebileceği bir deney alanı sağlamıştı. Sonrasında Azerbaycan’da gerçekleşen Kızılordu işgali ve Bolşevizm etkisiyle yeni fikirlerle tanışan Aydemir’in, bundan sonraki fikir yaşantısının uzunca bir döneminde Marksizm ile ilişkilendiğini söyleyebiliriz. Moskova Doğu Emekçileri Üniversitesi’nde iktisat eğitimi gören Aydemir, Türkiye’ye dönmesinin ardında 1923 senesinde Türkiye Komünist Partisi’ne katıldı ve partinin yayın organı olan “Aydınlık” dergisinde yazılar kaleme almaya başladı. 1925 senesinde gerçekleşen komünist tevkifatında tutuklanan Aydemir, on yıl hapse mahkum olmasına rağmen, 1926’da af ile özgürlüğüne kavuştu. Sonraki dönem Aydemir için TKP’den kopuş sürecini başlatmıştır. Aydemir’in Marksizme getirdiği yorumlar ve farklı açılımlar, Parti ile Komintern arasında Komintern karşıtı aldığı duruş, onun TKP ile yollarının ayrılmasına neden oldu. Aydemir’in, 1927 ile 1932 yılları arasında, devlet memurluğu yaptığı dönemde, gitgide Ankara ile daha fazla yakınlaştığı gözlemlemekteyiz. Aydemir’in, 1932 senesinde yayınladığı “İnkılap ve Kadro” kitabı, onu Kadro dergisinin ve Kadrocu hareketin esas ideologu haline getirmiştir.
Derginin ve hareketin bir diğer yazarı Vedat Nedim Tör, Almanya’da öğrenciyken Marksizm ile tanışmıştır ve Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası’nın kurucularındandır. Öte yandan, İsmail Hüsrev Tökin, Saint George Avusturya Lisesi’ndeki son yıllarında Marksizmle tanışmış, lise sonrasında gittiği Moskova’da, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde İktisat eğitimi almıştır. Almanya’da mimarlık eğitimi görürken Marksizmle tanışan Burhan Asaf Belge, kadrocu bir diğer fikir adamıdır.
Diğer bir kadrocu olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, grup içerisinde Marksist kökenli olmayan tek yazardır. Kadro dergisinin yayın dünyasına adım atmasında Yakup Kadri’nin etkisi ise büyüktür. Atatürk ve İsmet İnönü ile olan yakın ilişkileri sayesinde mecmuanın çıkarılmasına dair izin alan Yakup Kadri’nin bir görüşmesini Ertan (1994) şöyle aktarmaktadır:
... Ben bu Kadro’yu çıkarırken Halk Partisi’nin anlaşılmayan bazı ilkelerinin izahıyla meşguldum. Mesela mebuslar soruyorlardı, “Efendim, Devletçilik diye irşey çıkarıyorlar, bu ne demektir? Eğer devlet taraftarı olmazsa biz zaten tek partiyiz, binanaleyh bunu ayrıca bir hareket içinde kurmanın bir lüzumu yok” diye. Baktım bütün meclis Halk Partili, fakat Halk Partisi’nin bilgileri hakkında hiçbir bilgileri yok. Bunu izah etmek için bir çare arıyorduk o sıralarda. O sırada kayınbiraderim olan rahmetli Burhan Belge “Benim arkadaşlarım var, onlarla konuşalım” dedi. Şevket Süreyya Bey’in “İnkılap ve Kadro” diye bir kitap hazırladığını da söyledi. Onun üzerine gittim. Şevket Süreyya Bey’i buldum. Baktım hepsi oturmuşlar, o yazıyor, arkadaşları makinaya çekiyor, bütün çalışmaları kendi aralarında kalıyordu. Neşretmek için vasıtaları yok. Ben de hem mebusum, hem Atatürk’ün yakını sayılıyorum. Zannederim bir paratoner olarak beni günün birinde lazım olur diye içlerine aldılar. Ben aslında ekonomist değilim. Fakat yazdıkları, söyledikleri benim sezişlerime uyuyordu ... Onun üzerine ben Recep Peker’e gittim, dedim ki, “Ben mebuslara ve halka Halk Partisi’nin ilkelerini anlatmak için bir dergi çıkarmak istiyorum.” “Ne işe yarayacak bu dergi sanki” dedi. Yani “Kadro demek, bir partinin fikir kadrosu, öncü kadrosudur”. “Bu vazife bizimdir, sana veremem” dedi.” Sonrasında Atatürk’le görüşen Yakup Kadri, derginin çıkarılması için gerekli izni almıştır (s. 60-61).
