Sosyal Medya

Alev Alatlı: Damadım, bahse konu şirketin yani Türk Telekom’un hiçbir zaman genel müdürü olmadı!

Yazar Alev Alatlı, toplam 11 cildi bulacak ‘Nasihatnameler’in ilk iki cildi ‘Fesüphallah’ ve ‘Hafazanallah’ ile okurunun karşısına çıktı. Tarihin derinliklerine inerek Batı eleştirisi yapan yazara Shakespeare tartışmasını, damadını genel müdür yaptığı iddialarını, iktidara yakın durduğu için kendisine yöneltilen eleştirileri sordum. “İnsan mürekkep yalamış olduklarını varsaydığı insanların bu denli küçüldüklerini görmek istemiyor” diyen Alatlı anlatıyor: “Neden Latife Tekin değil de Orhan Pamuk Nobel aldı”, “Türkiye hangi dönemini yaşıyor”, “Bozlağı uzun havadan ayıramayan neden tarihçi olmaz?”



Bir televizyon programında “İyi ki okumadık, eğer okumuş olsaydık, kargadan başka kuş, Shakespeare’den başka yazar tanımayacaktık” dediniz, ortalık yıkıldı. Bu sözlerinizden sonra George Orwell, Virginia Woolf gibi İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından oluşan listeler yayımlandı. Öncelikle; doğru anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?
 
Kulakları çınlasın, Necef Uğurlu zamanında bana “Alev’ciğim televizyonda iki şey yapmayacaksın. Biri ironi, diğeri espri” demişti. “Neden” diye sormuş, “Anlamazlar çocuğum, sahi zannederler” cevabını almıştım. Diyeceğim, “iyi ki okumadık “sözünün ironi olduğu o kadar açık ki! Hele de bencileyin, okumaya bu kadar ittiren birinin böyle söylemeyeceği bilinmez mi? Yanlış anlaşılmak da değil, eblehlik görüyorum. Anlatıyorum; “Shakespeare İngiliz edebiyatının mihenk taşıdır” diyorum. Batı edebiyatının zirveleri ondan türer diyorum. Shakespeare 1564, Orwell 1903 doğumlu. Aralarında 400 yıl var Allah aşkınıza. Nasıl aynı kefeye koyarsınız? “Englishness” yani “İngilizlik” denilen kimliği yerleştiren Shakespeare’dir. Globe denilen tiyatro adası, o günlerin Hollywood’udur. Game of Thrones’un orijini Shakespeare’dir. Bizim hiç bilmediğimiz bir devamlılık vardır. Bu konuyu kapatalım, çünkü gerçekten hüzün veriyor. Mürekkep yalamış biriyseniz, bir durur, bakarsınız. Atar ergenliğin alemi yoktur.
 
Tüm bu tepkiler size sosyal medya kullanıcılarıyla ilgili ne söylüyor?
Ben sosyal medyayla ilişkili biri değilim, efendim. Hakaretleri hep ikinci, üçüncü elden, beni seven insanların tepkilerinden öğreniyorum.  Sosyal medyayla ilgili ne düşündüğüme gelince; beni Türk toplumuna dair ürküten ne varsa sosyal medyada da onu görüyorum: Paçozluk… Ciddi bir muhakeme, düşünce kaybı. Türk dilinin sığlaşması… Bununla birlikte edep yoksunluğu. Edep deyince hemen yine muhafazakâr edeple sınırlandırmayalım. Etik, edep, insan ilişkilerinin kaçınılmaz normlarındaki kayıp. Sokakta karısını döven adamla bana uluorta hakaret eden adamın tavrı arasında bir fark yoktur.
 
Eleştiriye kapalı değilsiniz yani…
 
Elbette değilim. Eleştiriye kapalı olmak bağnazlıktır, tutuculuktur. Asla istemeyeceğim, bir aydın olarak asla kabullenmeyeceğim “dediğim dediklik”tir. İlk kitabımı yazdığımdan beri boğuştuğum, karşı çıktığım aydın despotizmidir. Eleştiri ancak iddia edilen, savunulan konu üzerindense değerli olur. Örneğin, Haçlı Seferleri hakkında konuşuyoruzdur da siz bana “O öyle olmadı, böyle oldu” dediniz. Ben ya iddiamın arkasında durur, sizi belgelerle ikna etmeye çalışırım.  Ya da hata yaptığımı kabul edip, özür diler, geri çekilirim. Eleştiri ancak mantık kurallarını ihlâl etmiyorsa ciddiye alınır. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada rastladığımız ifadeler, eleştiri değil, “safsata”dır. “Ad hominem” dedikleri, esasa hiç girmeyen, sadece karşı tarafı karalamaya yönelik safsata türü. Yine bir örnek vereyim: meselâ ben size “Son yazdığınız yazı olmamış” desem, siz de bana “Nesi olmamış” diye sormak yerine, “Senin annen de deliydi zaten” diye cevap verseniz, bu ad hominem safsatadır. Türkiye’de de maalesef çok yaygındır.
 
