Sosyal Medya

İnsan olmak, dünyanın rengine kanmaktır

İnsanın, temellük ettiğini düşündüğü bir bilgiye ilişkin hayal kırıklığını bu dizelerden daha iyi ifade eden söz yoktur herhalde. İnsan olmak, dünyanın rengine kanmaktır çünkü...



 
2012 yılında aramızdan ayrılan “bozkırın tezenesi” merhum NeÅŸet ErtaÅŸ’ın en güzel türkülerinden biri, “Cahildim, dünyanın rengine kandım” dizesiyle baÅŸlar. Ä°nsanın, temellük ettiÄŸini düÅŸündüÄŸü bir bilgiye iliÅŸkin hayal kırıklığını bu dizelerden daha iyi ifade eden söz yoktur herhalde. Åžairin bir tür özeleÅŸtiri olarak da deÄŸerlendirilebilecek olan kavrayışı, aynı zamanda kendisinin geçirdiÄŸi bir deÄŸiÅŸimi de aksettirmektedir. Burada özne kendi geçirdiÄŸi dönüÅŸümü (cahil/dim) ilan ve itiraf etmekle kalmamakta, aynı zamanda nesnenin arızî olduÄŸunu fark ettiÄŸi kabuÄŸunu (rengini) aÅŸarak özüne temas ettiÄŸini (kandığını) bulgulamaktadır. GörüldüÄŸü gibi mesele bütünüyle epistemolojiktir. Kavrayan, kavrayışındaki sorunun kendisindeki bir kavrayış sorunundan kaynaklandığını, kavradığının kavranan ÅŸeyin özü deÄŸil görüntüsü olduÄŸunu kavramıştır. Sırada hakikat ile yüzleÅŸmek vardır. “Hayale aldandım, boÅŸuna yandım.” Hakikati bu ÅŸekilde çıplak elle avuçlayan birinin yapabileceÄŸi iki ÅŸey kalır geride: Susmak veya ağıt yakmak. Meselenin bilmek ya da anlamakla ilgili olmadığı anlaşılmış, bakanın gözü ötekinden kendi içine dönmüÅŸ, derin bir ÅŸaÅŸkınlıkla tahayyülün tahavvül tarafından yutulduÄŸuna ÅŸahit olunmuÅŸtur.
 
Bu giriÅŸi, insanın bilgi ile olan iliÅŸkisinin son derece netameli olduÄŸunu resmetme, örneÄŸin Ä°slâm tarihinin en ilgi çekici ünitelerinden biri olan ezoterik (bâtınî) kavrayışın mutlak addettiÄŸi zâhir-bâtın (kabuk-öz) ayrımının dayandığı insanî zemine iÅŸaret etme çabasıyla yaptım. Ä°slâm tarihinde birçok ilgi çekici siyasî, içtimaî ve dinî harekete kaynaklık eden bâtınî kavrama biçiminin, her ne kadar geleneksel Ä°slâmî anlayış tarafından itikâdî bir sapma olarak nitelendirilse de temelde insanın epistemolojik kavrayışından beslenen bir tavır olduÄŸunu, doÄŸrudan doÄŸruya hakikatin kendisine dair bir iddiaya sahip bulunduÄŸunu dillendirmek istedim. Ve elbette doÄŸal ve kaçınılmaz da olduÄŸunu… Yine insanın öÄŸrenme, anlama ve bilme deneyimlerinin “nesne” ile olan irtibatına yaslanmakla birlikte ondan çok daha fazlasına karşılık geldiÄŸini de…
 
