Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Mustafa Özel: Müslüman’ın ayrıca kendini “solcu” olarak nitelendirmesi gerekli değildir

SOLCU olmanın vaktidir dedim, üç tür tepki aldım. Birincisi Müslümanlığı sağcılıkla aynîleştiren ortalama Türk vatandaşın tepkisi. İslam’da (sanıyorum başka birçok dinî gelenekte) sağda yer almak müminin, solda yer almaksa kâfirin başat niteliğidir. Bu dinî yaklaşımı, sosyalistlerimizin geçmişteki akıl almaz din düşmanlığı ile birleştirdiğimizde, ortaya ister istemez bir sol karşıtlığı çıkacaktı.



Oysa bu dinî duruşla modern dünyanın gerçekliği arasında tezat var. İster yükselen girişimci kesime toprak beylerinin baskısı sonucunda, ister aynı yükselen zümrenin zafere ulaştıktan sonra işçilere baskısı sonucunda ortaya çıkan sömürü ve zulme başkaldırma anlamındaki solculuk ile, dinin tanımladığı solculuk arasında hiçbir münasebet yoktur. Elbette bir Müslüman’ın ayrıca kendini “solcu” olarak nitelendirmesi gerekli değildir. Fakat o zaman kendini “sağcı” olarak da nitelendirmemelidir. İlle bu kavramlar kullanılacaksa, Müslüman sola daha yakındır!
Kelimelerle konuşur, kavramlarla düşünürüz. Sağcılık, solculuk veya liberalizm, sosyalizm gibi siyasî kavram ve terimler istemesek de düşünce dünyamıza hükmediyor. Müslümanlar 20. yüzyıla büyük bir devletin dağılmış parçaları halinde girdiler. Onları parçalanmaya zorlayan, ulus-devletler halinde örgütlenmiş “Avrupa Sistemi” idi. Bu sistemin ekonomik dokusunu “kapitalizm” adı verilen nevzuhur bir yapılanma oluşturuyordu. Söz konusu kavramlar, kapitalizmin oluşumunun ve sonra da küreselleşmesinin sonucu olarak dilimize yerleştiler. Gerçekte neye tekabül ettiklerini anlamadan bu kavramları dilimizden ve zihnimizden kovma imkânımız yoktur.
Solcu olmak, 20. yüzyılın talihsiz (berbat diyecektim!) sosyalist deneyimlerinde görüldüğü üzere, mutlaka mülkiyet ve piyasa düşmanlığı yapmak değildir. Kötü olan mülk sahipliği değil, sistemsel işleyişin sonucunda bir toplumdaki insanların onda dokuzunun (hatta daha fazlasının) asla mülk sahibi olamamasıdır. Kötü olan piyasa değil, örgütlü/konsantre sermayenin, örgütlü siyasî gücü (devleti) kullanarak piyasaya hükmetmesidir.
 
Kapitalizm Piyasa Düşmanıdır!
Kapitalizm, piyasa ekonomisiyle karıştırılmaması gereken, modern bir sosyo/ekonomik/politik örgütlenme biçimidir. Nasıl daha önce de kitap yazımı varsa, fakat matbaa bu yolda bir devrimi, olağanüstü bir dönüşümü simgeliyorsa; kapitalizm de insanlık tarihinde devrimci bir dönüşümü simgeliyor. (Bu dönüşümün sadece Avrupa tarihinin iç dinamikleriyle açıklanamayacağına dair tezler şimdilik konumuzun dışındadır.) Daha önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinin çoğunda da piyasalar vardı, fakat piyasalar üzerinden topluma egemen bir sermaye sınıfı yoktu. Kapitalizm, konsantre sermayenin önce yerel/ulusal topluma; sonra dalga dalga bölgesel/küresel topluma hâkim olmasıdır. Siyasi elitler daha önceki sistemlerde baş oyuncu iken; kapitalistleşme sürecinde yardımcı oyunculara dönüştüler. Kaderlerini, örgütlü büyük sermayenin kaderiyle bütünleştirdiler.