İthal bir kavram olduğunu savunduğunuz ‘kutuplaşma’ yüzünden mi oluyor bütün bunlar?
 
Hayır, sanmıyorum. Körüklemiş, azdırmış olabilir ama ad hominem safsata hep vardı. Örneğin, Yassıada duruşmalarında rahmetli Menderes’in özel hayatına dair bir takım iddiaların devlet yönetimindeki basiretsizliğini kanıtlamak için kullanılmış olması düpedüz safsatadır. Keza, Ergenekon ve Balyoz’da örnekleri vardır. Ayıplı yargılamalardır. Diyeceğim, esasa girmeyen, sadece karşı tarafı karalamaya yönelik davranış biçimi “kutuplaşma” sözcüğü popüler olmadan da yaygındı. “Çıkar çatışması” safsatayı körükler, ancak “kutuplaşma” sözcüğünün eşanlamlısı değildir.  Nitekim bugün “kutup” zannettiğiniz, yarın “çıkar çatışması” sona erdiğinde ötekiyle ittifak yapar, şaşar kalırsınız.
 
Bize gelince, aynı bulgur pilâvına kaşık çalan insanlar olduğumuzu düşünürüm. Türkiye’deki gerilimin “kutuplaşma” lâfzından ziyade “çıkar çatışması” terimi ile tanımlanabileceği kanısındayım.
 
Kiminle kimin çıkar çatışması?
 
2000’den sonra sermaye görünür şekilde el değiştirdi. Deyin ki, AK Parti iktidarı çorbaya bir kepçe daldırdı ve karıştırdı. Bilirsiniz, yağ çorbanın üzerinde birikir, diğer malzeme dibe çöker. Vesayet döneminde çorbanın üstünden alıp yiyorduk. Silâhlı, silâhsız bürokratların, erguvanilerin damak tadı, alışkanlıkları üç aşağı beş yukarı benzerdi. Konuşma biçimleri, seçtikleri sözcükler benzerdi. Adabı muaşeret ortaktı. Örneğin, “merhaba” sözcüğü fevkalâde kaba sayılırdı. Büyüklere merhaba dediğim için annem tarafından “sen hangi dağda büyüdün” diye fena halde azarlandığımı bilirim. Şimdi hiç tanımadığım insanlardan bu yaşımda “Merhaba Alev” diye başlayan resmi mektup alabiliyorum. Diyeceğim, çorba karışınca, adap da onunla birlikte karıştı. Hakaret nedir, ne değildir üzerinde bile mutabakat sağlayamayabiliyoruz.
 
Çorba karışmamalı mıydı?
 
Çorba karışacaktı. Demokrasinin gereği olarak çoktan karışmalıydı. Dibindeki malzemeyi yok sayarak, sürgit üstünden tüketemezdik. Karıştığı zamanki sükûnete de hayranım, bırakın değişim sosyal medyadaki edepsizlikle sınırlı kalsın. Benzeri bir altüst oluş başka bir ülkede olsa millet birbirine girerdi. Biraz hoşgörü, çokça tahammülle atlattık sayılır. Hâlâ bir katmanın ötekini dışladığı durumlar yaşanmıyor değil ama korkutucu da değil.
 
İktidara yakın olduğunuz için böyle konuştuğunuzu, zaten damadınızın da bu sayede bir telekomünikasyon şirketinde genel müdür olduğunu iddia ettiler, cevap verecek misiniz?
 