Yakup Kadri’nin anlatımı, iki noktada aydınlatıcıdır. Birincisi, Kadro dergisi vasıtasıyla, inkılabı dillendirme isteğinde öncelikli olan, devlet eliti dahilindeki bireylerin zihinlerinde devrimin yol haritasının belirgin hale getirilebilmesine yönelik amaçtır. Türk inkılabının ideolojisini yaratma yolunda işe koyulan Kadro Dergisi, öncelikle halka ulaşmayı değil, devlet elitine ulaşmayı esas almışlardı. İkincisi, Recep Peker’in, devrimin ideolojisinin yaratımı eyleminde, öncelikli yetkinin devlet elitinde olması gerektiği yönündeki görüşü, Kemalist elit ile dönemin aydınları arasındaki ayrıklığa ve güvensizliğe işaret etmektedir.
Yakup Kadri dışındaki yazar kadrosunun Marksist kökenleriyle alakalı bilinmesi gereken bir hususu izah etmeye çalışacağım. Kadro hareketinin oluşmasında önemli olan etkenlerin ilki, yazarların doğum yıllarıyla doğrudan alakalıdır. Yakup Kadri dışındaki diğer kadrocular aynı nesil kuşağının insanlarıydı. Başkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında gençlik dönemlerinden yeni yeni çıkmaya başlayan yazarların, düşünsel temellerinin şekillenmesinde bu dönemin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Turancılık gibi politik arenada dönem dönem varlığını ortaya koymuş olan fikir akımları 1920’li yıllara yaklaşıldığında etkisini eskiden olduğu kadar hissettirememekteydi. Öte yandan, 1917 senesinde Çarlık Rusya’da gerçekleşen Sosyalist Devrim, Kadrocu yazarlar için üzerine düşülecek en ideal alternatif yol halindeydi. Yaşam hikayelerini incelediğimizde kadrocuların, Moskova ve Almanya’da eğitim aldıkları dönemlerde Marksist fikirlerden etkilendiklerini görmekteyiz. Yakup Kadri hariç kadrocular, Türkiye’ye döndükleri ilk senelerde yazılarını Aydınlık dergisinde yayınlamışlardır. 1925 senesinden itibaren TKP içinde yer alan kadroculardan, Şevket Süreyya ve Vedat Nedim, öne çıkan isimlerdendir. Ne var ki, sonrasında kadrocular olarak anılacak grubun yönetimindeki TKP’de, örgütlenme şeklinde değişiklik gözlemlenmiştir. Bu dönemde parti, Bolşevik modele uygun bir yeraltı partisi gibi görünmek yerine, işçi toplulukları arasında “noktalama sistemi” denilen daha gevşek bir örgütlenme biçimini seçmiştir (Ertan, 1994, s.53). Moskova’daki komintern direktiflerine karşı duruşları sonrasında Şevket Süreyya ve Vedat Nedim, bu dönemde kesin olarak TKP’den kopmuştur.