Yakamozlar ve parıltılar
 
Bir gece vakti güzel bir rıhtımda oturup tenimizi okÅŸayan hafif bir imbat yelinin eÅŸliÄŸinde bir yandan kahvemizi yudumlarken bir yandan da denizi izlediÄŸimizi hayal edelim. Hava biraz sıcak olsun, ama bunaltıcı olmasın. Ä°skele babalarına baÄŸlanmış ÅŸirin tekneler (birinin adı “Bilge” olsun) suyun üzerinde tembelce dans etsin ve güvertelerindeki lambalardan yayılan göz alıcı ışıklar denizin yüzeyinde renkli parıltılar oluÅŸtursun. Bu parıltılarla yakamozlar birbirine karışarak bize harikulade bir görsel ÅŸölen sunsun. Masanın üzerinde Michel Foucault’un Bilginin Arkeolojisi adlı kitabı olsun. O an bütün ruhumuzla birlikte orada olalım. Aklımızda hiçbir ÅŸey olmasın. Pazartesi gününe yetiÅŸtirmek zorunda olduÄŸumuz makaleyi, sol dizimizdeki kronikleÅŸmiÅŸ sızıyı, taraftarı olduÄŸumuz takımın o hafta yediÄŸi hatalı golleri, siyasî parti liderlerinin beyanatlarını, orman yangınlarını, kadın cinayetlerini, Salı sabahı anlatacağımız dersi, minik oÄŸlumuzun çok istediÄŸi o küçük kırmızı kamyoneti, Gazzâlî’ye yapılan haksızlıkları, Nietzsche’nin neden bu kadar umutsuz olduÄŸunu, trafik kazasında hayatını kaybeden ve vefatıyla ölümü bile güzelleÅŸtiren herkesin çok sevdiÄŸi o gönül adamını… Hepsini bir anlığına unutalım ve bütün varlığımızla yakamozlara ve parıltılara odaklanalım. Gözlerimizi bir tuvale en sevdiÄŸimiz renkleri yayar gibi denizin üzerinde gezdirelim. Ağır ağır, sindire sindire renkleri gözlerimize dolduralım. Yakamozların ve ışık parıltılarının güzelliÄŸi ile büyülenelim. Hafif bir esriklik belirsin zihnimizde. Aklımıza önce yakamozlarla ilgili bir-iki mısra, ardından da Platon’un “MaÄŸara Alegorisi” gelsin                       
                                 
Tasvir ettiÄŸim ve muhakkak güzel, hoÅŸ, gönül okÅŸayıcı ve iç ferahlatıcı gibi sıfatlarla tavsif edilebilecek olan bu romantik sahnenin estetik deÄŸeri üzerinde durmadan doÄŸrudan epistemolojik veçhesine geçelim. OturduÄŸumuz yerden denize bakarken yakamozları ve ışık parıltılarını izlemekten büyük keyif alırız. Onların güzel ve ÅŸiirsel olduÄŸunu düÅŸünür, ÅŸairlerin onlara neden bu kadar düÅŸkün olduklarını anlarız. Fakat aklımızın bir yanıyla parıltıların kaynağının etraftaki ışıklar, yakamozlarınkinin ise “Noctiluca Scintillans” adındaki uyarıldığında ışık saçan tek hücreli deniz canlıları olduÄŸunu biliriz. Bir diÄŸer ifadeyle, ışıklardan kaynaklanan parıltıların da yakamozların da “kendinde” bir varlıkları yoktur. Bir ÅŸeylerin dolayımında var olurlar ve söz konusu ÅŸeylerin yokluÄŸunda olmayacaklardır. Dolayısıyla onlara baktığımızda içimiz coÅŸkuyla kabarabilir, yeteneÄŸimiz varsa ÅŸiir de yazabiliriz, fakat kendilerinden hareketle tek hücreli deniz canlıları ya da ışık saçan lambalar hakkında edinebileceÄŸimiz bilgi sınırlıdır. Evet, parıltılar ve yakamozlar bir bilgi kaynağı olarak görülebilir, fakat bu kaynağın “dolayımında varlık kazandığı” ÅŸey hakkında bize saÄŸlayacağı bilginin mutlak ve dört başı mamur olduÄŸunu iddia etmeyiz, edemeyiz. Bu analojiden hareketle, doÄŸası gereÄŸi bir ÅŸeye iliÅŸkin olan bilginin doÄŸasına iliÅŸkin bir bakış açısı geliÅŸtirilebileceÄŸi açıktır.
 
Bir olay ya da olgunun epistemik izdüÅŸümü olarak tarihsel bilgi yalnızca zaman ve mekân ile deÄŸil, aynı zamanda kendisini kuran öznenin kendi zamanı, mekânı, algılama yetenekleri, kültürel birikimi, dünya görüÅŸü, siyaset ve ahlak anlayışı vs. ile de mukayyettir. Rıhtımdaki adamın ışık parıltıları ve yakamozlar hakkındaki bilgisi sadece onlardan deÄŸil, kendisinin daha önceki bilgi ve deneyimlerinden de kaynaklanmaktadır. OÄŸluna almayı düÅŸündüÄŸü oyuncak kamyonetin ışıltılı kırmızısı ile deniz üzerindeki ışık parıltıları arasında bir baÄŸ olması muhtemeldir ve bu baÄŸ, onun parıltıları tarif ederken kullanacağı kelimeleri seçiminde belirleyici bir etkiye sahip olabilir. Resmî raporlar ya da arÅŸiv vesikaları esas alınarak anlatılan bir tarihî olay ile örneÄŸin söz konusu olay ile ona maruz kalmak dışında herhangi bir ilgisi olmayan sıradan bir okur-yazarın olaya iliÅŸkin kaydı arasında daÄŸlar kadar fark vardır. Her ikisi de aynı olaya dair bir bilgi üretimi olarak görülebilecek olan bu kayıtların hangisi o olayın gerçek bilgisidir? Hem her ikisi, hem de hiçbiri. Her ikisi, çünkü her iki kayıt da o olay dolayımında oluÅŸmuÅŸ bir kavrayışın izdüÅŸümüdür; hiçbiri, çünkü her ikisi de olayın bilgisini oluÅŸtururken nesnel koÅŸullara belki de hiç temas etmeyen öznel bir zeminden hareket etmiÅŸ, neden ve sonuçları da dâhil olmak üzere olayı olay yapan ÅŸeylerin “çoÄŸunu” (ÅŸüphesiz bilgisine sahip olmadıkları, olamayacakları için) mecburen dışarıda bırakmışlardır. Anlatmak istediÄŸim meseleyi biraz daha açabilmek adına iki esere baÅŸvuruda bulunmak istiyorum.   
 
