Sosyal Medya

Hüseyin Akın: Öğrenciyi anlamayan öğrenciye anlatamaz da!

Şair, yazar Hüseyin Akın ile öğretmen kimliği ve şair duyarlılığıyla eğitim sorunlarını ele aldığı “Bana Öğretmenini Söyle” kitabında yer alan ezber bozan denemeleri üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.



Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Yazmaya nasıl başladınız? Bir hikâyesi var mı?
 
1965 yılında Sinop’un Türkeli ilçesinde doğmuşum. 5 yaşında Sinop’a göçmüşüz. İşçi bir baba ev hanımı bir annenin 7 çocuğundan altıncısıyım.  Çocukluğum gecekonduda geçti. Sokağı dolu dolu yaşadım diyebilirim. İlkokuldan sonra okumaya dirensem de başarılı olamadım. Babam bende gizli bir cevher keşfetmiş gibi okumam hususunda üzerime geldi. Ben de ona karnemdeki bol zayıflarla karşılık verdim. Ancak okumam konusundaki ısrar ve tavrında hiçbir değişiklik olmadı. Başarısızlık için daha çok çalışmam gerektiğini anladım. Okul derslerini takmamaya, gelecekle ilgili hiç düşünmemeye çalıştım. Sınıfın arka sıralarında kendime bir dünya kurdum. Sınıf içinde sınıf gibi bir şeydi bu. Müfredatım bile değişikti. Herkesin önünde derse ait kitap varken benim önümde bir teksir kâğıdı ve ders kitabıyla kamufle edilmiş çizgi romanlar vardı. Her şey bana mizahi geliyordu. Derste gülmekten korktuğum için gözlemlediğim durumları karikatürleştirmeye çalışıyordum.
 
Çocuk denilecek yaşta iyi bir “Gırgır” okuyucusuydum, kendimce karikatürler çizmeye çalıştım. Karikatürün kesmediği yerde şiirler yazıyor kimi zaman da mizah öyküleri kaleme alıyordum. Erken yaşta protest düşünmeye başlamıştım. Yerimi yadırgıyordum. Sınıftaki her şey beni sıkıyordu. Kalem ve kağıtla soluklanmaya çalışıyordum. Üstelik yazdıklarım öğretmen ve öğrenci arkadaşlarım tarafından yüksek beğeni topluyordu. Yıllarım sınıfın arka sıralarında eğitim ve öğretimin bir gözlemcisi gibi geçti. Evde anne babamızla, okulda hocalarımızla yaşımızın getirdiği problemleri konuşma imkânımız yoktu. Sessizlik, yalnızlık, çaresizlik bir araya geldi ve bana bir sürpriz yaptılar: Kendime ait kendi dünyamda alternatif bir okul kurmak! Ben hakiki manada okumayı da yazmayı da itiraz etmeyi de bu okulda öğrendim.
 
Şair ve yazarlığınızın yanında Din Kültürü öğretmenisiniz. Şair ve yazarlığın öğretmenliğe katkıları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
 
Öğretmen olmanın yazarlığa öyle çok dikkate değer bir faydası yok. Fakat yazar-şair olmanın bütün alanlara faydası olduğu gibi öğretmenliğe de katkısı var elbette. Yazmak size okuduğunuz şeyleri daha iyi yoğurma imkânı veriyor. Konuşurken bile yazıyorsunuz. Öğretmenliğin sınırlı penceresinden bakarak gençleri bir dereceye kadar anlayabilirsiniz. Bir de yazarsanız şayet altınızdaki zemin üstünüzdeki gök, sağınız ve solunuzdaki yollar sizi bile şaşırtacak denli genişler. Klasik eğitimde öğretmen hep anlatan öğrenci ise anlayan konumundadır. Yazar ya da şairseniz öğretmenin birinci misyonunun “anlamak” olduğunu fark ediyorsunuz. Öğrenciyi anlamayan öğrenciye anlatamaz da. Öğrenci “anlatan”dır daha çok. Duruşu, yaklaşımları ve refleksleriyle o kadar ince ve derinlikli şeyler anlatır ki şayet edebiyat ve sanat ruhunuz varsa bunu anlamakta zorluk çekmezsiniz. Öğretmenlik bir zanaat ve meslek olmaktan çıkar sanat haline gelir şayet edebiyatçı ve  yazarsanız.
 
Son kitabınız Bana Öğretmenini Söyle Mayıs ayında Şule Yayınları tarafından basıldı. Kitapta öğrencilik yıllarınızdan öğretmenlik tecrübelerinize varan ve gündeme dair değerlendirmelerin de yer aldığı yazılar mevcut. Eğitim sisteminin en önemli üç sorunu nedir desek, kendi tecrübe ve birikiminizden hareketle nasıl cevaplarsınız?
 
