Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

İlhami Güler'in Kaleminden: ‘Evrensel Ümmetçilik’

‘Vicdan Böyle Buyurdu’ kitabının yazarı İlhami Güler “Önermelerin çeşitli olması bizi rahatsız etmemeli. Çünkü çeşitliliğe katılan her yeni önerme, bir fırsatı gözden kaçırma tehlikesini azalttığı için hoş karşılanmalı” diyor.



Alman hukukçu düşünür Carl Schmitt, siyaseti, Estetik (güzel-çirkin), Ahlak (iyi-kötü) ve Ekonomide (kâr-zarar) olduğu gibi içerikten bağımsız, formel olarak “dost-düşman” kavramları ile tanımlar. Siyasal düşman, yabancı ve ötekidir (1). Antropoloji ve Siyaset Felsefesi açısından bu tanım doyurucu ve oldukça kapsayıcıdır. Tarihsel pratiğe baktığımızda “Dost-Düşman” formlarının içeriğinin: 1-Etnisite/kavim/kabile-ırk/dil; 2- Din-mezhep, inanç, ideoloji; 3- Çıkar; 4- Ahlak kriterlerinin biri veya bir kaçı tarafından doldurulduğunu görürüz. 
 
Kur’an’a baktığımızda bu toplumsal yapıların oluşumları doğal (sosyolojik-politik) olarak toplumsal düzlemde onaylansa da; siyasal bağlamda “dost-düşman” ayırımının meşruiyetinin “Ahlak” (adalet-zulüm) ile içeriklendirilerek korunduğunu görürüz. Kur’an’da din/iman da nihayetinde Allah’a karşı ahlaki bir tutuma indirgenir. Şöyle ki, Allah’ın nimetlerine karşı şükran duygusu ile ona “iman” edenler, onun “dostu (veliyullah-2/257)”; bu nimetlere karşı “nankörlük (küfür)” gösterenler ise, O’nun “düşmanlarıdırlar (aduvvullah-8/60)”. Kâfirler, müminlere “düşman” olmadıkları müddetçe; uluslar-kavimler, kabileler arası hukuka (anlaşma/ahit-akit) göre barış içinde eşit ilişkiler kurulacak topluluklardır(60/7-8). Müslümanlara karşı zulüm edenler (işkence, sürgün, öldürme, sömürme…), Müslümanların düşmanları; bunlara kalkışmayanlar ise, kendileri ile “Adalet (eşitlik, hakkaniyet)” ilkesine bağlı olarak aynı yurtta da hukuki sözleşmeli olarak birlikte (“Biz” olarak) yaşanacak gayri müslimlerdir(60/8). Aynı anda hem kâfir hem de zalim olanlar, hem Allah’ın, hem de Müslümanların düşmanlarıdırlar; kâfir olup, insanlara-müslümanlara zulmetmeyenler, Müslümanların düşmanı değildirler. İnsanlara zulmedenler ise, Müslümanların düşmanıdırlar.(2/193) Aynı inancı paylaşan müminler, dini anlamda bir “Millet” tir; sözleşmeli/anayasal olarak birlikte (aynı yurtta/ülkede) olan müslim-gayri müslimler ise, siyasi bağlamda maslahata dayalı bir “Ümmettir (dost-biz)” oluştururlar.  
 
Bu bağlamda Hz. Muhammedin Medine’de (yurt/ülke) yaptığı “vatandaşlığı” kuran “Toplum Sözleşmesi (Medine Vesikası)” örnek bir uygulamadır. Emeviler’den itibaren, gayri müslimlere tanınan “Zımmilik” statüsü ise, gayri islamî bir uygulamadır. Gayri müslimlerin, savaşa alınmadıkları için ödedikleri “cizye” vergisi, hakkaniyete uygundur. Emevilerden itibaren gayri müslimlere –müslümanlara zulüm etmedikleri halde- adalete ters olarak “ikinci sınıf” insan muamelesi yapılmıştır. Oysa onların gayri müslimliği (küfür) Allah ile ilişkileri bağlamında özel bir sorundur; müslümanları ilgilendirmez: “Dinde zorlama yoktur” (2/256). “Sizin dininiz size; bizim ki de bize” (109/6). Tarihsel pratikte ve bugün, dini/islami “ümmetçilk”, yanlış bir şekilde “iman kardeşliği” üzerine kurulmuştur. “Tek vatan, Tek millet, Tek Bayrak, Tek devlet” mottosundaki “Millet” kavramı, ister modern “ulus=nation” anlamında olsun; isterse Kur’an’daki anlamı ile “aynı dinin müntesipleri, müminler topluluğu/iman kardeşliği” olsun, siyasal bağlamda devlet-yurt/ülke kurmanın, siyaset yapmanın, birlikte yaşamanın kriteri olarak yanlıştır. Görüldüğü gibi, bu ideolojide “Dost-Düşman” ayrımı, din-iman üzerinden kurulmaktadır. Seküler liberal- milliyetçilikte ise, “Dost-Düşman” ayrımı etnisite (ırk/dil) veya çıkar üzerinden kurulmaktadır. Örneğin; Evrensel İslami Siyasal Ümmetçi bir perspektiften vatandaşlarının bir bölümü “Cami”yi, bir başka bölümü de “Cemevi”ni ibadet mekânı olarak kabul ediyorlar ise; devlet, bunu tanır, ayrımcılık yapmaz. Devletin misyonu, “Hidayet” değil; “Adalet”tir. Tebliğ veya tashih görevi, göreli(tartışmalı) olarak Ulemanın görevidir; devletin bürokratik bir uzantısı  olan Diyanet’in değil. 
 
