Mustafa Özel: Modernliği bırak, millet ol!
Follow @dusuncemektebi2
TEMÂMUZ ayınÂda JaÂpon moÂdernÂleÅŸÂmeÂsiÂne daÂir YüzÂleÂÅŸiÂYOÂRUM’u bir vaÂatÂle nokÂtaÂlaÂmışÂtık. ÖzetÂle, dinÂdar (MüsÂlüÂman, HıÂrisÂtiÂyan, BuÂdist…) kaÂlaÂrak moÂdernÂleÅŸÂmeÂnin mümÂkün olup olÂmaÂdıÂğıÂnı tarÂtıÂÅŸaÂcakÂtık. FaÂkat araÂya AK ParÂti’nin kaÂpaÂtılÂma daÂvaÂsı giÂrinÂce maÂkas deÂÄŸiÅŸÂtirÂmek zoÂrunÂda kalÂdık. Bu mecÂbuÂriÂyet, üzeÂrinÂde durÂduÂÄŸuÂmuz fiÂkir zeÂmiÂniÂnin ne denÂli kayÂgan olÂduÂÄŸuÂnu gösÂterÂmek baÂkıÂmınÂdan anÂlamÂlıÂdır.
Dünyanın neresinde ve hangi zaman diliminde olursa olsun, adeta tarihin dışında yaÅŸayan veya en azından yaÅŸamak isteyen insanlar vardır. Bunlar için bir ülkede iktidar partisinin kapatılıp kapatılmadığı, kiÅŸi başına gelirin 5 mi yoksa 55 bin dolar mı olduÄŸu, nükleer enerjinin geliÅŸtirilip geliÅŸtirilmediÄŸi mesele deÄŸildir. Hatta bu baÄŸlamda hattın altında yer almanın daha hayırlı olduÄŸuna inanırlar. Sosyolojik dille ifade edersek, modern deÄŸil geleneksel bir toplumda yaÅŸamayı tercih ederler. Hatta toplumbilimcilerin geleneksel dediÄŸi toplumları bile (yer yer, zaman zaman) fazlasıyla maddiyata boÄŸulmuÅŸ addederler. Sahih bir dinî geleneÄŸe baÄŸlı yaÅŸamanın “maddeyi aradan çıkarmakla” mümkün olabileceÄŸini düÅŸünürler.
Elbette bu yaklaşımı “romantik” sayıp karşı çıkanlar da, “insani” sayıp yüceltenler de olacaktır. “Kalbim onlardan yana, ama aklım baÅŸka türlü söylüyor” diyen çok sayıda insan görürsünüz. Yeni Åžafak’ta iktisadi rasyonaliteye dair yazılarıma en sık gelen tepki ÅŸudur: “Aklım beni de öyle davranmaya zorluyor ama vicdanım bir türlü kabul etmiyor!” DiÄŸer bir basit gözlem de ÅŸu: Dünyanın her yerinde, yüz milyonlarca insan (milyarlarca mı deseydim?) modernliÄŸe yahut modernliÄŸin meyvelerine can atıyor. Onları bırakın, romantik diye etiketlenenler bile, iÅŸ en azından siyasete, milli egemenliÄŸe filan gelince; onurlu, başı dik, kimseye muhtaç olmayan bir ülke/toplum istediklerini belirtmekten geri durmuyor.
Mesele bu konumlardan herhangi birini eleÅŸtirmek deÄŸil, bu azap verici durumdan makul bir çıkış olup olmadığını araÅŸtırmak. Robert Bellah’ın tarihte ikinci defa millet olma macerasına ayna tutan Japonya’yı Tahayyül Etmek baÅŸlıklı kitabı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın imparatorluktaki birlikten milli devletteki ikiliÄŸe geçiÅŸin yarattığı huzursuzluÄŸa ayna tutan romanı Huzur kısık iÅŸaret fenerlerimiz olacak.
ModernliÄŸin Kökü Dindir
Bellah’a göre, modern-geleneksel karşıtlığı artık iÅŸe yaramaz hale gelmiÅŸtir. Süratle deÄŸiÅŸmekte olan bir modern topluma karşı duraÄŸan ve deÄŸiÅŸmez bir geleneksel toplum, gerçekten çok kurgudur. Fakat modernliÄŸe dair bir ÅŸey onu daha önceki sosyal ÅŸartlardan farklı kılıyordu ki, bu ÅŸeyin ne olduÄŸunu açıklamaya çalışmak başından beri sosyolojinin görevi oldu. Sosyoloji, modernliÄŸi kendine izah etme çabası olarak baÅŸladı.
Weber’in kan bağı ve komÅŸuluÄŸa dayalı toplumlardan baÅŸlayıp, bürokrasi veya feodalizm tarafından örgütlenen toplumlara, oradan da modern kapitalizme uzanan geliÅŸme fikri Marx ve Durkheim tarafından da baÅŸka biçimlerde söylenegelmiÅŸ hikâyenin bir versiyonuydu. Bellah’ın doÄŸrudan Weber’den kaynaklanan görüÅŸüne göre, din modernliÄŸin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynuyordu. Weber, asketik Protestanlığın onun “modern kapitalizm” adını verdiÄŸi yeni bir toplum biçiminin doÄŸmasında vazgeçilmez bir hızlandırıcı olduÄŸuna inanıyordu. Fakat bu toplumu sadece yeni bir ekonomi olarak deÄŸil, yeni bir medeniyet olarak görüyordu.