1939 Yazı

 Werner Biermann (Can Yayınları, çev. AyÅŸe Sarısayın) tarafından kaleme alınan ve adından da anlaşılabileceÄŸi gibi II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine, savaÅŸa giden sürece odaklanan 1939 Yazı bir tür siyaset günlüÄŸü olarak nitelendirilebilir. Metinde Adolf Hitler ve kurmaylarından Almanların iÅŸgal edeceÄŸi Polonya’nın siyasî liderlerine, Ä°ngiltere’nin yüksek makamlarındaki bürokratlardan ABD ve SSCB yöneticilerine, Amerika’da “dünyayı 

 Hitler’e karşı uyandırmak için” faaliyetlerde bulunan büyük romancı Thomas Mann’dan Fransız sömürgesi Cezayir’de gazeteci olmaya çalışan genç Albert Camus’ye, kendi kendisini var kılmaktan baÅŸka bir ÅŸeyin özlemini duymayan ve derdini çekmeyen Jean-Paul Sartre’dan Paris kafelerinde endiÅŸeyle olacakları öngörmeye çalışan entelektüellere, bunca zamandır iyi geçindiÄŸi Yahudi komÅŸularına artık nasıl davranması gerektiÄŸini kestiremeyen Alman vatandaÅŸtan toplama kamplarında hayatta kalmaya çalışan, malına ve itibarına, insanlığına el konulmuÅŸ Yahudi’ye kadar birçok insanın “özel ve elbette öznel dünyaları” üzerinden dönemin koÅŸullarına temas edilmeye çalışılıyor. Böylece tarihî bir hadisenin insanı “yapan, dönüÅŸtüren ve kılan” bir ÅŸey olduÄŸu nazara veriliyor. Ä°nsanın tarihsel tahavvülü ve zihinsel “tekâmülü” açısından bakıldığında, tarihî bir hadise olarak II. Dünya Savaşı’nın siyasî ya da askerî yönünün, etki uyandırması maksadıyla biraz da abartarak söyleyelim, söz edilmeye bile deÄŸer olmadığını satır satır iÅŸleyen Biermann’ın eseri, her haliyle bilmenin ve anlamanın doÄŸasına iliÅŸkin bir metin olarak okunabilir. SavaÅŸa giden yolun taÅŸlarını döÅŸeyen, emperyal tutkular ve etnik büyüklenmeler ile tarihin gördüÄŸü en büyük savaÅŸlardan birinin fitilini ateÅŸleyen insanın “sıradanlığı” ve ÅŸiddetin normalleÅŸmesi hiçbir tarih metninde bu kadar ürkütücü bir ÅŸekilde sunulabilir mi, bilmiyorum. Söylemeye gerek yok, fakat II. Dünya Savaşı hakkında yazılmış bütün siyasî/askerî tarih kitapları terazinin bir kefesine, 1939 Yazı’nda sergilenen kavrayış ise diÄŸer kefesine konulabilir. Neler olduÄŸunun daha iyi anlaşılması, daha doÄŸrusu olanları anlamaya dönük bütün çabaların eksik kalacağının hakiki manada anlaşılması için fazlasıyla yeterli olacaktır.           