Kapitalizmin (=özel sermaye birikiminin) Avrupa içindeki gelişimi birkaç yüzyıl sürdü. Bu gelişimin birbirini tamamlayan iki temel süreci, özel mülkleşme ile işçileşmeydi. Özel mülkiyet çok eski bir kurum olmakla beraber, “parasıyla” mülk edinmenin belirgin siyasi sınırları vardı. Modern Avrupa tarihinde liberal olmak, herhangi bir soyut bireyin özgürlüğünden ziyade, sermaye birikimi peşindeki somut girişimcinin mülk edinme hakkını savunmak demekti. Avrasya’nın doğusunda ancak siyasî (askerî) sınıfın, batısında ise Kilise ile soyluların büyük mülkleri olabilirdi. Liberallik temelde mülk edinme özgürlüğü demekti.
Kapitalizmin oluşumunda ikinci ana süreç işçileşmeydi. İşçilik de kadim devirlerden beri bilinen bir olgu olmakla beraber, toplumun çok küçük bir bölümüyle sınırlıydı. Serflerin bile bir miktar mülkleri (üretim araçları) vardı. Hayatta kalabilmek için emeğini sermaye sahibine satmaktan başka hiçbir tercihi olmayan işçi de matbaa kadar yeni bir icattır. Daha doğrusu, toplumun çok büyük bir bölümünün bu şekilde işçileşmesi yeni bir olgudur.
Sermaye birikiminin ilk aşaması akıl almaz derecede acımasızdı. “Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanlar” boğaz tokluğuna 24 saatlik günün en az üçte ikisinde çalışmak zorundaydılar. (1871’deki Paris Komünü ayaklanmasında, şehrin farklı semtlerinden yola koyulan birbirlerinden habersiz asi işçilerin ilk işlerinin saat kulelerini taşa tutmak olması sebepsiz değildi! Mekan kadar zaman da onlara düşman kesilmişti!)
Liberalizm dar anlamda “orta sınıfların” mülk edinme özgürlüğünü savunmaktı. Liberaller, mülk sahibi soylulara kıyasla düzen karşıtı yani “solcu” idiler. Fransız Devrimi bu konumu netleştirdi. Fakat çok geçmeden konumlar birbirinin içine geçmeye başladı. Bazı orta sınıf üyeleri büyük mülk sahibi olurken, bazı soylular girişimciliğe yöneldi. Burjuvazi aristokratlaşırken, aristokrasi burjuvalaşmaya başladı. Solculuk bu sefer proleteryaya kaldı, işçi sınıfına.
Karnını doyurma derdindeki proleteryanın fikriyatla uğraşacak hali yoktu. Onların fikriyatını (yeni tabirle ideolojisini) ya Marx-Engels gibi burjuva çocukları geliştirecekti, ya da Saint Simon gibi aristokratlar. Sosyalizm yoksulların çığlığından ziyade, zenginlerin vicdan azabıydı.
 
Avrupamerkezci Marx’ın Marifetleri
Vicdan azabı her zaman soylu ve hemen her zaman abartılıdır. İnsanı kestirme kurtuluş yollarına yöneltir. Gerçekten büyük bir kuramcı olan Karl Marx, öyle küçük (fakat etkileri öylesine büyük!) iki hata yaptı ki, sosyalizm bir ideoloji olarak hem ulusal bağlamda inandırıcılığını; hem de küresel bağlamda tarafsızlığını baştan yitirmiş oldu.
Birinci hata, artı değere el konulmasının (sömürünün) sadece işyerinde gerçekleştiği ve kâr denen fazlalığın bundan başka bir şey olmadığı fikriydi. Fabrika denilen alanda bir araya gelen diri emek (işçiler) ile ölü emek (sermaye) işbirliği içinde değer üretiyor; fakat ölü emeğin sahipleri (burjuvalar) bu değerden çok küçük bir kısmını diri emek sahiplerine ödeyerek büyük bölümüne el koyuyorlardı. Burjuvaların kâr dediği şey, bu el konulan artı değerden başka bir şey değildi.