Eğitim sistemimizin üç önemli sorunu:
 
Öğrencilerde “tecessüs” ve “merak” eksikliği. Öğrencilerin maratoncu olarak değil kısa mesafe koşucusu (Üniversiteyi kazanıp bir şey olmak) olarak yetiştirilmeleri.
Edindikleri bilgi ile ne yapacaklarını bilmemeleri. Elindeki ipi nereye bağlayacağını bilmeden dolaşan ve eline ayağına dolanan iple ne yapacağını bilmeden şaşkınca dolaşan gençlik.
Resmî ideoloji endeksli eğitim. Teslim olan, itaat eden, itiraz etmeyen, cevap veren ama soru sormayan bir kuşak yetiştirme hevesi.
Yazılarınızın birinde “Eğitim de bir milli güvenlik sorunudur” diyorsunuz. Neden?
 
Milli savunma ve milli eğitim ikisi de iç ve dış konuşlanmayı ifade ediyor. İkisinin de ordusu var. 1 milyon öğretmenden bahsediyorsak bir “eğitim ordusu”ndan da bahsedebiliriz herhalde. Hem eğitim hem savunma, ikisi de nizami. Milli Güvenlik derslerinin kaldırılmış olması bu anlamda bir devrimdir. Milli savunma ülkenin iç ve dış düşmanlardan korunmasını ve gizli hesabı olanlara karşı caydırıcı güç oluşturmayı hedefler. Bu noktada disiplin ve hiyerarşi gibi iki önemli dayanak noktası vardır. Bu iki dayanak noktasından biri ya da her ikisi yok olup aşındığında düşmanlarınızın iştahını kabartacak denli sınırlarınız işgale hazır demektir. Millî eğitim için de  bir “düşman”dan bahsedebiliriz elbette. Fakat bu düşman her dönem üretilen cinsten bir düşman değil, bir milleti toptan cahil bırakan şeyler ne ise onların hepsidir. Empoze ve propagandaya dayalı ideoloji temelli bir eğitimden insan şahsiyetini inşa eden, kemâlat eksenli bir eğitime geçmekten başka çaremiz yoktur. Bu hedefte dikkat edilmesi gereken husus, “Kem âlat ile kemâlat olmaz” hakikatini gözden kaçırmamaktır.
 
Size göre iyi bir Din Kültürü öğretmeninin olmazsa olmaz vasıfları neler olmalıdır?
 
Öncelikle Din Kültürü öğretmeni olmanın fazla etkisinde kalmamalıdır. Kendisini olduğunun dışında gösterecek yaklaşım ve pozisyonlara girmemeli, insan doğallığını kendini kasmadan ortaya koymalıdır. Din adamı portresi değil, dininin insanı imajını oluşturmalıdır. Dinin sınırlarını kendi kültürel kıt imkânlarıyla denkleştirme hatasına düşmemeli. Öğrencilere ihtiyaçları olan her konuda-zira din “her konu” dur- yardımcı olmalıdır. Yeryüzünden gökyüzüne inmiş metafizik bir varlık gibi durmamalı. Yaşama sevinci ve coşku dolu bir insan olmalıdır.
 
Öğrencileriyle kısır tartışma yapmamalı, farklı kanaat ve inançlara azami özgürlük tanımalı, kimseyi hidayete erdirmek için uğraşmamalı. Bunlara ayıracağı vakit ve vereceği enerjiyi kendini iyi insan kılmaya harcamalıdır. Dinî ıstılahları gerekli gereksiz kullanmamalı. Çokça “ahlâk” demekle kimse ahlâklı olmaz, durmadan “Allah” diyerek kimse Allah’ı bulmaz. Kabukla değil ruhla meşgul olmalı. Adaletli olmalı. Öğrenciler arasında hiçbir şekilde ayrım yapmamalı. Sevdiğini hissettirmeli, sevildiğini fark ettirmeli. Şiir bilmeli, mizah yönü olmalı, teatral tarafını geliştirmeli. Branşı hayat olan insan olmalı. Bir de ses tonu giyim kuşam ve kelime seçiminde kesinlikle klişeden kaçınmalı.
 