ModernliÄŸin kök sebeplerini ve niçin ilk defa Batı’da ortaya çıktığını araÅŸtırırken, Weber M.Ö. ilk binyıldaki dinî olayların kritik önem taşıdığını keÅŸfetti. O dönemde ortaya çıkan her bir dünya dini içinde, Weber’in “büyü dini” demeye meylettiÄŸi önceki formları radikal tarzda aklileÅŸtiren peygamberler veya kurtarıcılar zuhur etti. Her bir durumda, önder ÅŸahsiyet (Konfüçyüs, Buda, Ä°brani Resuller, Sokrat, Ä°sa) sistematik bir ahlakî davranış biçimi vazediyordu. Bu yeni sembolik formlara “aklileÅŸtirilmiÅŸ” demekle Weber, onların daha tutarlı, düÅŸünce ve ahlak bakımından daha evrenselleÅŸtirici, potansiyel olarak daha öz-eleÅŸtirel (refleksive) ve mevcut toplumdan daha çok ayrılmış (yansız) oldukları gerçeÄŸine iÅŸaret ediyordu. Jaspers bu evreye Eksen ÇaÄŸ; Eisenstadt ise bu evrenin dinlerine Eksen Dinler, uygarlıklarına ise Eksen Medeniyetler dedi.
Åžayet din, modernliÄŸin ortaya çıkmasında önemli idiyse; eksen dinler, modernlikten binlerce yıl önce ortaya çıkmış olsalar da, onun vazgeçilmez ön ÅŸartıydılar. Bellah’ın argümanı ÅŸuydu: Kabile dinleri ve arkaik dinler dünya-yönlü iken, eksen dinler dünyayı-reddedici (dolayısıyla Weber için büyüyü-reddedici) idiler. Fakat eksen dinler, bu reddediÅŸin dünya içinde mi (etik), yoksa mümkün olduÄŸunca dünya dışında mı (mistik) iÅŸlenmesi gerektiÄŸi hususunda birbirlerinden ayrılıyorlardı.
Varolan toplumların temel sosyal ve siyasal ilkelerini eleÅŸtirmeyi ve yeniden ifade etmeyi mümkün kılan ÅŸey, eksen dinin aÅŸkın (yani dünya dışındaki) bir referans noktasını kaldıraç olarak kullanmasıydı. Kabilevî ve arkaik toplumlarda birey ve toplum doÄŸal kozmosa gömülü sayılırken, eksen din ve felsefeler “bireyin toplumdan, toplumun ise verili doÄŸal dünyadan kendilerini koparmayı” mümkün kılıyordu. Ancak, unutulmasın ki radikal tutarlılığı içinde eksen din hiçbir zaman bir azınlık dininden fazlası deÄŸildi. ÇoÄŸunluk arkaik ve hatta kabile dinlerinin devamı olan inanç ve uygulamaları sahiplenmeyi sürdürüyor; Weber buna “büyü bahçesine geri dönüÅŸ” diyordu.
Protestan Reformasyonu ile beraber radikal biçimde aÅŸkın bir tanrıya iman etmenin ÅŸu dramatik dünyevî sonucu oldu: Eksensel bir ahlakın tutarlı talepleri sadece bir azınlıktan deÄŸil, “herkesten ve hayatın bütün alanlarında” beklenir oldu. Bireyin toplumdan ve toplumun doÄŸadan kopuÅŸu hızlandı. Weber bu geçiÅŸi vazıh olarak gözledi fakat neredeyse tamamen menfi tarzda yorumladı. Modern aklileÅŸme dünyası zamanla herhangi bir aÅŸkın müeyyide olmaksızın kendi bürokratik ve ekonomik enerjisiyle iÅŸleyecek, “demir bir kafes”e dönüÅŸecekti. Böylece Weber öncü modernleÅŸme kuramcısı olsa da, modernliÄŸin bizi nereye götüreceÄŸine dair görüÅŸü karamsardı. Modernlik, “kötü kaderimiz”di.
