Değişmenin olmadığı bir toplum düşünmek imkansızdır. Tarihçi İbn Haldun toplumları insanlara benzetir; onların da gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık gibi tabii ömürlerinin olduğunu ve üç yüz yılda bir âdet ve usullerinin değiştiğini söyler. 14. yüzyıl düşünüründen beş yüz yıl sonra Cevdet Paşa el atar aynı mevzuya ve değişimi insan topluluklarının geçmek zorunda oldukları bir köprü olarak tasvir eder. Uyarmadan da duramaz paşamız; değişime karşı direnenlerin yok olmak tehlikesiyle karşılaşacağına işaret ederek. Kuşkusuz her iki düşünürün üzerinde durdukları değişme ya da dönüşme doğal, kendi seyri içinde, zorlanmadan ve sıkıştırmadan gerçekleşen bir vetiredir.
Osmanlı’da değişim, çoklukla sanıldığı gibi 19. yüzyılda yahut daha dar anlamda Tanzimat’la değil, belki de altı yüz yıllık ömrünün ortalarında başlamıştır. Padişahından vezirine, bürokratından aydınına herkesin üzerinde durduğu bir konu olmuştur bu. Bazen sorun olarak konulmuştur değişim, bazen çözüm olarak teklif edilmiştir. Sorunlar, onların yanı başında da çözümler sıralanmış durmuştur. Tanzimat da, Meşrutiyet ve Cumhuriyet de adeta bu adına değişim denilen uzun ve dolambaçlı yolun virajları olmuştur. Bu yolda kurallar değişmiştir; kurumlar, kanunlar, âdetler, kültürler değişmiştir. Hiç kuşku yok ki kanunları değiştirmek çok kolaydır; onun kadar olmasa da rejimleri değiştirmek de kolaydır. Akşamdan sabaha bir ülkenin, yeni kanunların olduğu farklı bir rejime uyanması pekâlâ mümkündür. Amma velakin toplumları akşamdan sabaha değiştirmek, dönüştürmek mümkün değildir. Bu çerçevede Cumhuriyet ilan edilmeden önceki toplumla, edildikten sonraki toplum aynı toplumdur. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, toplumsal ve kültürel değişim siyasal ve hukuksal değişimle kıyaslandığında çok yavaş seyreder.
Diğer süreçlerden farklı olarak toplumsal değişim sürecine yapılan müdahaleler, ister yavaşlatmak isterse hızlandırmak şeklinde olsun, birçok problemi beraberinde getirir. Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunun özü de burada yatar. Cumhuriyet’le birlikte zoraki gerçekleştirilmek istenen toplumsal değişim projesi bir ölçüde başarılı olmuştur. Fakat modern zamanların bir karakteristiği olarak toplumsal değişmenin hızı artmış; Türk toplumu da bundan nasibini almış ve dünyadaki değişmelere kayıtsız kalmamıştır. Bu noktada, bu sürece bir katkıyı siyasal değişme sağlamışsa, diğer bir katkıyı toplumun dinamik yapısı sunmuştur. Sonuçta 50’ler 40’larla, 80’ler 70’lerle kıyaslandığında önemli değişikliklerin yaşandığı, 90’lardan 2000’lere dönüldüğünde ise bu değişikliklerin ete kemiğe bürünmüş biçimlerinin ortaya çıktığı görülmüştür.
Bu elli küsur yıllık süreçte ortaya çıkan değişimin ana karakterini, taşradan/çevreden yahut orta altı sınıflardan gelen kitlelerin sistem/merkez içinde kendilerine yer açmaları teşkil eder. Farklılıklar paranteze alınarak bakıldığında bu mücadelenin iki görünen yüzünün olduğu açıktır. Bunlardan birincisi, bu kitlelerin öncelikle zayıf yanları olan iktisadi güç elde etme uğraşısıdır. Daha çok toprağa bağlı ve para, dolayısıyla zenginlik yaratmayan bir yapıdan ticaret ve sanayiye dayalı ve zenginlik yaratan bir yapıya geçişin hikayesidir bu yüz. Bu, yaygın deyimiyle Anadolu sermayesine tekabül eder. Ancak Anadolu sermayesi ifadesi eksik bir ifadedir. Zira Anadolu’da meydana gelen zenginleşme, yine paralel olarak büyük şehirlere ve tabii ki İstanbul’a akan Anadolulu sermayeden ayrı değerlendirilemez. Bu kitlenin artık ikinci kuşağı devreye girmiştir ve kendi geleneğini de oluşturma noktasındadır. İkincisi ise, yine aynı kitlenin siyasal ve sosyal güç elde etme çabasıdır. Bunun yolunun eğitimden geçtiğini görmüşler ve her türlü yokluk ve yoksunluğa rağmen bu konuda da önemli mesafe almışlardır. Sonuçta bürokraside önemli kadro ve kademeler bu kimseler tarafından doldurulmaya başlanmıştır.