Fabrika kademesinde bir sömürünün gerçekleştiği aşikârdı, fakat bunu kâr ile özdeşleştirmek doğru değildi. Bu fikir doğru olsaydı, yani kâr sadece işyerinde ölü emeğin diri emeği sömürmesinden ibaret olsaydı; en kârlı işletme ve sektörlerin emek-yoğun işletme ve sektörler olması gerekirdi. Oysa gerçek hayatta kâr marjı en yüksek olanlar genelde sermaye-yoğun olan işletme ve sektörlerdi. Fazla işçi çalıştıranlar değil, az işçi çalıştırabilenler daha fazla kazanıyorlardı. Sömürü alanı sadece dar emek piyasası değil, bütün toplumu kuşatan Büyük Piyasa idi.
Marx’ın ikinci hatası bir kişinin değil bir kıtanın hatasıydı, bir medeniyetin diyecektim. Belki de bütün medeniyetlerin! Yükselmekte olduğunu hisseden her toplum sistemi kendini dünyanın merkezine yerleştirir. Geçmişte olan biten ne varsa, mevcut başarılı durumun ortaya çıkması için olmuş bitmiştir sanki! Olsa olsa, Batı Avrupa’nın birkaç yüzyıllık geçmişini açıklayabilecek bir tarih tezi, tüm insanlığın bütün geçmişinin makbul özeti sayıldı. İnsanlık ilkel, köleci, feodal toplum aşamalarından geçmiş; sonra da kapitalistleşmişti. Bu, sondan bir önceki duraktı. Önümüzde ebediyete kadar sürüp gidecek sosyalizm cenneti uzanıyordu.
Bu şemaya uymayan Asya toplumları için de (Hindistan’da bir süre kalmış olan Francois Bernier’in birkaç mektubundan hareketle!) muhteşem bir ATÜT tezi geliştirdi Marx: Asya Tipi Üretim Tarzı. Pazar ekonomisine kapalı, kendine yeterli (otarşik) birimlerden oluşan muhayyel bir dünya. Bu kasıtlı görüş daha sonraki “Oryantal Despotizm” kuramlarına ve Weberyen yaklaşımlara da temel oluşturdu.
Batı-dışı toplumların kaderi bakımından liberalizm/sosyalizm sadece birer sınıfsal ideoloji, birer siyaset felsefesi değil; aynı zamanda Avrupamerkezci tarafgîr tarih yorumlarıdır. Avrupa’nın hür devletleri ile Doğu’nun despotlukları arasındaki muhayyel (kurgusal) karşıtlığa dayanırlar. Norberto Bobbio haklı: “Sonsuz İlerleme yasası sadece medenî Avrupa için geçerlidir, despotik Doğu dünyasına uygulanamaz. Liberal devlet sadece genel bir politik kategori değil, bir tarih yorumunun kıstasıdır.” William McNeill, bu yaklaşımın dinî köküne dikkat çekiyor: “Batılı bilginlerin 19. yüzyılda geliştirdikleri tarih vizyonu hürriyet fikri etrafında döner. Esasta, daha önceki İslam-karşıtı Hıristiyan tarih yorumlarının laikleştirilmesinden başka bir şey olmayan bu tarih görüşü, Türkleri gulyabani olarak resmeden görüşte hiçbir değişiklik yapmıyor.”
İslam Kapitalizme Karşı, Piyasaya Dosttur
Hayek haklı: Piyasa bir keşif sürecidir. Doğru fiyatın ne olduğunu/olması gerektiğini hiç kimse önceden bilemez. Piyasada müdahalesiz oluşan fiyat en doğru, en adil fiyattır. İslam, baskı altındaki bir piyasa toplumunda doğdu. Siyasi/askerî gücü ellerinde tutanlar, piyasa üzerinden büyük rantlar elde ediyorlardı. Peygamberimizin gençliğinde katıldığı ve sonradan övdüğü hilf’ul-fudul adlı birlik bir bakıma piyasadan dışlananların birliği idi. “Solcu” bir ittifak!