Romanımız Şarkılarımızdır
Ä°slamiyet tarihsel bakımdan eksen dinlerin devamı veya bir versiyonuydu. O da aÅŸkın bir referans noktasını kaldıraç olarak kullanıyor; bunu bazen dünya içinde kalarak (etik), bazen de dünya dışına kanat açarak (mistik) gerçekleÅŸtiriyordu. Ä°slam medeniyetinin son büyük çiçeklenmesi sayabileceÄŸimiz Osmanlı’nın çöküÅŸ evresinde belki bu mistik yan ağır basıyordu. Tanpınar, Bellah henüz bir üniversite talebesiyken yayınladığı Huzur romanında bu iki yöneliÅŸin akıllıca senteziyle ayaÄŸa kalkabileceÄŸimizi söylüyordu:
Ä°hsan: Biz buyuz; Nevakâr’ız, Mahûr Beste’yiz. Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat ÅŸekilleriyiz. Yahya Kemal haklı: Bizim romanınız ÅŸarkılarımızdır. Bu sefer Bursa’da bunu daha yakından gördüm. Orada musıkî, ÅŸiir, tasavvuf hep iç içe konuÅŸuyor! TaÅŸ dua ediyor, aÄŸaç zikrediyor… Beni iyi anla! Mistik olmuyorum. Belki bir aydınlığa, realitenin kendisi olan bir düÅŸünceye baÄŸlanıyorum. Kendimizi tanımamızı ve sevmemizi istiyorum… Ancak bu suretle insanı bulabiliriz. Kendimiz olabiliriz.
Orhan: Benim ÅŸaşırdığım ÅŸey, bir taraftan insanın ve manevî kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma iÅŸi ile uÄŸraÅŸmanız, her ÅŸeyin başında iÅŸ hayatının tanzimini istemenizdir… Bu çok maddede kalmak olmuyor mu?
Ä°hsan: Hayır. Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diÄŸer taraftan bir iktisadî reforma ihtiyacımız var. Ä°ÅŸ hayatına açılmamız lâzım. Bunlardan birini öbürüne tercih edecek vaziyette deÄŸiliz. Buna hakkımız da yok. Ä°nsan birdir. Çalıştıkça ve bir ÅŸey yarattıkça kendisini bulur. Ä°ÅŸ mesuliyeti, mesuliyet düÅŸüncesi insanı doÄŸurur.
Mümtaz: O halde iÅŸ, kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiÅŸtirir demektir. Bize sadece maddi hayatımızı tanzim etmek kalıyor.
Ä°hsan: Zanneder misin? Evvelâ bunu yapabilmemiz için iÅŸin açılması, geniÅŸlemesi, cemiyetin ve hayatın yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım. Eski her zaman yanı başımızda duruyor. DiÄŸer taraftan yeni ile, Garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su deÄŸiliz; insan cemaatiyiz. Ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti kültürüyle benimsiyoruz. Onun için de bir hususî hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için ÅŸüphe ile, eskiye eski olduÄŸu için iÅŸe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi ihtiyaçlarımızın seviyesine bile gelmemiÅŸ; o bolluk, yaratıcılık içinde deÄŸil ki bize kendiliÄŸinden ÅŸekiller ve kıymetler teklif etsin!
- O halde bir kriz zaruri ve muhakkak…
- Sade muhakkak görmüyorum. Onu yaÅŸadığımıza inanıyorum. Eski bir çiftçi imparatorluÄŸunun tasfiyesinden doÄŸduk. Hâlâ onun iktisadi ÅŸartları içinde bocalıyoruz. Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale (üretime) açılmamış. Müstahsil olan da faydalı ÅŸekilde yapamıyor. Sadece çalışıyor, emek sarf ediyor. Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir üretim siyasetine baÅŸlamamız lazım.
- Peki ama, bununla demin bahsettiÄŸiniz insan mefhumu, manevi insan arasındaki münasebet ne? Bu, hayatın maddi ÅŸartlarını deÄŸiÅŸtirmekten ibaret.
- Ä°nsan da hayatın maddi bir tarafıdır. Peguy’u okumadın mı? O ne cümledir? AteÅŸ gibi; fakirlik insanı güzelleÅŸtirir ve asilleÅŸtirir. Fakat sefalet hoyratlaÅŸtırır; ruhen sefil eder. Ä°nsanda insanı öldürür. Ä°nsanlık ÅŸerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür. Çalışmaya imkân verecek bir refah!
Anlayış’ın sınırlı sayfaları içinde ne Bellah’ı lâyıkıyla özetleyebiliyorum, ne Tanpınar’ı. Fakat ikisinin de üzerinde birleÅŸtiÄŸi husus, meselenin ‘modernlik’ çerçevesinde ele alınamayacak kadar geniÅŸ ve çetrefil olduÄŸudur. Ne akan Garp nehrine kendimizi eklemekle gerçek kimliÄŸimizi bulabiliriz; ne de her üretken faaliyeti Garplı sayıp uzak durmakla. Yeni bir tarzda, yeni bir anlam çerçevesi içinde yaratıcı olmak zorundayız. Bunu gerçekleÅŸtiremeyecek bir Türkiye’nin tarih içinde var olamayacağını bilgince hissettiren Tanpınar, sanki bugünkü laik-dindar çatışmasını 60 yıl önceden haber veriyor. Hem de her iki kamp mensuplarının henüz eriÅŸemediÄŸi bir kavrayış seviyesiyle:
“Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir ÅŸeyi biliyoruz. O da bir takım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüÄŸünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliÄŸin önüne geçemeyiz. Evvela insanı birleÅŸtirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar… Biri eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. Ä°kisinin arasında bir kaynaÅŸma lazım.”
Mesele modern olabilmek deÄŸil, millet olabilmektir.
Henüz yorum yapılmamış.