Yukarıda zikredilen ve bir madalyonun iki yüzü gibi duran bu tablo, öyle birilerinin yaptığı gibi karikatürize edilecek, ironik bir yaklaşımla geçiştirilecek bir tablo değildir. Aksine son derece reeldir ve bu yüzden de ciddiye alınması gerekir. Bu insanlar Anadolu’nun en ücra köşelerinden gelmiş, büyük şehirlerde on yıllarını olağanüstü kötü şartlarda geçirmiş ve bir süre sonra iktisadi refahı yakalamıştır. Tarih bize birçok örneğinde gösterir ki bir kere bu refahı yakalayan kitleler kolay kolay bu konforlarından feragat etmezler. Erzurum’dan, Tokat’tan, Sivas’tan, Malatya’dan, Siirt’ten, Mardin’den vs. gelen bu insanların tekrar memleketlerine dönmeleri olsa olsa turistik amaçlı olacaktır. Hiçbir güç onları yeni hayat tarzlarından geriye doğru itemez. Aynı şekilde Anadolu’da palazlanan bu yeni sermayedar sınıf da ulaştıkları yaşam standartlarından vazgeçmezler. Bu tablonun bürokratik kadrolarda yer alanlar açısından izdüşümü de benzerdir. Onlar da sosyal statülerinden ve siyasal güçlerinden feragat etmeyeceklerdir. Aksine güçlerini daha da artırmak isteyecekler, hatta güç birlikleri oluşturacaklardır.
İşte sorun da tam burada düğümlenmektedir. Yahut başka bir ifadeyle zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Türkiye’de güç tekelini ellerinde bulunduranlar bu gücü paylaşmak isteyecekler mi, istemeyecekler mi? Yakıcı soru budur. Eğer gerek dış dünya gerekse ülke içinde olup bitenler iyi gözlenir ve tahlil edilirse, yani toplumsal değişme iyi okunabilirse, bu güç paylaşımının kaçınılmaz olduğu gerçeği açıkça görülecektir. Bu ise ülke gerçeğidir. Ülke gerçeğinden kaçmak aslında oyunu farklı oynamak anlamına gelecektir. Aklın yolu ise oyunu farklı oynamak değil, ülke gerçeğiyle yüzleşmek olmalıdır. Zira birincisi bütün toplumu içine alacak bir çatışma sürecini başlatacakken, ikincisi toplumsal bir uzlaşma sağlayarak herkesin yararına olacaktır.
Türkiye’nin kaderinde söz sahibi olanlar bu toplumun kalbinin nerede attığını iyi gözlemlemelidir. Bu gözlem toplumun sahici temsilini yansıtmayan muhitlerden bakılarak yapılamaz, yapılmamalıdır. Şehrin merkezinden değil kenarından, Suadiye’ye değil İkitelli’ye bakılarak yapılmalıdır. Bir atölyede plastik kap üreten, sattığını satan, satamadığı için Asya’dan Afrika’ya kadar gezip pazar arayan ve bulan esnafa ve tüccara bakarak yapılmalıdır bu gözlem; tabii bütün bu gayretlerin sene sonu geldiğinde adına ihracat denilen yüz milyarlarca dolara tekabül ettiğini de ihmal etmeyerek. Ve yine aynı masada yemek yiyen yöneten ve yönetilenin hiçbir yabancılaşma görüntüsü yaratmadan, hatta birinin diğerini kendisinden gördüğü bir tabloyu da ihmal etmeden… Son olarak bütün bu tahlilleri yaparken problemin salt siyasi, ideolojik, dinî değil toplumsal bir problem olduğu ve çözümlerin de buna göre üretilmesi gerektiği gerçeği de hep göz önünde bulundurularak...
Anlayış Dergisi Arşivi
Henüz yorum yapılmamış.