İstanbul’un kalburüstü eğitim kurumlarında uzun yıllar çalışmış tecrübeli bir Din Kültürü öğretmeni olarak “Gençlere din değil yorgunluk aşılıyoruz” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
 
Bu ifade geçtiğimiz aylarda birkaç ağızdan kullanıldı. Deizm meselesi ile ilgili bir özeleştiri idi. Haklı bir eleştiri bence. Din üzerinde gece gündüz sürekli tartışıyoruz. Televizyonlar, gazeteler, fikir platformlarından tutunuz da mahalle kahvelerine kadar bu böyle. Kimse bu tartışmaların gençlerin dünyalarında nasıl onulmaz yaralar açtığını düşünmüyor. Din denildiğinde kargaşa, kaos ve kuyudaki taş akla geliyor artık. Daha ötesi, dinî konular gençler ve çocuklar arasında hızla bir gülmece unsuruna dönüşüyor. Halbuki din ruhsal dinginlik, sükûnet ve de sorumluluğu yerine getirmekten mütevellit bir huzur bahşeder. Ekranlarda “din show” icra eden hocalar ekranın gerisinden dönüp kendilerine bir baksalar iyi olur. Dünya sizi sürekli tolere eden mahallenizden ibaret değil. Diğer yandan “kolaylık” ilkesi din söz konusu olduğunda unutulmuş gibi. Zorlaştırmayı fazilet addedenler var.
 
Korkutup nefret ettirmek ve ümit kırmak üzere yapılan bir din anlatımını maharet belleyenler o kadar çok ki. Halbuki kolaylık ve müjdelemedir asıl olan. Gençler henüz bu ikisi ile de tanışmış değiller. Gençlerin ne olduklarını dürbünle izliyoruz, ama ne olmadıklarını görmezden geliyoruz. Gençler deist oluyormuş, ateist oluyormuş…Geçiniz…Bunlar hep arayış emareleri. Gençler körü körüne inanmıyorlar, yola koyulmuşlar, samimi ve ciddiler. Siz onları yürüyüşleri esnasında bir istasyonda kısa süreliğine bakınırken görüyorsunuz, üstelik istasyonun ismi ne tesadüf ki “Deizm İstasyonu”. Kalkıp hemen ilerisini gerisini araştırmadan o istasyonda sağa sola bakınan gençlerin hepsini toptancı şekilde “deist” olarak etiketliyorsunuz. Bu bir yanlış okumadır. Gençler arayış içerisindeler ve arayışlarını vuzuha kavuşturacak bir nokta bulamadıkları için ziyadesiyle yorgunlar.
 
Kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla genel algı açısından başarılı sayılamayacak bir öğrencisiniz. Buna mukabil iyi bir şair, yazar ve mesleğinde başarılı bir öğretmensiniz. Aradaki bu çelişkiyi nasıl açıklarsınız?
 
Tek kelimeyle, kavram kargaşası diyebilirim. Başarı tanımını başka türlü yapmış olsalardı, belki de ben okulumun en başarılı öğrencisi olacaktım. Kendimi öğrenci iken çok iyi tanımaktan yola çıkarak öğretmen oldum. Belki de şöyle demek daha doğru olur: Benim en iyi öğrencim, lise yıllarındaki kendi öğrenciliğimdir. Düşünün bir; şiir, öykü ve deneme yarışmalarında il ve ilçe dereceleri alıyorum, lakin buna rağmen karnemde edebiyatım:1 (yazı ile-bir) Bu çok kışkırtıcı bir şey. Bu yüzden öğretmenlik yapmaya başlayıncaya kadar okulla yıldızım bir türlü barışmadı. Allah’tan ki öğretmen olduğum ilk yıllarda araya derslerine girdiğim aşırı başarısız öğrenciler girdi ve okulla aramı buldular. Yani benim bu çelişki gibi duran durumdan dolayı hiçbir suçum yok.
 
Kitapta vurgu yaptığınız önemli hususlardan biri okul ile hayat arasındaki uyumsuzluk. Biri de “Okulun okumakla ilgisini bir türlü kuramadım. Okumanın anlamını daraltıp diplomaya indirgeyen yerdi orası.” cümleleriyle ifade ettiğiniz durum, yani okumak ve anlamak vizyonu olmayan bir eğitim sistemi. Ne hayata hazırlıyor ne de yeterli seviyede bir okur-yazarlık kazandırıyor. Bunu nasıl aşabiliriz? Bu konuda gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
 
Okumak asıl anlamından hızla uzaklaştırılmış durumda. Diploma alma maksatlı tahsil yapmanın adına “okuma” diyoruz. “Oğlum İTÜ’de okuyor.” cümlesinde olduğu gibi. Aslında cümlenin gerçek hali “Oğlum İTÜ’de” şeklinde olmalıdır. Çünkü okumanın gerçek anlamıyla okuyup okumadığına hükmedecek durumda değiliz. Diğer yandan “okumak” anlamaktan soyutlanmış bir fiile dönüşmüş. Bir ifadeler bütününü sayfalardan izini sürüp telaffuz etmek okumak sayılıyor. Halbuki okumak sadece kitapla sınırlı olmayan, kâinatı içerisine alan, görünür görünmez, durum, olay ve olguları da anlamaya çalışma çabasıdır. Kısaca “anlamak için gayret etmek” demektir okumak. Gençlere tavsiyemiz, akıllarını başlarına almalardır. Hepsi bu kadar mı? Değil elbette. Gönüllerini de kalplerine almaları gerekir. Düşünen kalp, duygulanan akıl gerek. Bilmenin gayesi bulmaktır. Işığı, hakikati, mutlak doğruyu ve hikmeti yakalamaktır. Gençler haz ve hız içerisinde en verimli çağlarını harcamamalılar. Başarı kendini bilmek, hakikati bulmaktır. Gerisi teferruattır.
 
