Sosyal Medya

Önlem alınmazsa yıkımın eşiğindeki Hasankeyf'in tarihi

Roma ve Bizans kaynaklarında, Süryânîce kifo (kaya) kelimesinden türetilmiş Kifos ve Cepha / Ciphas isimleriyle zikredilen şehir, Arapça kaynaklarda Hısnu Keyfâ / Keybâ şeklinde kaydedilmiş, daha sonra bu ad Osmanlı belgelerinde Hısnıkeyf, halk arasında da Hasankeyf şekline dönüşmüştür.



Şehir Yukarı Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçiş güzergâhı üzerinde ve Dicle nehrinin kenarında stratejik bir noktada kurulmuştur. Kale, Sâsânîler’in Anadolu’daki Roma topraklarını tehdit eden bir güç haline geldikleri sırada İmparator II. Konstantios (337-361) tarafından inşa ettirilmiş ve Erzen bölgesinin merkezi yapılmıştır (Honigmann, s. 2-3). Şehirde bu döneme ve daha öncesine ait tarihî eser bulunmaması, o sırada henüz küçük bir müstahkem mevki özelliği taşıdığını göstermektedir. Hıristiyanlık bölgede IV. yüzyıldan itibaren yayılmaya başladı. Ancak üç ayrı din ve beş mezhebin mevcudiyeti burada kanlı çatışmaların çıkmasına yol açtı. Hıristiyanlar beş mezhebe ayrılmışlardı; ayrıca bölgede Şemsîler ile (güneşe tapanlar) yahudiler de bulunuyordu. Hasankeyf’te V. yüzyılda Nestûrî piskoposu oturuyordu. Mezopotamya’yı Bitlis-Van üzerinden İran ve Kafkasya’ya bağlayan yolun güzergâhında yer alan Hasankeyf, Anadolu’daki Bizans varlığının iktisadî ve idarî bakımdan çökmüş olması sebebiyle bu dönemde adı geçen bölgelere açılamadı.
 
Hasankeyf ve çevresi, Hz. Ömer’in halifeliği sırasında İyâz b. Ganm’ın kumandasındaki İslâm ordusu tarafından fethedildi (19/640). Kaynaklarda, şehrin fetihten X. yüzyıla kadar uzanan tarihi hakkında bilgi yoktur. Bu yüzyılda meşhur coğrafyacı Makdisî, Hasankeyf’in müstahkem bir kalesiyle çok sayıda kilisesinin bulunduğunu ve çarşıları, hanları, taştan ve tuğladan yapılmış evleriyle güzel bir şehir olduğunu söyler (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 141). Yüzyılın başlarında Abbâsî halifeliğinin siyasî gücü azalmış, Irak bölgesinin önemli bir kısmı Hamdânîler’in kontrolüne girmişti. Bizans kuvvetleri, İmparator I. Romanos Lakapenos döneminde (920-944) Hamdânî Emîri Seyfüddevle’nin Bağdat’a müdahalesinden faydalanıp Hasankeyf’e yakın yerleri ele geçirdiler (931); Bizans saldırıları XI. yüzyılda da sürdü. Güneyde ise Hamdânîler’in zayıflamasını ve Büveyhîler’in kuvvetlenerek Bağdat’a yönelmesini fırsat bilen Mervânîler Musul ve Diyarbekir ile birlikte Hasankeyf’i de zaptettiler. Ancak Mervânî döneminde şehir ve yöresi Türkmen beylerinin nüfuzu altına girmeye başladı. 1043’ten sonra Boğa, Anasıoğlu ve Göktaş’ın idaresindeki Türkmenler Musul-Diyarbekir arasına hâkim oldular; Tuğrul Bey de bu bölgeyi adı geçen beylere iktâ etti (Sümer, s. 96). 1071’den sonra Bizans’ın Anadolu’daki siyasî varlığının çöküşünün ardından Türkmen boylarının bu topraklara göçleri sırasında Hasankeyf’in çevresine ayrıca Yıva, Döğer ve Kayı boyu mensupları da yerleştiler. Nihayet Sultan Melikşah zamanında Selçuklular Mervânî hâkimiyetine son verip bölgedeki diğer şehirlerle birlikte burayı da aldılar (1085).
 
