Özel / Analiz Haber
İbrahim Kalın: Bütün çoğulculuk söylemlerine rağmen Avrupa merkezli estetik hiyerarşi hâlâ devam ediyor
Follow @dusuncemektebi2
Edward Said’in Kültür ve Emperyalizm adlı kitabı, Oryantalizm’den sonraki başyapıtıdır. Said, entelektüel kariyerinin ana sorunu olan kültür ve kimlik oluşumunu modern imparatorlukla olan ilişkisi açısından ele alır. Said’e göre emperyalizm, ‘coğrafî ve kültürel öteki’nin yaşadığı toprakların himaye altına alınmasını ifade eder. Emperyalist himaye, askerî ve ekonomik işgal de dâhil olmak üzere bir dizi karmaşık ilişki ağlarının, felsefî kurguların ve estetik algıların bütününü ifade eder. İmparatorluktan ve emperyalizmden bahsetmek, bu ağların ürettiği algılama biçimlerinden bahsetmek demektir.
SAÄ°D’i okumak, her zaman Said’in kitaplarını okumaktan fazla bir ÅŸeydir. Onu okumak, fikir çilesi çeken bir aydının iç dünyasına girmek; öfkesine, tecessüsüne, kavgacı ruhuna tanıklık etmektir. Said, vefatından birkaç yıl önce yayınladığı otobiyografisine “Out of Place” adını vermiÅŸti. Said gibi kendini iki dünya, yani Ä°slam dünyasıyla Batı arasında bir yerlerde gören bir aydın için yerinde bir ifade bu. Bu ‘yerinden edilmiÅŸlik hali’, kısmen yersiz-yurtsuz olmayı, kısmen sabitesi olmayan bir eksende yaÅŸamayı ifade ediyor. Said, kendini Ä°slam dünyasına ait hissetmeyecek kadar seküler, Batı’ya ait hissetmeyecek kadar DoÄŸulu bir aydındı. Bu iki(li) varlık alanının yarattığı gerilim, onu zihnen ve kalben besleyen bir kaynaktı.
Said’in hem Oryantalizm hem de Kültür ve Emperyalizm’de benimsediÄŸi seküler tarih anlayışı, her ÅŸeyin insanların elleriyle yapıp-ettikleri ÅŸeyler olduÄŸu fikrine dayanır. Buna göre tarih, insanların içinde yaÅŸadıkları ÅŸartlara dürüstçe ya da ahlaksızca cevap vermeleriyle teÅŸekkül eder. Bu tarih, “iyinin ve kötünün ötesinde” cereyan eden iktidar mücadelesinin sahnesidir. Seküler tarihin üstünde ve ötesinde deÄŸiÅŸmeyen mutlaklar yoktur. Said, Oryantalizmin arkeolojisini çıkartırken, modern Batı’nın kendi başına bir mutlak olamayacağı inancından hareket ediyordu. Batı’nın ürettiÄŸi DoÄŸulu, Müslüman, Hintli, Güney Amerikalı, Afrikalı tasavvurunu eleÅŸtirirken de aynı düÅŸünme tarzının imkânlarından faydalanıyordu.
Said’in benimsediÄŸi bu seküler tarih telakkisiyle tarihselcilik arasındaki yakın iliÅŸkiyi görmek zor deÄŸil. EÄŸer tarih sadece insanların yapıp-etmelerinden ibaretse, o zaman onun kendi kendine atıfta bulunan (self-referential) bir olgu olduÄŸunu ve bir kapalı-sistem modeli önerdiÄŸini de teslim etmemiz gerekir. Bu ise bize her tarihi, tarihselleÅŸtirme ve rölativize etme imkânı verir. Modern sosyal bilimler, Batılı olmayan toplumların tarih ve kültürlerini bu ÅŸekilde okudular ve Batı dışındaki bütün tarihleri historize ve rölativize ettiler. Fakat garip olan ÅŸu ki, aynı bakış açısıyla Hint metafiziÄŸi yahut Ä°slam kelamı birtakım tarihî ÅŸartların ürünü olarak sunulurken, Descartes’in cogito’su yahut Kant’ın transandantal analitiÄŸi, insan zihninin aslî ve evrensel, tarih-üstü iÅŸleyiÅŸinin bir ifadesi olarak görüldü.