2/Bakara suresi 191-194 ve 8/Enfal-39 ayetler, müslümanlar ile müşrikler arasındaki “savaş durumu”nda müslümanların misli ile mukabelede bulunmalarını ifade eder. Savaşın gerekçesi, müşriklerin zalimliğidir. 2/193 ve 8/39. ayetlerde: “ …zulüm/baskı/işkence (fitne), kalmayıncaya ve din  (seçimi) özgürce Allah (için) oluncaya kadar onlarla savaşın; onlar savaşmaya son verdiklerinde, siz de son verin. Düşmanlık, sadece zalimlere karşıdır.”  denmektedir. 194. Ayette ise, süresi boyunca savaşmanın yasak olduğu “Haram Aylar”ın karşılıklı olduğu; eğer müşrikler,  bu aylarda Müslümanlara saldırırsa; onların da karşılık vermelerini ifade ediyor. 
 
Ebu Hanife ve takipçisi İmam Maturidi, savaşın gerekçesini (dost-düşman) zulüm/işkence/saldırganlık (fitne) olarak görürken; Şafii-Arap müfessirler, ayetlerde geçen “fitne” kavramına Kur’an’da hiç kullanılmayan, ikincil ve mecaz anlamlar olan “şirk-küfür” anlamını vererek, savaşmanın gerekçesini (dost-düşman) “Küfür” olarak yorumlamışlardır. Yorumlarında bir de “Ben, insanlar: “Lailahe illellah” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emr olundum” diye bir de Hadis zikretmektedirler (2). Bu hadisin “Dinde zorlama yoktur” (2/256) ayeti ile çelişik olduğu, gayet açıktır. Fakihlerin, dış politikanın temeli olarak geliştirdikleri, “Sürekli Savaş Hali” anlamına gelen “Daru’l-Harp” kavramı, aynı mantık tarafından üretilmiştir. İslam tarihi boyunca ülke işgal etme anlamına gelen “Fetih ve Cihat” pratiği, meşruiyetini, bu yorumdan almıştır. Oysa Müslüman olmayan ülkeleri “Daru’d-Davet-Daru’l-İcabe=İslamiyetin tebliğ edileceği topraklar-ülkeler-insanlar” olarak gören âlimlerin görüşü, Kur’an’a daha uygundur. 
 
Burjuva sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilen modern toplum projesi/ulus inşası, “tek ulus, tek ülke” ilkesine dayanıyordu. Amaç, burjuva sınıfının hâkimiyetinde bulunan diğer etnik farklılıkları ezerek, öğüterek, asimile ederek ortadan kaldırmaktı. Bir devlet sınırı içerisinde geriye sadece tek bir dile, tek bir kültüre, tek bir tarihi hafızaya ve tek bir bağlılığa yer veren bir“oda” kalmıştır. Burjuva sınıfının dışındaki etnik-dini topluluklar, yeni ulus-devletin sunduğu milliyetçilik ve liberalizm yüzleri arasında hiçbir temel farkın olmadığını gördü: Milliyetçilik ve liberalizm farklı stratejiler tercih etti; fakat benzer sonuçlara yönelik gayretler gösterdi. Topluluklar için onların planları dışında ya da kendi kendini idare yaklaşımları sağlayacak bir boş alan yoktu. Tek uluslu milliyetçi bakış açısı ile özgür ve bağımsız vatandaşlardan oluşan liberal bir cumhuriyet modeli içerisinde de topluluklara yer yoktu. Ulus-devletin iki yüzünden (milliyetçi-liberal) hangisi geleceğe bakarsa baksın, gördükleri sadece ara güçlerin muhtemel düşüşüdür. Bu proje, etnik azınlıklara acımasız bir tercih bırakmıştır: asimile olmak veya yok olmak. Yani aslında kültürel kimlik farklılıklarından gönüllüce feragat etmek yahut zorla ellerinden alınmak. Her iki alternatif de aynı sonuca çıkıyor… Asimilasyon için yapılan baskıların amacı diğerlerini farklılıklarından mahrum bırakmak. Milletin geri kalanından farksız bırakmak için, ulusal kimliğin tekil yapısında onları sınıflandırmak, hazmetmek ve çözmek.”(3) 
 