Kadro Öncesi Kadrocular: Marksizmden Kemalizme Geçiş
Kadro dergisine göz atıldığında, her sayıda giriş bölümü olarak “Kadro” başlığı altında bir yazının yayınlandığını görmekteyiz. Bu metinler bize, derginin aslında, bir yol haritasına ve ortak düşünceler bütününe sahip bir “hareket” olduğunu göstermektedir. Dergide esas olarak siyasal, ekonomik, kültürel ve sanatsal konuları ele alan yazılar yayınlanmaktadır ve bu yazıların tamamı Türk Devrimi ile mutlaka ilişki içerisinde kaleme alınmıştır. Marksist kökenden gelen Kadrocular’ın, 1930’lu yıllarla beraber Marksizmi kendilerince farklı bir şekilde yorumladıklarını söylerken, bu yorumlarını Marksizmden şiddetli bir sapma olarak algılayabiliriz. Kadrocuların önder ideologu olan Aydemir’e göre (1990) tarihsel materyalizmin insanı, toplum ilişkileri içinde bir cemiyet unsuruydu ve Darwin’in toplumsal hayatın kapısına kadar izah ederek getirdiği insanı alıp, onu hayvandan farklı kılan toplumsal varlığını açıklamanın bir yöntemiydi (s.35). Marksist düşüncenin, tarihsel materyalist yanının önemini vurgulayan Aydemir, öte yandan Marksizmin yetersiz kaldığı noktalara da işaret etmektedir. Aydemir (1990), Marksist düşüncenin sömürge ve yarı sömürgelerle, metropoller arasındaki Milli Kurtuluş mücadelelerini layık oldukları önemleriyle hesaba katmaktan ziyade mücadelesini yoğun bir sınıf kavgası üzerinde yürüttüğünü berlirtiyordu (s.37). Kendisi, dünyada dönemin gelişmelerine bakıldığında, Marksist teorinin sorunları çözmedeki yetersizliğini öne sürerken, diğer yandan milli kurtuluş hareketlerinin gerekliliğine dikkati çekmekteydi. Üretim vasıtalarının dünya üzerinde daha rasyonel bir şekilde dağılışı gerekliydi; bu dağılış ise ancak ve ancak, sanayisiz ülkelerin, sanayici ve sömürgeci ülkelere karşı girişecekleri milli bağımsızlık savaşlarıyla gerçekleşebilirdi (Aydemir, 1990, s.43). Aydemir’in Marksizm yorumundaki fikirsel sapmasını, Lenin’in fikirleriyle karşılaştırdığımızda daha net görmekteyiz. Lenin’e (1993) göre, öncelikle bütün ulusların proleterleri ve emekçi yığınları, toprak sahipleri ve burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan ortak bir devrimci savaşım için birlik kurmalıydı. Bu enternasyonal birlik olmaksızın, ulusal boyunduruğa son verilmesi ve milletler arası eşitsizliğin ortadan kalkması mümkün değildi (s. 332). Bu yönüyle Aydemir’in fikirleri, Lenin’in Marksizm yorumundan ziyade, Tatar Bolşeviklerinden Mirza Sultan-Galiev’in ulusal solcu Marksizm yorumuna daha yakındır.
Başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere kadrocuların uzlaştığı bir nokta anti-kapitalizmdir. Onlar, 1929 dünya ekonomik buhranını, kapitalizmin aldığı darbe ve çökme süreci olarak yorumluyorlardı. 1929 dünya ekonomik krizi, kadrocuların, Türkiye için üçüncü bir yol arayışlarında oldukça etkili olmuştur. Burhan Asaf’ın (2004), 1929 krizini ele aldığı makalesinin başlığı dikkat çekicidir: “Çökmekte Olan Cihan Nizamı”. Ona göre, “mevcut buhran, kapitalist bünyenin kendine has olan inkişaf seyrinde vücut bulmuş, ritmik ve periyodik bir duraklama, yani bir alelade ve geçici buhran değil, kapitalist bünyenin çözülmesinden kuvvet alan, onun için ricî ve reaksiyoner, fakat bizler için ileri ve inkılâbî bir bünye tahavvülü safhasıdır.” (s.59). Burhan Asaf Belge’nin, 1929 krizini henüz kapitalistleşmemiş fakat krizden ihracat ve ithalat alanında fazlasıyla etkilenmiş Türkiye için bir fırsat olarak nitelendirmesi ilginçtir. Kadrocuların, kapitalizmin çökmesini müjdeleyen fikirleri gerçeklik kazanmazken, onlar Türkiye için ne kapitalizmin, ne de sınıflar farklılığını