Musul Emîri Kürboğa’nın ölümü üzerine (495/1102) Musul eşrafı, şehrin valiliği için Emîr Karaca’ya karşı Kürboğa’nın Hasankeyf nâibi Türkmen Mûsâ’yı destekleyip şehirlerine davet ettiler. Ancak Cizre Emîri Çökürmüş karşı saldırıya geçince Mûsâ, Sökmen b. Artuk’tan yardım istedi ve karşılığında kendisine 10.000 dinarla birlikte Hasankeyf’i vermeyi vaad etti. Sökmen’in desteğiyle Çökürmüş’ü bozguna uğratan Mûsâ kısa bir süre sonra öldürülünce Sökmen Hasankeyf’e gidip şehri teslim aldı; böylece burada Artuklular’ın Hısnıkeyfâ kolu kurulmuş oldu (495/1102). Urfa Kontu Baudouin du Bourg ile Tel Bâşir Kontu Joscelin, Harran Savaşı’nda (9 Şâban 497/7 Mayıs 1104) Sökmen b. Artuk ve Çökürmüş tarafından esir alınmış ve Sökmen Joscelin’i Hasankeyf’e götürerek hapsetmiştir (Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s. 224). Artuklu Emîri Dâvud zamanında Urfa Kontu Joscelin de Courtenay Âmid yakınlarına kadar gelmiş, ancak geri püskürtülmüştü (1129). Dâvud’un yerine geçen oğlu Fahreddin Karaarslan, İmâdüddin Zengî’ye karşı Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud ile ittifak yaptı. Meşhur tarihçi İbnü’l-Ezrak el-Fârikī, Muharrem 562’de (Kasım 1166) kendisinin Hasankeyf nâzırlığına tayin edildiğini ve bu sırada Emîr Çubuk’un soyundan bir cemaatin de Fahreddin Karaarslan’ın oğullarının hizmetinde olduğunu söylemektedir (Târîḫu Meyyâfâriḳīn, s. 213). Emîr Nûreddin Muhammed, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin hizmetine girdi. Daha sonraki emîrlerden Nâsırüddin Mahmud da sırasıyla Eyyûbîler’e, Anadolu Selçukluları’na ve sonra tekrar Eyyûbîler’e tâbi oldu (1220). Hasankeyf Artukluları’nın son emîri Mesud zamanında, Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil Nâsırüddin Muhammed önce Âmid’i, daha sonra Hasankeyf’i zaptederek Artuklular’ın buradaki hâkimiyetine son verdi ve şehri oğlu el-Melikü’s Sâlih’in idaresine bıraktı (629/1232).
 