Sömürge Aydınları KonuÅŸunca
Said’in seküler tarih okumasının Batı(cı) aydınları en rahatsız eden tarafı, onun emperyalizm karşıtlığı yahut açıkça Ä°slam dünyacılığı yapması deÄŸil, Batı tarihini radikal bir tarihselci ve seküler okumaya tâbi tutması. Said’in ‘yerinden edilmiÅŸlik hali’, yani iki denizin birleÅŸtiÄŸi yerde durması ve kendini hep araftakiler arasında görmesi, onun projesine ayrı bir derinlik ve rahatsızlık unsuru katıyor. Çünkü Said, Oryantalizm’i sadece Filistinli, Koreli, Pakistanlı ya da Amerikalı bir düÅŸünür olarak kaleme alsaydı, aynı etkiye sahip olmayacaktı. Said’in hikâyesi, bütün sömürge edilmiÅŸ aydınların hikâyesini anlatıyor.
Said’e göre (klasik) imparatorluk sonrası dönemin en rahatsız edici tarafı, sömürge edilmiÅŸ insanların inatla hep sahneye çıkması, hesap sormaya çalışması. SömürgeleÅŸtirilmiÅŸ toplumların aydınları, oyunun bitmediÄŸini ve adaletin tahakkuk etmediÄŸini söylüyorlar. “Olan oldu; ÅŸimdi geleceÄŸe bakalım” demek, yani ‘barış, huzur, bir arada yaÅŸama’ çaÄŸrısında bulunmak zayıfların deÄŸil, güçlülerin elini güçlendiren bir argüman. Sömürge toplumlarının psikolojik travması dışında kaybedecek hiçbir ÅŸeylerinin olmamasından, dünya düzeninin efendilerinin kaygısı ise, kaybedecek çok ÅŸeylerinin olmasından kaynaklanıyor.
Her halükârda Batılı olmayan aydınlar, kendilerini temsil etme hakkının kendilerine ait olduÄŸu inancını artık açıkça dile getiriyorlar. Dahası, bunu kayda deÄŸer bir baÅŸarı ve istikrar ile yapacak araçlara sahipler. Bugün artık teröre de kapı aralayan bu gerginlik hattı, kimin kim hakkında söz sahibi olduÄŸu çatışmasından kaynaklanıyor. Bunun canlı örneklerinden birini Ali Mazrui’nin “Afrikalılar” adlı film ve kitap çalışmasında gördük. BBC için yapılan film, Amerika’da gösterildiÄŸinde bazı çevreleri rahatsız etti. Karşı kampanya, Ali Mazrui’nin (Afrikalı ve Müslüman olduÄŸu için) tarafsız olamayacağı teziyle baÅŸladı ve bu tür çalışmaların desteklenmemesi gerektiÄŸine kadar vardı. “Afrikalılar”ın, bir sorun haline gelmesinin basit bir sebebi var: Afrika’nın kendi sesiyle konuÅŸmak istemesi.
Said Kültür ve Emperyalizm boyunca, bu seslerin imparatorluk kültürü içerisinde nasıl bastırıldığının serencamını anlatır. Ona göre imparatorluk dediÄŸimiz maddî, fizikî, coÄŸrafî ve siyasî yapıdan önce, “imparatorluk fikri” vardır. Birilerinin önce bu fikre inanması gerekir. Bu inancı tesis etmek, sanıldığının aksine güç kullanmak, real-politik yapmak, zengin olmak yahut ordular yığmak yoluyla deÄŸil, bir imparatorluk kültürü tahayyül ve ihdas etmekle mümkün. Said’e göre imparatorluk, harita üzerinde sınırlar çizmeden önce insanlar arasında sınırlar çizer, yüksek kültür üretir, farklı kiÅŸilikler inÅŸa eder, farklı ahlakî ve zihnî modeller kurgular. Ä°ngiliz imparatorluÄŸu Hint alt kıtasından çekildiÄŸi gün deÄŸil, bir Ä°ngilizin bir Hindistanlıdan daha üstün olduÄŸuna dair inancını yitirdiÄŸi gün yıkılmıştır.
Ä°mparatorluk Bir Mefkûredir!