esas alan sosyalizmin uygun bir sistem olduğunu düşünmekteydiler. Üçüncü bir yol arayışında olan Vedat Nedim’e (2004) göre, yeni Türk devleti, en kısa zamanda en mükemmeli yapmakla mükellefti ve diğer devletlerin düştükleri hatalara düşmemeyi önemsiyorlardı. En fazla çekindikleri husus ise, milletin bütünlüğü ve birliğini, sınıflara parçalamaktı çünkü sınıf çatışmaları milletin varlığını yıpratacaktı (s. 640). Kadrocular, kapitalizmi ve sosyalizmi reddederken, üçüncü ve özgün bir yol olarak devletçi anlayışı öne sürüyorlardı. Onların devletçilik algısını, Kemalizmle olan ilişkilerini inceleyeceğim bölümde açıklayacağım. Öte yandan vurgulanması gereken, kadrocuların Türkiye için biçtikleri toplumsal modelin, Avrupa’da 1920’li yıllarla birlikte etkisini hissettirmeye başlayan nasyonal sosyalist izler taşıdığıdır. Aydemir’in, faşizmin içe dönük politik ve toplumsal yaklaşımlarından ziyade, dış dünyaya dönük açılımlarını eleştirdiğini söyleyebiliriz. Ona göre faşizm de bir emperyalizmdi ve sömürgeciliği tetikliyordu. Daha net bir şekilde faşizm, ne bir inkılap, ne de milli bir hareketti; yalnızca bir istibdattı. (Aydemir, 1990, s.179) Kadrocular, anti kapitalist oldukları kadar, anti feodaldirler. İsmail Hüsrev (2004) Türkiye’de ziraat alanında var olan sorunları incelerken, sorun odağı olan ve lağvedilmesi gereken kesimleri işaret etmektedir: “Beyler ve toprak ağaları, köylü müteşebbisleri, küçük mülkiyet sahibi müstahsiller, ortakçılar ve marabalar, köy amelesi” (s.706).
Lozan Anlaşmalarıyla kapütilasyonların bir kısmı kaldırılmıştı ancak bir kısım imtiyaz halen daha yürürlükteydi. 1930 senesine gelindiğinde ise gümrük imtiyazları tamamen yürürlükten kalkmıştı. 1929 krizi ise, tüm dünya ülkelerinin ekonomide içe dönme politikalarını gündeme getirmişti. Bu dönemde kadrocuların ekonomik fikirlerinin bu yönde etkilendiğini söylemek mümkündür. 1932 senesine gelindiğinde ise Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesi yaşanmış ve devletçilik adımları atılmıştı. Başta Aydemir olmak üzere kadrocular, geliştirdikleri tarihsel materyalist çizgide, yürürlükte olan tüm ekonomik ve siyasal yönetim biçimlerine eleştirel bakıp, onları reddederken, “milli şef” olarak kabul ettikleri Atatürk’ün önderliği doğrultusunda, bir yandan onun gerçekleştirdiği inkılapların genel resmini çıkarırken, diğer yandan gerçekleştirilmesini savundukları devrimlerin yol haritasını çiziyor ve genel şekliyle Türk Devrimi’nin ideolojisini ortaya çıkarmayı hedefliyorlardı.
1932 – 1934 : Kadro ve Kemalizm
Türkiye Komünist Partisi’nden uzaklaşmakla beraber, giderek Kemalist devlet erkanıyla yakınlaşan kadrocu yazarlar, Kadro dergisinin yayın hayatına girmesiyle, modern Avrupa tarihinde gerçekleşmiş bütün devrimlerden farklı bir hüviyete sahip olduğunu savundukları Türk Devrimi üzerine, bir yandan altyapısal teoriler ortaya atarken, öte yandan devrimin gelecek dönemlerde izlemesi gerektiğini düşündükleri, sosyal, politik, kültürel alanlarda yol haritaları üzerine çalıştılar. 1932 senesi ile birlikte başlayan Kemalizm-Kadro ilişkisi, uzlaşmaları ve çatışma noktaları ele alınarak ayrı ayrı irdelenmelidir. Karşıtlıklar noktasında ise, esas olarak üç önemli hususun altını çizmemiz gerekiyor:
1) Türk Devrimi altyapısına dair çatışmalar
2) Batı’ya bakış açısına dair çatışmalar
3) Devletçilik ilkesi doğrultusunda gerçekleşen çatışmalar