Görüldüğü gibi, Batıda gerçekleştirilen “Laiklik” ilkesi, Kilisenin despotizmine karşı dini topluluklara özgürlük temin etmiş olsa da; “Milliyetçilik” ve “Liberalizm”, etnik farklılıkları ortadan kaldırmıştır. İslam ise, metafiziği ve toplumsal sözleşme teorisi açısından hem dini, hem de etnik farklılıkları bir arada tutmaya elverişlidir. Ancak, son yüz yılda Mısırda oluşan “İhvan-i Müslimin”, Pakistan’da oluşan “Cemaat-ı İslami” ve Türkiye’de oluşan “Milli Görüş” adlarındaki “İslamcı” hareketler, tarım toplumlarında oluşturulmuş  “Şeriat” kategorisi  ve imparatorluk zamanlarındaki “Zımmilik” statüsü yorumundan vazgeçemedikleri için, bu elverişliliği görememişlerdir. Bu hareketler, Demokrasiyi, “Şura” kavramı ile meşrulaştıramadıkları gibi; Laikliği de, Ayet ve Hadise (kaynaklara) aleni atıf yapmadan –çünkü aleni atıf dogmatizm, fanatizm, despotizm ve iç savaş potansiyeli taşır- ahlaki-akli ve “Dia-kritik” (diyalojik ve eleştirel) olarak yani gerekçeli olarak yasama yapmayerine(Rahmani tutum) salt “dinsizlik” olarak algılamışlardır. 
 
“Dillerin ve renklerin farklı olması, Allah’ın iradesi ile” (30/22) oluştuğuna göre, bir ülkede/yurtta/vatanda yaşayan/yaşamak zorunda olan/kalan farklı etnisite ve dinden insanların ortak, rızaya dayalı, eşit onura sahip “vatandaşlar” olarak yaşamaları gerekir. Ulus Devlet “sınır” larının, neredeyse tamamının rıza ile değil; zorla-güç (boyun eğdirme-eğme) ile çizildiği bilinmektedir.  “Evrensel Ümmetçi” devlet yapılanmasında hakkaniyet/eşitlik ve adaletten dolayı “Yönetim” sorunu olamayacağına göre, ülkede yaşayan halkların iletişim (maslahat) için çoğunluğun dilinin “Resmi Dil” olması, hakkaniyete uygundur. Makul çoğunlukta olan azınlıkların eğitim dilinin, ana dille olmasında bir sakınca yoktur ve azınlıkların hakkıdır. Böylece “öz/özerk-yönetim” veya bölünme gerekçesi, ahlaken ortadan kalkar. Böyle bir yapıda kimlikler, birbirlerini tehdit olarak değil; karşılıklı etkileşim içinde, eşit “yurttaş/vatandaş”lar olarak görürler. Birlikte biz/dost olmanın raconu,  uzlaşma ile oluşturulmuş evrensel ahlaka dayalı hukuktur. Her “öteki”, yurttaş olmayan, “düşman” değildir; düşman öteki, zalimlerdir. 
 
“Önermelerin (fikirlerin/ideolojilerin) çeşitli olması, bizi rahatsız etmemeli. Çünkü çeşitliliğe katılan her yeni önerme, bir fırsatı gözden kaçırma tehlikesini yahut bir olasılığın gerçek belirtisini önemsiz görme durumunu azalttığı için hoş karşılanmalıdır. Bir önermenin değeri, onu kimin oluşturduğuna yahut kimin deneyimine ait olduğuna bağlı olmamalıdır. En iyi çözümlerin “bizim” tekelimizde olduğunu düşünmemeliyiz. Açıkça ifade etmek gerekirse, yukarıda söylenenlerden hareketle burada sözümüz, tüm önermeleri eşit değerde ve seçilmeye değer olarak kabul edeceğiz anlamına gelmiyor. Kaçınılmaz olarak, bazıları diğerlerinden daha iyi (doğru) olacaktır. Basitçe bu, mutlak kanaatleri kabul ve katı cümleler paylaşmak konusunda hazırlıksız olduğumuz anlamına gelir. Faydalı ve gerçekten değerli fikirlerin, ancak tüm farklı seslerin olduğu gibi kabul edildiği, bütün olası eleştirileri ve kabullerin iyi niyet ve itimat ile yapıldığı çoklu bir diyalog ortamında sağlanabileceğini, hepimiz kabul ederiz. Başka bir ifade ile kültürel farklılığı kabul etmek, bir son değil; bir başlangıçtır.”(4)  
 
NOT: Konu ile ilgili daha geniş bilgi için benim “Evrensel Ümmetçiliğe Doğru”( Ank. 2016) adlı kitabıma bakabilir. 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.