La havle ve la kuvvete illa billah!..  Hayır hanımefendi, benim oğlum yani damadım, bahse konu şirketin yani Türk Telekom’un hiçbir zaman genel müdürü olmadı! Bir zahmet, interneti tuzluk gibi kullanmaktan vazgeçip, baksınlar kim kimdir. Ben, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü 2014’de aldım. Bu genç adam, 2010’dan itibaren Türk Telekom’un muhtelif birimlerinde çalışmaktaydı. Ondan evvel Anadolu Grubu’ndaydı, başka uluslararası kuruluşlarda da görev yaptı. Türkiye’nin en saygın okullarından, diller bilen, uzmanlığı, liyâkatı, ahlâkı ile alanının yüz akı bir genç adamdır. Kayınvalidesi üzerinden vurmaya kalkmak şerefsizliktir. Mamafih, ad hominem safsatanın kimseye hayr getirdiği de görülmüş değildir.  
 
Özellikle AK Parti iktidarıyla birlikte geçmişte kitaplarınızı da okuyan bir kesim tarafından istenmeyen kişi ilan edildiniz. Birikiminizden ziyade böyle anılmaktan rahatsız mısınız?
 
Rahatsız olmayacak kadar tarih sosyolojisi bilirim ama yazıklandığım doğru. İnsan mürekkep yalamış olduklarını varsaydığı insanların bu denli küçüldüklerini görmek istemiyor. “Filistinizm” bu ülkeye bu kadar kolay yerleşmemeli, kural olmamalıydı.  Filistinlilere ayıp olmasın diye “paçozlaşma” dediğim çöküşü bilirsiniz. Kabaca sanatı, güzelliği, maneviyatı, zekayı hatta bilimi küçümseyen, hor gören anti-entelektüel sosyal tavır olarak tarif edilir. Paçoz, kendisini başkalarından üstün gören bağnaz ve despottur. Diyeceğim, “her yasal hak helal değildir” sözü Emine Erdoğan’ı ağlattı, öyleyse Alatlı iktidar yalakası Ak Partilidir şeklinde argüman geliştireni mantığa giriş dersine bile almazlar, efendim.  Dediğim gibi, yazıklanırım ama alınmam.
 
Kitabınızı konuşalım. “Türkiye’nin kendine has bir kimliği vardır, batmaz, batarsa okyanuslar taşar. Türkiye’nin kıymetini bilin” diyorsunuz. Bilmiyor muyuz?
 
Bilmiyoruz. Osmanlı, Söğüt’te kurulduğundan itibaren farklı ve daha hayırhah bir alternatif dünya görüşünün müjdecisi gibidir. Türkiye, bugünkü hâkim Batı dünya görüşüne alternatif bir dünya görüşünün başını çekebilecek konumdadır.  Alternatif bir dünya görüşü derken, 1206 doğumlu Ahi şeyhi Edebali’nin talebesi ve damadı Osman Gazi'ye nasihatını hatırlayın. O nasihatın vazettiği dünya görüşünü değerlendirin. Haçlı Seferlerini azmettiren Papa’ların söylemleri ile kıyaslayın. Osmanlı’da kölelerin inşa ettiği ne bir saray,  ne bir yol, ne bir maden, ne de bir plantasyon olmadığını hatırlayın. Kölelerin canları pahasına teraküm ettirilmiş sermayenin inşa ettiği medeniyeti ulularken, Roma’da 100 bin kölenin kemikleri üzerine kurulu Colosseum’u yere göğe koyamazken, dünyada kendi payına düşene razı olanı, kul hakkını bugün bile gündemde tutanı hor görmek nasıl bir kıymet bilmezliktir takdir edersiniz. Biz cahildik, dünyayı bilmedik. Hala da cahiliz. Ama en büyük günah cahillik değil, kötülüktür.
 
Bunu neden söylediniz?
 
Ahir ömrümde cehaleti kötülüğe tercih ettiğimi hissediyorum, hanımefendi. Cahil, kötüye evrilebileceği gibi iyiliğe de evrilebilir diye düşünüyorum. Beni rencide eden maarif görmüş kötülük. Güzelim Mavi Gezegen yok oluyor ve neden olanlar başlarını alıp Mars’a gitmekten bahsediyorlar. Orayı da mahvetmek için. Mamafih, Mars’a yerleşim umudunun Amerikan derin devletinin başta kendi halkı olmak üzere mazlumları uyuşturmaya yönelik afyon olabileceğini de düşünmüyor değilim. Bize gelince, her şeyi bir kenara bırakın! Türkiye, sığınmacı kadıncağıza çelme atmayan gazetecilerin ülkesidir, en azından bunun için önemser, kıymeti bilinmelidir derim. Türkiye, Aylan bebeğe ağlamasını bilir, günlerce.  Gezegenin iyiliği için Türkiye’nin kıymeti bilinmelidir derim.
 