Birinci Dünya Savaşı ile gerçekleşen Osmanlı Devleti yıkımının üzerine, askeri ve politik alanda ön plana çıkan ve sonrasında kurulan yeni devlet ile birlikte başlayan yeni dönemin askeri ve politik önderi haline gelen Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrimi olarak tanımlanabilecek, 1923 sonrası erken Cumhuriyet dönemi inkılaplar zincirinin de esas teorisyeni ve lideridir. Bozkurt’un (1976) aktardığına göre yeni kurulan Türkiye devletinin, idare şeklini izah eden Atatürk şu ifadeleri kullanmıştır: “Fransa İhtilali bütün cihana hürriyet fikrini nefheylemiştir ve bu fikrin halen esas ve menbaı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri beşeriyet terakki etmiştir. Türk demokrasisi Fransız İhtilali’nin açtığı yolu takip etmiş, lakin kendisine has vasf-ı mümeyizle inkişaf etmiştir. Zira her millet, inkılabını, içtimai muhitinin tazkiyat ve ihtiyacına tabi olan ve hal ve vaziyetine ve bu ihtilal ve inkılabın zaman-ı vukuuna göre yapar” (s.89). Görüldüğü üzere Mustafa Kemal, Türk inkılabında Fransız Devrimi öğretilerinin etkisini önemle vurgularken, bir yandan da ülkenin iç dinamiklerini göz ardı etmeden, bu öğretileri harmanlamayı esas almakta ve nev-i şahsına münhasır, ulusal bir devrim modeline işaret etmektedir. Bu noktada vurgulanması gereken ise şudur; Mustafa Kemal’e göre Türk Devrimi, Fransız Devrimi’nden köklenmektedir.
Öte yandan, kadrocuların Türk Devrimi’nin temel niteliklerini analiz ederken, öncelikle “Batı etkisini” reddettiklerini görmekteyiz. Burhan Asaf (2004), Kadro mecmuasında yayımlanan bir makalesinde, Türkiye’nin “Batılılaştığına” yönelik söylemlere karşı şunları demektedir: “... Ve öyle bir iddia, Balkan devletlerinden herhangi birisi namına ileri sürülmüş olsaydı, belki de yerinde olurdu; çünkü o milletlerin kararlarını tayin eden arzu, üç çeyrek asırdan beri “garba benzemek”tir. Fakat Türk inkılapçıları, milleti millet ve memleketi memleket yapmak işini hiçbir zaman model üzerinde kanaviçe işlemek gibi, basit bir ameliye telakki etmemişlerdir” (s.222). Kadrocular bu noktada, Türk aydınlarının, diğer az gelişmiş ülke aydınları gibi Batı’ya benzemek gibi bir kaygısının olmadığını ve hiçbir başka gelişme modeline benzemeyen bir model üzerine çalıştıklarını söylemektedir. Bu açıdan kadrocular, padişah III. Selim ile başlayan ve asıl ivmesini II. Mahmut ile gösteren, Osmanlı Devleti’nde toplumu, önce kılık ve kıyafetle olmak üzere, “batıya benzer” şekilde dönüştüren “otokratik” hamlelerini görmezden gelmektedirler. Öte yandan benzer bir şekilde, Mustafa Kemal’in yürürlüğe koyduğu Şapka Kanunu, “batı benzeşmecisi” bir hareket olarak nitelendirilebilirken, Asaf’ın, Türk inkılapçılarının özgünlüğü hususundaki görüşü, gerçeklikten ziyade bir temenniye işaret etmektedir. Yakup Kadri (2004) ise, Fransız ihtilali sonucu etkileri hissedilen kavramlar üzerine fikirlerini öne sürerken, 1914 – 1918 senelerinin şiddetli sınavlarından çıkmış olan milletlerin “uhuvvet, hürriyet ve adalet” sözcüklerine olan inançlarını artık yitirdiklerini belirtirken, faşist İtalya’nın bundan böyle, 1793 prensipleri temelinde varlığını sürdüren bir devlet olmadığı örneğiyle tezini destekler (s.168). Kadroculara göre Fransız İhtilali ve onun beraberinde getirdiği yenilikçi kavramlar bütünü artık geçersizdir ve var olan politik atmosfer, bireysel özgürlük gereksinimini dışlayan otoriter ve devletçi hakimiyet anlayışı ekseninde şekillenmektedir. Aydemir (2004), Fransız ihtilalinin düşünsel açıdan en verimli döneminin 1789 – 1793 yılları arasında gerçekleştiğini, bundan sonraki dönemde ise, dört senede etkisini hissettiren eşitlikçi ve özgürlükçü fikirlerden uzaklaşıldığını ve 1900’lere gelindiğinde, mevzubahis hiçbir değerin yürürlükte olmadığını belirterek, ihtilalin çoktan gerçekleşen “ölümünün” altını çizer (s. 790).