Cahiliye Mekke’sinde görece güçlü kesimler iktisadî ilişkilerin boyuna kendi lehlerine sonuç vermesini sağlamak için, yeri geldiğinde kaba güç kullanmaktan çekinmiyorlardı. Bu durum hem iç güvenliği zedeliyor, hem de civar bölge tüccarının Mekke panayırlarına itimadını sarsıyordu. Kureyş içinde Benu Ümeyye fırkası diğerlerine baskı yapıyor ve iktisadî rantın büyük bölümüne el koymak istiyordu. Bunun üzerine Benu Haşim, Zühre ve Teym fırkaları bir araya gelerek kendi ittifaklarını kurdular. Muhammed Hamidullah hilf’ul-fudul’un tesisini şöyle tasvir ediyor:
Zengin ve itibarlı bir şahıs olan Abdullah İbn Cüd’an’ın evindeki törene genç, ihtiyar Mekkelilerden kalabalık bir grup iştirak etti ve şöylece yemin ettiler: “Allah’a yemin ederiz ki hepimiz mazlum ile birlikte zalime karşı, bu zalim mazlumun hakkını verinceye kadar, bir el gibi olacağız. Bu ittifakımız, denizde bir tüyü ıslatabilecek kadar su kalıncaya dek ve Hira ile Sabir tepeleri yerlerinde durdukça ve mazlumun iktisadî durumunda eşitliğe tamamen riayet edilerek devam edecektir.”
Cengiz Kallek’e göre, hilf’ul-fudul amilleri, hedefleri ve sonuçları bakımından tamamen karşılıklı iktisadi çıkarları idameye yönelik bir müessese olup, Kureyş’in itibarını koruduğu gibi, tehlikeye düşen ticari güvenliğin ardından piyasaya, zayıfların gözetildiği bir insaf ve güven ortamı kazandırmıştır. Temeldeki iktisadi çıkar endişesine rağmen, ittifaka katılanların zulme karşı oluşunu takdirle karşılayan Hz. Peygamber de bu konuda hissiyatını şu sözlerle dile getirmiştir: “Abdullah İbn Cud’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya tanıklık ettim ki orada bulunmayı kızıl develere değişmem. İslam’da böyle bir şeye davet edilsem muhakkak giderdim.”
Öyle anlaşılıyor ki, Mekke’nin önde gelenleri iktisadî sistem üzerinde tam bir tahakküm kurmuşlardır ve imtiyazlarına karşı çıkılması durumunda hemen tepki göstermektedirler. Hamidullah, Belazuri’den naklen çok öğretici bir hadiseden söz ediyor:
“Zebid kabilesinden bir tacir Mekke’ye mal satmaya geldi. Ebu Cehil başka tacirleri Zebidli ile ticaretten menetti ve kendisi de çok düşük bir fiyat teklif etti. Ebu Cehil’in öyle bir nüfuzu vardı ki, kimse daha yüksek bir fiyat teklif edemedi. Tacir pek üzgün olarak Hz. Peygamber’e gitti. Resulullah, üç deveden müteşekkil malı mal sahibinin istediği fiyattan satın aldı ve Ebu Cehil ile sert münakaşalar oldu. Belki de bu hadise bir daha asla uzlaşmamak üzere aralarını açtı.”
Bana ayrılan yerin sınırlarına yaklaştım ama daha yolumuz Medine pazarına çıkmadı. Geçen ayki yazıma ikinci tepki şöyleydi: “Madden Solcu-Manen Solcu ayırımı yapmışsınız; peki Madden İslamcı-Manen İslamcı ayırımı da yok mudur?” Diyorsunuz ki, “Anlıyordum ki, orta yerde bir toplum mücadelesi varsa, önemli olan argümanların sağlamlığı değil, şiiriyetiydi. Bir şiirdi Marksçılık, bir dindi. İnsanlar mısra ve ‘ayetler’ mırıldanarak ölüme koşuyorlardı.” Marksçılık bir şiirse, bir dinse, İslamcılık nedir?

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.