Bu yüzden Said’e göre imparatorluk bir inanç ve kültür iÅŸidir. Beyaz efendilerine teslim olmuÅŸ sömürge aydını, kendini bu imparatorluk kültürünün bir parçası görür. Bu kültür alanının dışına çıktığında kimliksiz, kiÅŸiliksiz önemsiz bir varlık olduÄŸunu düÅŸünür. Modern imparatorluk kültürü, ona bu inancı öylesine aşılar ki onun artık tarihin gerçek yapıcıları olarak Voltaire, Gibbon, Rhodes, Napoleon’dan baÅŸkasını görmesi mümkün deÄŸildir. Malcolm X’in “ev zencisi” dediÄŸi sömürge aydını, efendisinin evinde köledir ama imtiyazlı bir köledir. Evden dışarı çıktığında “tarla zencisi”nden üstün olduÄŸunu bilir. Tarlada çalışan zencilere emir vermek, onlardan farklı olduÄŸunu göstermek, ona “imparatorluk kültürü”nün saÄŸladığı bir imkândır. Onu kaybetmemek için her ÅŸeyi yapmaya hazırdır.
Said’in eserlerinden sık sık eleÅŸtirdiÄŸi Nobel edebiyat ödüllü V. J. Naipaul’un yapıtlarına bu gözle bakınca, sorunun basit bir kentli-köylü meselesi olmadığını görüyoruz. Naipaul, çağımızın “ev zencisi aydını”dır. Onun kendi ülkesi olan Hindistan’a yahut Müslümanlara karşı duyduÄŸu ırkçılık düzeyindeki nefret, Avrupa’da yaÅŸayan küstah bir aydının sorumsuz fantezilerinden öte bir anlama sahip. Naipaul’un sorunu, kendini imparatorluk kültürü dışında hiçbir yerde rahat hissedememesi.
Said’e göre imparatorluk kültürünün sofistike yapısını hiçbir yazın türü (modern) roman kadar iyi yansıtamaz. Her ÅŸeyden önce roman, kendi tarihselliÄŸini itiraf etmek istemeyen bir seküler kurgudur. Modern imparatorluÄŸun bütün ayrıntıları, kaygıları, ihtiÅŸam ve sefaleti, zorbalıkları, fantezileri, zeka ve aptallıkları 19 ve 20. yüzyıl romanlarında ete kemiÄŸe bürünür. Conrad’ın Karanlığın Kalbinde’si, Flaubert’in Madam Bovary’si, Austen’in ManÅŸfield Parkı ya da Dickens’in Büyük Beklentiler’i, Atlantik’in iki yakasında yeÅŸeren yeni imparatorluk kültürünün kodlarını ele verir. Bu kültür evrenseldir. Romanların kahramanları, belli bir tarihte ve coÄŸrafyada yaÅŸar; ama aslında onlar birer ‘tip’tir. Ä°mparatorluk, sömürgeleÅŸtirdiÄŸi dünyaya bu ‘tip’ler aracılığıyla bakar. Evrensel olmak, bu tiplere yakınlaÅŸmak demektir.
Modern romanın bu evrensellik iddiası Said’e göre, Avrupa’nın kendine Katolik geleneÄŸinin dışında yeni bir ‘ekümenik’ kimlik bulma çabasının bir sonucudur. Mukayeseli edebiyat, bir yönüyle seküler, bir yönüyle ulusalcı bir programdır; çünkü Katolik evrenselliÄŸi yeni bir evrensellik tanımı ile tebdil etmeye çalışırken, aynı zamanda her Avrupa ülkesinin kendi edebiyatını yapılacak mukayeselerin merkezine koymasını saÄŸlar. 19. yüzyılın Weltlitteratür’ü, aynı anda Alman, Fransız, Ä°spanyol edebiyatıdır. Yani Avrupa edebiyatıdır. Zaten Avrupa’nın epistemik hiyerarÅŸisi, baÅŸka kültür ve edebiyatlara ancak bir mukayese unsuru olarak bakılmasına izin verebilirdi. Said’e göre bütün çoÄŸulculuk söylemlerine raÄŸmen Avrupa merkezli estetik hiyerarÅŸi hâlâ devam ediyor.
Emperyalizme karşı olmak, bir sorumluluk iÅŸidir. Çünkü kimsenin yanaÅŸmak istemediÄŸi çileli bir fikir yolculuÄŸuna çıkartılmış bir davettir.
Henüz yorum yapılmamış.