Artuklular, vergileri komşularına nisbetle düşük tutarak Diyârırebîa halkının bölgeye yerleşmesini sağlamışlardı. Yeni nüfusun bölgeye taşıdığı imkânlar bura-yı birdenbire bir kale kasabası durumundan çıkararak şehir haline getirdi. Başta Bozulus Türkmenleri olmak üzere, her yıl kışladıkları Yukarı Mezopotamya sahasından Bingöl yaylası ile Murad Suyu vadisi (Muş-Malazgirt) taraflarına yaylamak amacıyla giden göçebelerin nehri geçmeleri için Artuklu Emîri Fahreddin Karaarslan döneminde yaptırılan ünlü Dicle Köprüsü (Hasankeyf Köprüsü) bu dönemin eseridir. Burada inşa edilen çarşılar, hanlar, hamamlar ve mahalleler modern şehircilik uygulamasına örnek gösterilmektedir. Artuklular zamanında Hasankeyf’teki medreselerden birçok âlim yetişmiştir. İleriki dönemlere ait Osmanlı tahrir ve evkaf defterlerinde yer alan bilgilerden de anlaşıldığı üzere şehir Artuklu ve Eyyûbî dönemlerinde âdeta yeni baştan inşa edilmiştir. Büyük masraf gerektiren imar faaliyetleri Hasankeyf’in zenginliğinin bir göstergesidir. Her yıl binlerce göçebeyle kervanların ve Dicle boyunca mal nakliyatı yapan keleklerin buradan geçmesi hem emîrlere hem şehir halkına önemli bir kazanç sağlıyordu. Selçuklular’ın bölgeye sevkettikleri göçebelerin ürettikleri yün ve deri gibi ham maddeler çevredeki şehirlerle birlikte burada işleniyordu. Evkaf kayıtlarından, şehirde değişik üretim yapan çeşitli esnaf çarşılarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Kır kesimindeki iktâlardan ve şehirdeki üretimden sağlanan vergi gelirleri vakıflar yoluyla buranın imarı için harcanmaktaydı.
 
Bölgedeki olumlu şartlar devam ettiği sürece Hasankeyf’in gelişmesi kesintiye uğramadı. Yâkūt el-Hamevî, buranın XIII. yüzyılda büyük bir şehir olduğunu ve kendisinin Dicle üzerindeki köprünün bir benzerini görmediğini yazar (Muʿcemü’l-büldân, II, 306). Buradaki darphânede hem Artuklular hem de Eyyûbîler adına sikke basılmıştır (Artuk, İslâmî Sikkeler Kataloğu, I, 249, 401; II, 498; Şeşen, s. 201). 658’de (1260) Moğollar’ın işgal ve kısmen tahribine mâruz kalan şehirde Eyyûbî emîrleri birçok vakıf eser inşa ettirmişlerdir. Bunlar arasında Rızâ Camii, Eyyûbiye Mescidi, Melikülümerâ Mescidi ve Has Mescidi ile Mesûdiye, Ziyâiye, Şücâiye, Âdiliye medreseleri ve Baba Selim, Şeyh Hasan, Köşk, Zühriye, Nebî, Şeyh Çoban zâviyeleri sayılabilir. Hasankeyf Köprüsü ile kalesinin bakım ve tamir giderlerini karşılamak üzere iki ayrı vakıf kurulmuştu. Köprü için gerekli harcamalar buradan geçenlerden alınan ücretlerle dükkân, değirmen ve hâne gelirlerinden karşılanıyordu. Kale için bir kervansaray, iki mahzen ve bazı ahırlar inşa edilmişti. Yine Hasankeyf’te fakir müslümanlara kefen ve şehrin kalesindeki tutuklulara nafaka temini için kurulmuş bir vakıf vardı (Vakf-ı Ekfân-ı Fukarâ-i Müslimîn ve Nafaka-yı Mahbûsân-ı Zindân-ı Kal‘a-i Hısnıkeyfâ). Bu vakfın gelirleri on bir dükkân, üç ev, bir mahzen ve bir değirmenden alınan kiralardı.
 