Kadrocular ile Kemalizmin çatışma noktalarını irdelerken aslında, Türk devriminin altyapısına dair görüş ayrılıkları ile batı dünyasına karşı fikirleri arasında bağlantılar görmekteyiz. Devrim altyapısı, Batı’dan bağımsız bir şekilde yorumlanamaktadır. Kadrocuların Batı üzerine ortaya koydukları bir diğer bakış açısı, onun öğretilerinin ve varolan geçerli bilgilerinin toptan tasfiyesi yönündedir. Şevket Süreyya Aydemir (2004) Kadro’da yayınlanan bir makalesinde, Avrupa merkezli tarih anlayışını eleştirir: “Batlamyos arzın haricindekini, arza tabiy saymakla, beşer idrakini bir uzun devir için nasıl darlığa ve yanlışlığa mahkum kılmışsa, Europacentrisme de Avrupa haricindekini Avrupa’ya tabi saymakla beşerin tefekkür tarihinde o kadar geri ve o kadar menfi bir rol oynamıştır” (s.185). Bunun yanı sıra Aydemir, Türk tarihinin ana hatlarının çizilmesinin, Avrupa merkezli bir tarih anlayışıyla gerçekleşemeyeceğini belirtir (s.187). Aydemir’in, Avrupa merkezli tarih yazımını eleştirirken, oryantalizm eleştirisi yaptığını gözlemlemekteyiz. Bu noktada, Atatürk zamanında onun liderliğinde gerçekleştirilen Türk Tarih Kurumu çalışmalarını ve Türk Tarih Tezi’ni, kadrocuların desteklediğini söylememiz gerekiyor. Kadrocular gibi Kemalist elit ve Atatürk de Türk tarihine Avrupa merkezli bakmaktan imtina etmektedirler. Kadro mecmuası yazarlarının “kadrocu oksidentalizm”lerinden de bahsetmeye gerek duymaktayım. Kadrocuların geliştirdikleri Avrupa eleştirisi, anti–kapitalizmle sınırlı kalmamaktadır. Onların duruşu, dünya tarihini objektif bir şekilde yeniden gözden geçirmek adına, Avrupa merkezli tarih yazımını redakte etmekten ziyade, onu tam tersi bir biçimde okumaktadır. Burhan Asaf Belge (2004) “Avrupalı” insandan bahsederken, şu ifadeleri kullanır: “Elbette ki hayvana karşı kendini korumak için yonttuğu baltayı, daha büyük lokma kendisinde kalsın diye, öz kardeşinin kafasına çalan yarı hayvan gibi; 2 beygir kuvvetinden 300.000 beygir kuvvetine çıkardığı harikulade eserle kendini ve insanlığı ızdırap içinde bırakacaktı.” (s.89) Avrupa merkezli tarih anlayışını eleştiren kadrocuların, Kemalizmin Batı’nın kültürel alandaki alışkanlıklarını topluma monte etme çabasına karşı çıkan bir tutumuna rastlamamaktayız. Türk toplumunun hızla Batı kültürüne yöneldiği sıralarda, kültürel bir tepkinin hem anlam ifade etmeyeceği, hem de karşı devrimci güçlerin işine yarayacağı ihtimali, kadrocuların bu fikrin aksini savunmalarından alıkoymaktaydı (Ertan, 1994, s.138). Bu noktada kadrocular, yeni kurulan Türkiye Devleti’nin aydınları olarak, “halk için halka rağmenci” bir pozisyon belirlemişlerdir ki bu Kemalist elitinkiyle aynıdır. Onlara göre öncelikli olan halkın ihtiyaçları değildi; halk milletti, yekbedendi ve milletin refahının gerçekleşmesi için, öncelikle devletin bekası kuvvetlendirilmeliydi.
