İnsanın üç yer sorunu, nere-den, nere-de ve nere-y-e ile insanın (-de) yani bu-ara-da var-olan bir varlık olarak (-den) ve (y-e) aklıyla uzanması ve bu soruları varoluşunun anlamıyla ilişkilendirmesini daha önce Anlayış dergisindeki metafizik düzeyde işaret ettiğimiz yazılarımıza bırakırsak, bu yazıda yer’in daha maddî ve toplumsal yönüne değinmeye çalışabiliriz. Çünkü insanın canlılık yönünün en önemli özelliği yer tutması, yere tutunması, yerleşmesidir (temekkun). Öyle ki, ancak yeri olan kişi temkinli olabilir; bir yeri tutan kişi sâkindir, muhkemdir (mekîn). Memeli hayvanların, örnek olarak köpekgillerin, kendi yaşama alanlarını değişik yollarla işaretledikleri, işaretler içerisinde kalan yeri tuttukları bilinir; ki bu tespit hemen hemen tüm canlılar için geçerlidir; çünkü yukarıda değinildiği üzere olan ancak olunan yerde olur.
Hem bir canlı hem de akıllı bir varlık olarak insan için durum nedir? İnsan ile yer arasında farklı katmanlara sahip çok değişik ve karmaşık anlam ilişkileri mevcuttur şüphesiz. Örnek olarak, insan bir yeri ele geçirir, bir yeri işgal eder, bir yeri bombalar, bir yeri ziyaret eder, bir yeri vatan edinir, bir yeri sömürür vs… Bu yazı çerçevesinde özellikle şu soruları öne çıkartabiliriz: İnsan yeri nasıl tutar, yere nasıl tutunur, nasıl yer-le-ş-ir? Maddî ve toplumsal düzeyde yer tutma ile yurt tutmayı nasıl özdeşleştirir? Bir yer insanın elinde, yurda nasıl dönüşür?
Bir savaşta bir yeri bombalamak, o yeri ele geçirmek için yeterli değildir; mutlaka mekâna/yere doğrudan temas gerekir; bu nedenle savaşta, kara yani yer kuvvetlerinin görevi belirleyicidir. Öte yandan kara kuvvetlerinin bir yeri ele geçirmesi, o yeri yurt kılması için tek başına bir anlam ifade etmez. Bundan dolayı yabancı bir gücün bir yeri ele geçirmesi işgal olarak adlandırılır. İşgal, bir yerin geçici bir süreliğine dışarıdan gelenler tarafından meşgul edilmesidir; doldurulmasıdır. Yeri yurt edinenler ise, yabancının tersine yerli’dir; o yere aittir. Benzer biçimde göçer ile yerleşik arasındaki fark da yer ile olan ilişkiye göre belirlenir: Göçer yer’den göçendir; yerleşik ise yer’e konan... Bir yeri aidiyet duymaksızın dolaşana gezgin, yine mensubiyet duymaksızın elinde tutana ise sömürgeci denir. Verilen örnekler yer’in yurd’a dönüşmesinde anahtar sözcüklerin ait olmak ve mensubiyet duymak olduğunu gösteriyor. Öyleyse sorumuzu şu biçimde düzenleyebiliriz: Bir yere niçin ait olunur, neden mensubiyet duyulur? Ait sözcüğünün gelenek anlamındaki adet sözcüğüyle akraba olduğu göz önünde bulundurulursa, adetlerin de bir açıdan yer ile kurulan ilişkiden kaynaklandığı söylenebilir. Mensubiyet sözcüğü ise daha derin bir anlama sahiptir ve kişinin sabitelerine işaret eder; başka bir deyişle değişen şeyin/şeylerin değişmeyen şeye/şeylere nisbeti/oranlanması... Bir insan sabitelere sahipse, onlara mensubiyet duyar, kendini onlara nisbet ederek tanımlar. Sabiteleri bulunmayanın mensubiyeti de olmaz. Kısaca, insan kendisini anlam-değer dünyasındaki sabitelere göre tanımlar; bu nedenle ben-idrakinin en derin yerinde anlam-değer dünyasına ait sabiteler bulunur.
İnsan, duyu, duygu ve düşünce dünyasını içeriden dışarıya taşırken bedensel imkânlarını, yani mekân sınırlarını aşan, değişik imkânları kullanabilen tek canlıdır. Yazı, resim ve rakam, müzik ya da geometrik şekiller; tüm bunlar, insanın duyu, duygu ve düşünce dünyasını dışarıya taşırken kullandığı mekânı genişletici âletlerdir. Bu nedenledir ki, yazının temel birimi harf, resim ve rakam’ın kökleri, hrf, rsm, rkm insanın duyu, duygu ve düşüncesini dışarıya çizmek, nakş etmek anlamına gelir. Her çizme, nakş etme aslında yere/mekâna bir işaret koymadır. Toprağa, kemiğe, taşa, kağıda veya başka bir yere nakş edilir, işaret konulur. Benzer biçimde bir yer’in, toprağın yurd’a dönüşmesi de insanın duyu, duygu ve düşüncelerini o yere, toprağa işaretlemesiyle mümkündür. Toprak, üzerinde yaşayan insanların duyu, duygu ve düşüncelerinin işlendiği bir kanaviçe, dantel hâlini alırsa yurd olur. Anadolu’daki ve Balkanlar’daki Sarı Kız, Sarı Saltuk, Yunus Emre yatırları; Bursa’daki Ulu Cami, İstanbul’daki Süleymaniye, Edirne’deki Selimiye, tüm bunlar bu topraklar üzerinde yaşayan insanların işaretleridir. Bu nedenledir ki, işgalciler ilk önce o yeri, yurda dönüştüren işaretleri bir bir yok ederler.
Büyük halk filozofumuz Temel, “Toparlan! Seni Kıbrıs’a yerleştireceğiz” dendiğinde sorar: “Ne kadar zamanım var?” “En fazla üç saat” denilince Temel hemen eline bir iki çuval alıp köyün merkezine doğru koşmaya başlar. Evine gidip eşyalarını alacağına şehrin merkezine koşan Temel’i takip edenler ilginç bir manzarayla karşılaşırlar: Temel köyün mezarlığında mezar taşlarını çuvallara doldurmaktadır. Sorarlar: “Ne yapıyorsun? Gidip eşyalarını alsana!” Temel’in yanıtı çarpıcıdır: “Eşya her yerden alınır! Ama gavurlar bana ‘Bu topraklarda ne işin var?’ diye sorduğunda, Aha diyeceğim en büyük dedemin mezar taşı, bu da dedemin, ha bu da babamın mezar taşı.”
Başka söze ne hâcet: Bir kişi, yaşadığı topraklarda yerli mi, yabancı mı, gezgin mi, işgalci mi yahut sömürgeci mi olduğunu öğrenmek istiyorsa, mensup olduğu anlam-değer dünyasının o topraklardaki işaretlerine ne kadar aidiyet duyduğuna bir baksın. Bu bakış ona hakikati fısıldayacaktır.
Anlayış Dergisi Arşivi
Henüz yorum yapılmamış.