Hasankeyf, XIV. yüzyılda önemli bir merkez olma özelliğini koruduysa da eski parlak günlerine kavuşamadı. Hamdullah el-Müstevfî, buranın önceleri büyük bir şehir iken VIII. (XIV.) yüzyılda kısmen harap durumda olduğunu ve buradan ancak 82.500 dinar vergi toplanabildiğini belirtir (Nüzhetü’l-ḳulûb, s. 104). Hasankeyf, XV. yüzyıl başlarında Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen beyliklerinin etkisi altına girdi; şehrin Eyyûbî melikleri zaman zaman bunlara bağlanarak varlıklarını sürdürdüler. Seyyahlar XV. yüzyılda burada birkaç cami ile güzel evlerin bulunduğunu, çarşılarında manifaturacıların ve tâcirlerin yoğun biçimde faaliyet gösterdiğini ifade ederler (Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 210). Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan tarafından zaptedilen şehir 1501’den sonra Safevîler’in nüfuz alanında kaldı; yöredeki Türkmen grupları da bu arada Azerbaycan tarafına göç etmişlerdi. Şah İsmâil, Siirt ve Hasankeyf’i elinde bulunduran ve aynı zamanda eniştesi olan Eyyûbî Meliki Halîl’i Tebriz’de hapse attırıp yöreyi idaresi altına almıştı. Ancak kısa süre sonra Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran zaferi üzerine hapisten kurtulan Melik Halîl diğer bazı beylerle birlikte Osmanlılar’a itaat arzetti ve Siirt’i geri aldıktan sonra Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında (1517) Mardin’in fethinin ardından Osmanlılar’ın desteğiyle Hasankeyf’i ele geçirdi. Şehrin idaresi ona bırakıldı ve böylece burada Osmanlı dönemi başladı (Feridun Bey, I, 418).
 
Hasankeyf, Osmanlı devlet düzeni içinde Diyarbekir beylerbeyiliğine bağlı önce kaza, sonra da sancak merkezi oldu ve giderek gelişme gösterdi. 1526’da on dört mahalleli orta büyüklükte bir şehir merkezi durumundaydı ve Güneydoğu Anadolu’da Mardin, Diyarbekir ve Antep’ten sonra fizikî görünümü ve nüfusu açısından Urfa ile birlikte bölgenin dördüncü büyük şehrini teşkil ediyordu. Şehirde dört cami, otuz mescid, iki muallimhâne, on bir zâviye, iki kervansaray, Kayseriye denilen yetmiş dükkânlı bir bedesten ve beş hamam mevcuttu; ayrıca yağ çıkarılan bir tahinhâne, debbâğhâne, boyahâne ve mumhâne gibi sanayi kuruluşları vardı. 1301 hânenin 494’ü müslümanlara, 787’si hıristiyanlara ve yirmisi yahudilere aitti; nüfus da tahminen 7000-7500 civarında idi. Hıristiyan nüfus muhtemelen yüzyılın başlarında, bölgedeki karışık ortam dolayısıyla bu merkezi desteklemek için getirtilmişti; ayrıca buranın Tûr Abdîn bölgesinde bulunuşu ve bir piskoposluk merkezi oluşu da hıristiyanların toplanmasında rol oynamıştır. XVI. yüzyılın ikinci yarısında şehrin daha da geliştiği anlaşılmaktadır. Bu sıralarda 1006’sı hıristiyanlara, 694’ü müslümanlara ait olmak üzere hâne sayısı 1700’e yükselmiş (9000-9500 nüfus), yaklaşık el-li yıllık sürede nüfus artışı % 30 dolayına ulaşmıştır. Buna göre şehrin o yıllarda ekonomik açıdan önemli bir merkez durumunda bulunduğu söylenebilir; ancak bu tarihlerde yahudilerin varlığı hissedilmemektedir. XVI. yüzyıl sonlarında 10.000’e ulaşan nüfusu ve sanayi kuruluşlarının varlığı göz önüne alındığında şehrin taşıdığı iktisadî önem daha iyi anlaşılmaktadır. Doğuya yapılan seferler sonucu Bağdat-Basra-Tebriz yoluyla bölgedeki şehirlere bağlanması, XVI. yüzyılda burada görülen büyük gelişmenin başlıca sebebini oluşturmuştur denilebilir.
 