Yazmak sizin için nasıl bir süreç? Nasıl bir ortamda yazarsınız? Sizi yazmaya motive eden şartlar nelerdir?
 
Benim için yazmak hayat içerisinde sürüp giden bir şey. Yaşamaktan bağımsız ya da ona rağmen bir şey değil. Her ortamda yazabilirim. Ama son şekli mutlaka bilgisayarım başında odama çekilerek yaparım. Bazen gezip tozarken kimseye hissettirmeden birçok mevzuyu kafamda yazarım. Kağıtlara küçük notlar alırım. Beni yazmaya motive eden şartların en başında kendi özel şartlarım gelir. Dünyadan gitmeden evvel elimi çabuk tutmalıyım telaşıdır bu. Yazmak, özellikle şiir yazmak, bana göre ölüme hazırlıktır. Yazdığımın yankısı bir yerlerden duyuluyorsa bu da beni motive eder. Ayrıca hiç aklıma gelmeyen şeyler yazma esnasında birden aklıma gelip akıyorsa bunun verdiği mutluluk tarif edilemez.
 
Yazarlık kimliğinizin yanında nasıl bir okursunuz? Yazmak ve okumak arasındaki münasebet size göre nedir?
 
Aslında ben kendimi yazardan çok “okuryazar” olarak görürüm. Okumanın olmadığı ya da eksildiği yerde yazma da enerjisini kaybedecektir. Aldığım kitapların bir kısmını hemen, bir kısmını geniş zamanlı, bazılarını da dönüp dönüp okurum. Yarıda bıraktığım kitaplar da vardır, onları da yarınlara bıraktım sayıyorum. Bir günde tek kitap okuyanlardan değilim. Gün içinde birden fazla kitabı birden fazla yerde okurum. Okumada zaman ve mekân takıntısını aştığımı da söylesem umarım ukalalık sayılmaz.
 
Yakın zamanda hayata geçirmeyi düşündüğünüz bir projeniz veya yeni bir kitap çalışması var mı?
 
Projem yok. Zira projelerle hiç işim olmadı. Ben bir şey düşündüm, birileri ona proje dedi, o ayrı konu. Yeni kitap çalışmam da yok aslında. Daha önce çıkan kitaplarımda önceden kitap olması tasarlanarak var olan şeyler değildi. Ben yazıp arkama yaslanıyorum. İyilik yapıp denize atmak gibi. Bakıyorum biri bir gün yazdıklarıma talip olmuş. O vakit yazdıklarımı giydirip gün ışığına çıkarıyorum. Bu çabaya uygun yazılarım var elbette. Kısmetleri varsa çıkarlar, siz de biz de görürüz.
 
Sizin için kitap yazmak mı, okumak mı daha keyifli bir süreç?
 
İkisinde de keyif yok aslında. İkisi de dikkat ve muhakeme istiyor. Okumak iz sürmek, yazmak inşa etmektir. Kolay kolay “keyif” kelimesiyle açıklanabilecek şeyler değil bunlar. Şu kadarını söyleyebilirim yalnız: Kendi yazdığım kitabı okumak bende o keyif dediğiniz şeyi daha çok yaşatıyor. Ne yalan söyleyeyim!
 
Kitabın Ortası dergisi okurlarına okumaları için tavsiye edebileceğiniz üç kitap ismi istesek sizden…
 
Güzel olan şeyleri aza indirgemek o kadar zor ki Valery’ye hak vermemek elde değil. Öyle demişti Valery: “Güzel olan şeyler hülasa edilemez.” Buna rağmen üç kitap tavsiyesini kendimce yapmaya çalışayım, ama diğerlerinin yine de hakkı kalmasın: Ali Şeriati İnsanın Dört Zindanı; Octavia Paz Yalnızlık Dolambacı ve İsmet Özel Üç Mesele. İnsanın ilk aklına gelen şeyler aynı zamanda ayrıcalıklı şeyler kabul edilirse şayet bu satırları okuyanların da bu saydıklarımızı dokunulmadan geçilmeyecek kitaplar olarak sayacaklarını umarım.
 
Munise Şimşek, “Kendi dünyamda alternatif bir okul kurmak”, Kitabın Ortası, Eylül 2019, sayı 30.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.