Seyahat Sanatı
 
Anlamaya çalıştığımız mesele açısından bize katkı saÄŸlayacak olan bir diÄŸer eser, Alain de Botton’un (Sel Yayıncılık, çev. Ahu Sıla Bayer) Seyahat Sanatı adlı metnidir. Klasik edebiyat ve felsefe metinlerine ek olarak insanlığın sanatsal birikimini de ilgi çekici bir biçimde harmanlayarak kullandığı “çoksatar” kitapları ile tanınan Botton’un çalışması, bir tür seyahatname 
 olarak    nitelendirilebilir. Yazarın Hammersmith (Londra), Barbados, Amsterdam, Madrid, Göller Bölgesi (Ä°ngiltere), Provence (Fransa) ve Sina Çölü gibi yerlere yaptığı gezileri ya da servis istasyonu, havaalanı, otel odası, yatak odası ve benzin istasyonu gibi yaÅŸam mekânlarına iliÅŸkin tasvirlerini ihtiva eden Seyahat Sanatı’nın en önemli ve akıl çelici özelliÄŸi, söz konusu seyahat ve tasvirleri daha önce aynı ÅŸeyleri yapan yazar, ÅŸair ve sanatçıların rehberliÄŸinde yapması… J. K. Huysmans, C. Baudelaire, Edward Hopper, Gustave Flaubert, Alexander von Humboldt, William Wordsworth, Edmund Burke, Hz. Eyyûb, Vincent van Gogh, John Ruskin, Xavier de Maistre vd. gibi isimlerin daha önce yaptığı tasvirleri, resimleri ve adı geçen yerlere iliÅŸkin bilgilerini kullanarak bir anlamda bunların izini süren Botton, söz konusu rehberlik olmadan yaptığı ziyaretlerde gördüÄŸünden çok daha fazla ÅŸey görüp öÄŸrendiÄŸini belirtiyor.
 
Gerçekten de muhteÅŸem bir fikrin ürünü olan söz konusu eserin ÅŸahit olmaya, öÄŸrenmeye ve bilmeye dair çok ÅŸey gösterdiÄŸini söyleyebiliriz. Botton’un, örneÄŸin sözü edilen kiÅŸilerin gittikleri yerler hakkında verdikleri bilgileri kullanmak bir yana, onların seyahat tarzlarını da deneyimlemesi, örneÄŸin John Ruskin’in tavsiyesine uyarak gördüÄŸü yerlerin resimlerini çizmesi veya Van Gogh’un resimlerini resmettiÄŸi manzaralarla karşılaÅŸtırması öÄŸrenmek hakkında önemli ipuçları barındırmaktadır. Yazar, elinde bu rehberliÄŸin olmadığı baÅŸka koÅŸullarda görebilmesinin mümkün olmadığı birçok ayrıntıyı idrak etmiÅŸ, her bakış açısının (hatta her yeni bakışın) insana yeni keÅŸifler sunduÄŸunu birinci elden kayıt altına almıştır. Bir kez bakmak ile iki kez bakmanın, bakmak ile izlemenin, sevgiyle bakmak ile nefretle bakmanın, neÅŸeyle bakmak ile acıyla bakmanın, ÅŸu ya da bu gözle veya ÅŸu ya da bu gözlükle bakmanın her birinin farklı ÅŸeyler olduÄŸunu, her birinin aynı ÅŸeye istinat etseler de her seferinde farklı bilgilerin üretilebileceÄŸi bir zemine dönüÅŸtüÄŸünü, “alışılmış bir vasatta” hiç dikkat çekmeyen bir manzaranın “edinilebilecek yeni ve meraklı bir bakışla” hayal bile edilemeyecek yenilikleri insana sunacağını nefis bir üslupla aksettirmiÅŸtir.     
 
Had bilmek: En büyük bilgi           
 
GörüldüÄŸü gibi, insanın bilgi kaynağının salt duyular olduÄŸu kabul edilse bile, bu duyular sabit ve “nesnel bilgi üreten” kanallar deÄŸildir. BeÅŸ duyunun her biri binbir katmandan oluÅŸmakta, bu katmanlar muhtelif aygıtlar ile derinleÅŸebilmektedir. KuÅŸkusuz öÄŸrenmenin ve bilmenin sınırı yoktur, fakat insanın bu büyük okyanustan alabileceÄŸi miktar (ne kadar derin olursa olsun) kendi idraki ile sınırlıdır. Ä°drak elbette geliÅŸebilecek bir ÅŸeydir, fakat onun okyanusun tamamını ihata edebilecek kadar geliÅŸmeyeceÄŸi de açıktır. Burada sınır bir yerden öteye geçmemek deÄŸil, insanın kendi bilgisinin mahiyetine vâkıf olmasıdır. Böyle bir vukûfiyet, insanın haddini (sınırını) bilmesini ve çok meraklı olduÄŸu o tanrılık rolüne soyunma acziyetini (role soyunmak zımnen o olmadığını ilan etmektir) belki dizginleyebilir. Dünya muhtemelen bugün olduÄŸundan çok daha güzel ve yaÅŸanabilir bir yer olacaktır o zaman.         
 
Ä°nsan olmak, dünyanın rengine kanmaktır çünkü...   
Mustafa Alican (dünyabizim.com)
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.