XVII. yüzyıldan itibaren gelişen yeni şartlar, XVI. yüzyılda önemli bir merkez teşkil eden Hasankeyf’i olumsuz yönde etkiledi. Basra-Bağdat üzerinden gelen ana ticaret yolunun sönükleşmeye başlaması, Osmanlı-İran savaşları ve İran ambargosu ticarete önemli bir darbe vurdu. Hasankeyf’i hem nüfus hem de ham madde ve ticarî talep bakımından besleyen çevresindeki yoğun göçebe kitlesi, üretilen yün ve deri gibi maddelerin artık yeterince alıcı bulamaması yüzünden zor duruma düşmüştü. Bunun ortaya koyduğu meseleler Osmanlı Devleti’ni aşiretlerin iskânına doğru sevkedince Hasankeyf de çevresiyle irtibatı giderek zayıflayan bir kasaba haline geldi. Şehirdeki tarihî binaların tamirat ve bakım masraflarının karşılandığı kira getirici tesisler kiracı bulamayınca birçok hizmet aksamış, bazı yapılar artık onarılamaz hale gelmiştir. 1831 nüfus sayımı tutanakları ile, XIX. yüzyıl Osmanlı idare teşkilâtının önemli kaynaklarından 1867 tarihli Vilâyet Nizamnâmesi’nde yine Diyarbekir eyaleti içinde kaza merkezi mertebesinde olduğu görülen Hasankeyf bir ara Midyat’a bağlı bir nahiye merkezi durumuna gelmiş, 1926 yılında da Mardin’in kaza merkezlerinden Gercüş’e bağlanmıştır; bugün ise 1990’dan beri Batman iline bağlı bir ilçe merkezidir ve 1935’te 1425 olan nüfusu 1990 sayımına göre 4399’a ulaşmıştır.
 
Hemen tamamı XII-XV. yüzyıllar arasında inşa edilmiş tarihî binalarıyla Türk-İslâm şehir tipinin en güzel örneklerinden birini oluşturan Hasankeyf, günümüzde bir müze-şehir durumundadır. Bu yapılar sağlam bir şekilde ayakta durmasalar da Hasankeyf’in Ortaçağ’daki önemine ve ihtişamına tanıklık etmektedirler. Söz konusu eserler arasında en başta zikredilmesi gereken şehrin kalesidir. Kale, Dicle nehrinin yatağından 100 m. kadar yüksekte nehre hâkim sarp bir yarın üstündeki düzlüğe yerleştirilmiş olup kuzeydoğusunda bulunan şehirden kanyon biçiminde yarılmış derin bir sel yatağı ile ayrılmaktadır; ırmağın sol yakasında da bazı eski kalıntılara rastlanır. Bu şekliyle yerleşme merkezinin, yukarı şehir (kale) ve günümüzde de ikamet edilen aşağı şehirle karşıyaka denilebilecek Dicle’nin sol yakasındaki üçüncü kesimden meydana gelmiş olduğu söylenebilir.
 
Yukarı şehirdeki tarihî eserlerin başında büyük saray ile ulucami gelir. Bunlardan büyük saray kalenin kuzey kesiminde Dicle’ye hâkim kayalıklar üzerinde kurulmuştur. Kitâbesinin günümüze ulaşmamasına rağmen Albert Gabriel tarafından mimari özelliklerine bakılarak XII. yüzyıla tarihlenen ve Artuklular’a mal edilen yapı günümüzde tamamen harap durumdadır. 50 × 50 m. boyutlarındaki bir alanı kaplayan binanın doğu kısmında düzensiz çıkmalar ve girintiler vardır. Büyük saraydan güneybatıya doğru uzanan bir set üstünde de ulucami bulunur. Son şeklini XIV. yüzyılda Eyyûbîler zamanında alan cami aslında XII. yüzyıl Artuklu eseridir (bk. ULUCAMİ). Yukarı şehirde bunlardan başka yarısı kayalar içine oyulmuş, yarısı taştan inşa edilerek bu kısma eklenmiş mescid ve küçük mahalle hamamı gibi yapı kalıntılarına da rastlanmaktadır. Her tarafı derin uçurumlarla çevrilmiş olan kaleye yalnız doğu ucundaki dolambaçlı taş döşeme yoldan çıkılmaktadır. 200 basamaklı olan bu merdiven-yol aynı zamanda Dicle’den su almak maksadıyla kullanılmıştır.
 