Bahsettiğiniz kötülük bize bulaşmadı mı demek istiyorsunuz?
 
Hakikat ile takat arasında bînamaz kaldığımız doğru. Dışarda oryantalistler, içerde Batılılaştırmacılar bizden adam olmayacağı hususunda mutabakat içindeymiş gibi duruyorlar. Lâkin, insanoğluna dair iki farklı görüş geliştirebilirsiniz. Fıtratının vahşi olduğunu varsayabilir, hayır ne münasebet vicdanlı ve barışçıldır diye de savunabilirsiniz. İnsanoğlunun fıtratının vahşi olduğuna dair elimizde yeterli veri yoktur.  Çocuğunuzu, “güzel kızım, iyi kızım” diye de şartlandırabilirsiniz, “şöylesin, böylesin” diye kendinizce en olumsuz hasletlerini önceleyerek de şartlandırabilirsiniz. İttirip, kaktırıp, yerin dibine soktuğunuz çocuk, sonunda sizin öngördüğünüz kalıba girecektir. Diğerinin girmeme şansı daha yüksek olur. O yüzden Türkiye’yi o ittirip, kaktırdığınız çocuk yapmayın diyorum. Kime kırk kez deli derseniz, deli olur. Ya da tersi.
 
“Yüzümüzü Batı’ya dönmeliyiz” sözünün sizin için anlamı ne?
 
Hiçbir şey yüzde 100 iyi ya da yüzde 100 kötü değildir. Batı da yekpare değildir. Oryantalizmden bu kadar şikâyet ederiz ama oksidentalist de olmanın anlamı yoktur. “Batılı” dediğimiz moderniteden kaynaklanan düşünce biçimi günümüzde yerleşiktir. Ancak modernist düşünce biçimini Afrika’da da bulursunuz, Kamçatka’da da, Türkiye’de de… Dolayısıyla Batı’yla ilgili toptancı bir reddedişten bahsetmiyorum. Nasihatname bir yapı sökümü temrinidir. Sükunetle bakalım, neyin ne olduğunu, kök nedenlerini ortaya koyalım. Kendi kafamızla düşünelim diyorum. Önümüze konulanı ne yemek zorundayız, ne de toptan reddetmek. Hele de öğrenmeyi, sorgulamayı, eleştirmeyi onlardan öğrenmiş olan benim gibi birinin toptan reddetmesi hamakat olur. Bilin artık diyorum, öğrenin. Kiminle dans ettiğinizi kendi iyiliğiniz için bilin, lütfen…
 
BEĞENMEDİĞİNDE TANKI ÇIKARAMAZSIN!
 
“28 Şubat’ta 15 Temmuz’da esefle izlediğimiz cinnetin, yabancılaşmanın kişinin kendi toplumu için kendi kafasıyla düşünemez olmasıyla yakın ilgisini ıskalamayın” diyorsunuz. Bu yakın ilgiyi açar mısınız?
 
28 Şubat’ta kalkıp kendi halkınızın derinden düşkün olduğu anlaşılan bir pratiğini yok sayma ve yasaklamaya gidiyorsunuz. Şimdi bu halk sizin mi, değil mi? Sizin insanınız ise, bu yabancılaşma nesi? 15 Temmuz’da da aynı şey değil mi? İnsanlar, siz beğenin beğenmeyin AK Parti’ye yıllarca oy vermişler. Bir zihniyet düşünün ki, beğenmediğini tankla tüfekle ortadan kaldırmaya soyunur. Bu da yabancılaşma değil mi? İnsan mensup olduğu kitlenin duyarlılıklarına nasıl bu denli bigâne kalabilir mi? 15 Temmuz gecesi başarı sağlasalardı, direnişin ikinci, üçüncü dalgası mutlaka olacaktı. Niyet anlatıldığı gibi Fethullah Gülen’in Humeynivari bir gösteriyle Türkiye’ye avdet etmesi idiyse, beni nasıl ezip geçecekti, sizi nasıl ezip geçecekti? Asla boyun eğmeyeceğimiz açık değil mi? Bu kadar yabancılaşılır mı?  Bu toplum, her Cuma, “Böbürlenme padişahım senden büyük Allah var” diyen toplumdur. Ve o padişah Cuma namazına gider. Türkiye’nin kıymetini bilin derken bunu da söylüyorum. Bir kral gösterin ki bana böylesi bir uyarıyı içine sindirebilsin! Kıyamet kopardı ve koptu. Bakın, Türkiye toplumunun başı sonu “adalet” duygusudur. Hak ettiğini düşündüğünden fazlasına tamah etmez. “Günahtır, haksızlıktır” duygusunu kaybetmemiş olmamızı önemserim. Çok kıymetli olduğunu düşünürüm. Onun için diyorum, şu yıpranmış haliyle bile bizim medeniyetimiz hakim olsaydı bu gezegen kurtulurdu.
 
Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar kıymetli bir edimdir” diyorsunuz…
 
Doğru. Son tahlilde tarih yazımını kazananlar yapar. Tarih kazananların serüvenidir. Dahası, tarih dediğiniz yazarının sonsuz dökümanlardan seçtiği olaylardan oluşturulur. Hangi tarih Afrika’nın melalini anlatır? Niye öyle kuzu kuzu geldiler, köle oldular Afrikalılar? Daha üstün silâhlar eyvallah, ama yetmez.  Bantu halklarının inancı olan Ubuntu’yu bilmezseniz, yorumlayamazsınız. Tarih kitapları olayları yandaş oldukları ideolojiler doğrultusunda yorumlarlar. Bu nedenledir ki, göğe koyamadığı George Washington’ın 700 köle sahibi bir toprak ağası olduğu söylenmez.
 
Tarih kitapları yazmıyorsa siz nereden biliyorsunuz?
 
Belgeler vardır, hakikatın peşine düşerseniz bulursunuz. Gelin görün, düzenden beslenen tarihçi, netameli belgeyi kitabına almayacak, işinizi zorlaştıracaktır. Bambaşka bir tarih düzenlendiği bile olur. Nasihatnamede örneklerini göreceksiniz. Bu yüzden tarih tarihçilere bırakılamaz. Yeri gelmişken, bence bozlağı uzun havadan ayıramayandan Türk tarihçisi olmaz. Zira türküler halkın önemsediği bir olayın ya da acının belgeleridir, resmi arşivler yetmez..  
 
Georgetown Üniversitesi, Oxford ve Cambridge’te verilen eğitime mim koyuyorsunuz… Niye?
 
Çünkü Shakespeare gibi bunlar da Batı kodlarının kararlaştırıldığı, revize edildiği ve yayıldığı okullardır. Batı dünyasının perçinlendiği kurumlar bu okullardır. Bu bakımdan mim koyun diyorum, kitap içinde de göreceksiniz Anglo-Amerikan tarihinde iz bırakmış herkes bu okullar çıkışlıdır.
 
ŞEHİRLER SİYASETİN CİSMANİLEŞMESİDİR
 
“Büyük, daha büyük, en büyük tutkusu Avrupa’nın bugün hayran olduğumuz hemen tüm şehirlerine sirayet eder” diyorsunuz. Görkem sizi ürkütüyor. Bizde de yok mu bu en büyük tutkusu? Külliye’nin ve Çamlıca Camii’nin tartışıldığı düşünülürse…
 
Ne kadar masum olduğumuzu görün, 2019’da daha yeni “Aman ha” demeye başladık. Şehirler siyasetin cismanileşmesidir. Yani, bakarsınız bir zamanlar Katedraller en büyüktür. Sonra saraylar onları geçer. Sonra tüccarların evleri… Görkem, iktidar, kendini beğenmişlik, kibir binalara siner… Bir toplumun hangi dönemini yaşadığını görürsünüz şehirlerde…
 
Bugün bizim şehirlerimize baktığınızda gördüğünüz…
 
Öykünmeler var ama çabuk geri basacak Türkiye. Bastı bile… Gökdelenlerin savunulamıyor olması, bunu düşündürtüyor. 2014’te bana ödül lütfedildiğinde orada ettiğim “Her yasal hak helal değildir” sözüne verdiğim örnek İstanbul’daki yüksek binalardı. Siz herhangi bir belediye ya da hükümetten imar izni alabilir, 99 katlı bina çıkabilirsiniz. Ama helal midir? Hayır, değildir! Amelinizin mahlûkata  kediye, kuşa, börtü böceğe zarar vermemesi gerekir.
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.