Kadrocular ile Kemalist elit arasındaki bir diğer ayrım, devletçi politikaya karşı bakış açılarında yatmaktadır. 1930’lu yıllara gelindiğinde, kalkan kapitülasyonlar ve dünya ekonomik krizi, devletin önde gelenlerinin yeni ve özgün bir ekonomik yol haritası çizmesini gerekli kılmıştı. Bu ekonomik yol haritasının çiziminin gereğinin hissedildiği dönemde, Atatürk’ün teşvikiyle 1930 senesinde Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştu. Fırkanın, teorik olarak Cumhuriyet Halk Fırkası’na muhalefeti gerçekleştirilmesi öngörülüyordu. SCF’nın çok kısa bir süre içerisinde büyük destek kazanması ve iktidar alternatifi haline gelmesi CHF’nin önde gelenlerini endişeye sevk etmişti. Daha sonra kapatılan parti, on beş sene boyunca ortaya çıkmayacak çok partili parlementer deneyiminin sonunu işaret ediyordu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ve rejim karşıtı kesimin büyük alakasını üzerine çekmesinin esas izahatı; CHF’nin gerçekleştirdiği devrimlerin toplumsal alanda yankı bulmadığı şeklinde ortaya konulabilir. Çok parti deneyiminin sonlanmasının ardından CHF’nın, Atatürk’ün ölümüne kadarki sürede, iyiden iyiye devletin kendisi olmaya başladığını görmekteyiz. Demokrasi deneyiminden vazgeçen CHF, kapılarını iyice kapatarak, parti-devlet olma yolunda ilerliyordu. Öte yandan, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın savunduğu ve geliştirdiği liberal ekonomik tezlerin, mevcut karşıtlık dahilinde CHF’nın devletçi duruşunun oluşmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz. CHF’nın savunduğu devletçilik ilkesi, bir müddet etkisini hakim kılacak olan planlı ve devlet müdahaleli ekonomik politikaları, liberal ekonomik düzen için gerek şart gören bir algıya sahipti. Bu devletçilik anlayışı, devlet eliyle milli sanayinin ve sermayedarların oluşumunu teşvik etmeyi öncelikli olarak hedefliyordu. Devlet sonrasında, şayet başarılı olunursa, ekonomiye müdahaleyi bırakabilir veya gevşetebilirdi.
Kadrocuların savunduğu devletçi pratik ise Atatürk’ün öne sürdüğünden oldukça farklıdır. Onlara göre devletçilik, başlı başına bir ideoloji halinde yürürlüğe konmalıydı. İsmail Hüsrev Tokin (2004), devletçiliğe dair görüşlerini şöyle izah eder: “Halbuki Nasyonalist devletçilikte Devlet, şu veya bu sınıfın emrinde değildir. Devleti, milletin ileri menfaatlerini temsil eden teşkilatçı bir rehber kadro, iktisadi faaliyetleri milletin ileri menfaatleri hesabına tanzim ve idare eden bir teknisyenler kadrosu teşkil eder” (s.272). Kadrocularla Kemalist elitin, ekonomiye devlet müdahalesi ve kontrolü gerekliliği noktasında uzlaştıkları görülse de, kadrocular için mevzu bahis hareket, kısa zamanlı bir müdahaleden ziyade, sürekli bir yönetim biçimi olarak tanımlanmakta ve amaçlanmaktadır. Kadroculara göre, nasyonalist devletçiliğin iki ana prensibi vardır: Birincisi, milli bağımsızlığı dış kuvvetlere karşı korumak, ikincisi; milli ekonomiyi, milli çıkarlar doğrultusunda geliştirip, ulusal geliri yükseltmek (Bostancı, 1990, s.66). Kadrocuların nasyonalist devletçiliği okumalarında en önemli vurgu ise “sınıfsız toplum” üzerinedir ve kadrocu devletçilik bu açıdan faşizmin devletçi modeliyle benzeşmektedir. Kemalist elitin de toplumsal sınıfları bir