Aşağı şehirle kaleyi birbirinden ayıran derin sel yatağının yamaçlarında yine kayalar içine oyulmuş mağaralara rastlanır. Hasankeyf’te çeşitli amaçlarla kullanılan bu mağaralar bir mimari tarzı oluşturmuştur ve bu mimarinin en güzel örneğini XV. yüzyılda yapılan Mescid-i Ali Camii (On İki Mihraplı Cami) teşkil eder. Kaledeki eski iskân sahasından daha geniş bir alana yayılmış olan aşağı şehrin en önemli eserleri arasında Eyyûbîler’den kalan Rızık Camii dikkati çeker. İlk şeklini koruyamayan caminin kuzeydoğu köşesinde kare bir kaidenin üzerinde silindirik gövdeyle yükselen 30 metrelik minare orijinaldir ve kitâbesinden 811 (1409) yılında Eyyûbî Sultanı Süleyman tarafından yaptırıldığı öğrenilmektedir. Rızık Camii’ne göre daha doğuda, yani şehrin daha merkezî bir yerinde bulunan Süleyman Camii çok harap bir vaziyettedir. 809 (1407) yılında yine Sultan Süleyman tarafından inşa ettirilen caminin özellikle şerefesine kadar mevcut olan minaresi çok ihtimamlı bir işçilik örneği gösterir; Rızık Camii’nin minaresiyle aynı mimari yapıya sahiptir. Bunlardan başka yine Eyyûbî dönemine ait olan Koç Camii, Kızlar Camii ve Küçük Cami de şehrin önemli tarihî eserleri arasında yer alır. Dicle’nin sol sahilinde bulunan eserler içinde en önemlisi Uzun Hasan’ın torunu Zeynel Bey’in türbesidir. XV. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yapıldığı tahmin edilen silindir biçimli kümbet yer yer bozulmuş olmasına rağmen ana çizgilerini korumaktadır; kapısı çeşitli geometrik ve bitkisel figürlerle süslenmiştir. Dicle’nin sol yakasındaki bir başka önemli eser de bir tepe üzerinde harap bir şekilde duran İmam Abdullah Türbesi’dir.
 
Bu tarihî eserlerin günümüzdeki en büyük problemi tahriplerine engel olunamamasıdır. Önce 1967 yılından beri aşağı şehir harabeleri üzerinde gelişimini sürdüren yeni Hasankeyf yerleşmesindeki kötü yapılaşma tarihî dokuya zarar vermiş, daha sonra Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) alt birimlerinden biri olan Ilısu Barajı’nın gündeme gelmesi Hasankeyf’in sular altında kalması tehlikesini doğurmuştur. Projenin başlangıcında 1994’te tamamlanması planlanan ve su kodu 525 m. olarak öngörülen barajın gerçekleşmesi halinde Dicle’nin sol yakasındaki Zeynel Bey Türbesi ile aşağı şehirde bulunan tarihî eserlerin çoğu göletin altında kalacak, sadece kalenin yukarı kesimlerindeki eserlerin bir kısmı kurtulacaktır. Her ne kadar birçok arkeolog ve sanat tarihçisinin yürüttüğü kurtarma kazıları halen devam etmekteyse de özellikle ana kayaya oyulan mağara meskenlerin ve bu arada Mescid-i Ali Camii’nin kurtarılması mümkün olamayacaktır. Barajın yapımının gecikmesi kurtarma çalışması yapan bilim adamlarına süre kazandırmakta, bu arada bazı eserlerin başka yerlere taşınması fikri de gündeme gelmektedir.
 
Hasankeyfliler Haskefî (الحصكفي) nisbesiyle anılırlar. Meşhur şair ve hatip Ebü’l-Fazl Yahyâ b. Selâme el-Haskefî ile Alâeddin Muhammed b. Ali el-Haskefî Hasankeyfli bir aileye mensupturlar.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.