nebze göz ardı ettiğini, hatta Atatürk’ün konuşmalarında “kaynaşmış” millet vurgusunu yaptığı gözlemlenmektedir. Ne var ki Atatürk’ün “kaynaşmış milleti”, esasında köylü ve sermayedar sınıf varlığını tanırken, yalnızca “işçi” sınıfını yok saymaktaydı. Kadrocuların “kaynaşmış millet” algısı ise, var olan bütün toplumsal sınıfların lağvedilmesine yöneliktir. Şevket Süreyya Aydemir (2004), kadrocu devletçiliğin, faşist, nasyonal sosyalist ve komünist devletçilikten farkını izah ederken, gerek faşist gerek komünist gerekse nasyonal sosyalist partilerin, “açık ve maskesiz bir sınıf mücadelesinin ve bu sınıf diktatörlüğünün” teşkilatları olduklarını belirtir (s.549). Ona göre Türk milliyetçiliğinin devletçiliği bir sınıf devletçiliği değildi ve olmayacaktı. “Türk nasyonalizminin devletçiliği, bir sınıf nam ve hesabına diğer sınıfların istismarının ve bir milletin nam ve hesabına diğer milletleri istismarın (emperyalizm); yani muarrızlarımızın şu veya bu şekilde bağlandıkları avrupa’nın dünkü ve bugünkü nizamının bir fikri ve tarihi reaksiyonudur (s.550). Kadrocuların devletçiliğe olan bakış açısı, görüldüğü gibi, yalnızca ekonomide bir regülasyonu hedef almamaktadır.
Kadro dergisinin 22. sayısında İsmet İnönü’nün, devletçilik üzerine bir makalesi yayınlanmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin devletçiliğe bakış açısını izah eden İnönü’ye göre (2004) “devlet, ancak ferdin yapamayacağı şeyleri yapmaya çalışmaktadır, nazariyesi basiyretle mütalea olunmalıdır” (s.602). Vedat Nedim (2004), İnönü’nün makalesini yorumladığı yazısında, dönemin en liberal ülkesi sayılabilecek Amerika dahil, bütün devletlerin lüzum görüldüğünde ekonomik müdahalelerde bulunduklarını belirtir, fakat Türkiye’nin özel durumunun da altını çizer. Fark şudur: Bahsi olunan bütün devletler zaten kurulu bir düzen üzerinde varlıklarını devam ettirmektedirler. Oysa Türkiye henüz kuruluş aşamasındadır ve temelini, kendine has dinamikleri üzerinde kurarak yükseltmelidir (s.640). Kadroculara göre devletçilik bir ideolojidir ve Türk nasyonalist devletçiliği, Alman ve İtalyan faşist modellerden ve Rus komünist modelinden farklı ve özgündür. Kadrocular ile Kemalist elit arasındaki en temel görüş ayrılığının, devletçiliğe olan bakış açısı olduğu aşikardır.
Sonuç
Bu yazıda, Kadro dergisi ve Kadrocu hareketin özgeçmişini, genel karakterini sunarak, onların Marksizmle olan ilişkilerini ve Marksist kökenlerden Kemalist düşünce bütününe olan yönelimlerini izah etmenin yanı sıra; Yakup Kadri Karaosmanoğlu hariç, diğer kadrocu yazarların, yeni kurulan Türkiye Devleti’nin ideolojik haritasını çıkarma uğraşında, Kemalist elitle olan münasebetini, uzlaştıkları ve çatıştıkları noktaları ayrı ayrı öne sürerek açıklamaya çalıştım. Kadrocular, her ne kadar Marksist kökenlerinden uzaklaşıp, kemalizmin etkileşimine girmiş gibi görünseler de, “sınıf” nosyonunu inkar etmeleri ve pozitivist hüviyetteki kemalizmin karşısında, diyalektik bir duruş ortaya koymaları sebebiyle hiçbir zaman bu iki fikirler bütününe de ait olmamışlardır. Kadrocuların fikirleri, yeni-Marksist açılımları bünyesinde barındıran, Kemalist bir yorum olarak günümüze miras kalmıştır.
Alparslan Nas - Birikim
Henüz yorum yapılmamış.