Sosyal Medya

Önemli Şahsiyetler

Gayrimüslim bir İslam Hukukçusu: Sava Paşa

Sava Paşa. İmparatorluğun en buhranlı döneminde vazifesini hakkıyla yerine getirmiş bir Osmanlı bürokratı. Doktorluk macerasından Mekteb-i Mülkiye müdürlüğüne, Girit valiliğinden Hâriciye nâzırlığına uzanan bir görev skalası. Osmanlı’nın “en uzun yüzyıl”ında yaşamış, ama hakkında pek az çalışılmış olan bu vatansever isim kısa da olsa ele alınmaya çalışılacak.



Tabiplikten Bürokratlığa
 
Rum kökenli Ioannis Savvas (Yani Sava) 1832’de doğdu. Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduktan sonra tabip olarak işe başladı. Derken ilk resmi vazifesini ifa etmek üzere Girit’e gönderildi. O vakitlerde Yunanistan, başıbozukları destekleyerek Girit’te bir ihtilal havası estirmeye çabalıyordu. Sava Efendi böylesi bir girişim sonucu zarar gören halka yardım amacıyla vazifelendirilmişti. Orada din ayırt etmeksizin herkese yardım etti. Hatta konaklardan birisini kiralayıp onu bir hastaneye çevirdi. Girit, Sava Efendi için hem bir başlangıç hem de bir son durak olacaktı.
 
Gösterdiği üstün performans merkez tarafından takdirle karşılandı. Bunun üzerine beylerbeyi payesiyle 1867’de İsfakiye mutasarrıflığına atandı. Mutasarrıflık bir nevi küçük valilik gibiydi. Böylece bürokrasiye girmiş oldu. Paşa gayrimüslimdi ama o gün itibarıyla bu, garipsenecek bir durum değildi. Devletin bekası için çabalayan Hıristiyan bir Osmanlı bürokratıydı.
 
İsfakiye’nin ıslahı için çalışıp çabaladı, bayındırlık işleriyle ilgilendi. Burada yaptıkları hem halkı hem de başkenti pek memnun etti. Bunun üzerine ikinci rütbe mecidiye nişanına layık görüldü. O yıl bir göz hastalığına yakalandı ve tedavi için adayı terk etti. Fakat hastalık sonrasında yeni görev yeri yine Girit’ti. Bu sefer Sultaniye’ye atandı. Buradaki vazifesinde de “sâdıkâne ve rü’yetmendâne hareketle ibrâz-ı hizmet” etmiş olması hasebiyle bir kez daha ikinci rütbeden bir kıta nişan ile ödüllendirildi.
 
Eğitimden Valiliğe
 
Sultaniye mutasarrıflığının ardından 7 Mayıs 1874’te Mekteb-i Sultani müdürlüğüne atandı. Devlete bürokrat yetiştiren bu kurumda stratejik kararlara imza attı. Evvelden açık konferanslar şeklinde olan dersler için yoklama ve sınavlara riayet edilen, daha sıkı bir denetimin olduğu bir düzen getirdi. Okulda dar çerçevedeki dersleri kaldırıp bir müstakil ilimler fakültesi, bir edebiyat fakültesi ve bir de hukuk fakültesi kurdu. Ona göre hukuk mektebi memleketin geleceği için ayrıca önemliydi çünkü -kendi ifadeleriyle-“Avrupa’nın birçok ülkesinde tahsile giden talebeler döndüklerinde Türkçeyi ve ilm-i fıkhı bilemediklerinden mahkemelerde ve diğer hizmetlerde istihdam edilememekte”ydi. İşte bu okul, bir yerlileştirme fabrikası gibi bu gençleri kirlerden arındırmaktaydı, aksi takdirde “tahsil esnasında kazandıkları kötü fikirlerle de devlete ve millete zararları dokunmakta” idiler. Mektebin amacı, en nihayetinde, “bu talebelerin ayağını ecnebi memleketlerinden kesmek”ti. Bu süreçte Dârülfünûn-ı Sultânî gibi bir üniversite kurulması için de çabalamış, ama patlayan 93 harbi nedeniyle hevesi kursağında kalmıştı.
 
Devlet bir yandan dış sorunlarla karşılaşırken içeride de hummalı bir şekilde anayasa görüşmeleri sürdürülüyordu. Sava Efendi de kendini bir anda Kânûn-ı Esâsî’nin hazırlık sürecinde buldu. Anayasanın yazılmasından sorumlu kişilerden birisiydi. Kânûn-ı Esâsî ilanından sonra 7 Şubat 1877’te Cezâyir-i Bahr-i Sefîd valiliğine –vezir rütbesiyle- atandı. Artık o Sava Paşa’ydı.
 
Yeni görev yeri, bugünkü Ege adaları ve Kıbrıs’tan oluşan bölgeydi. Burası, Yunanistan’ın gölgesinin düştüğü bir yerdi. Atina, nüfus dengesini değiştirmeye çabalıyordu. Ona göre konsoloslar “Yunan pasaportu fabrikası” gibi çalışıyordu. Paşa bunun sebebinin hukuki boşluk ve devletin yeteri kadar olaya eğilmemesi olduğunu merkeze iletti ve önerdiği birkaç ismin atamasını istedi. Halkın yerel dille devlete dilekçe yazmaları konusunda girişimlerde bulundu. Yaklaşık bir buçuk yıl süren başarılı idaresinden sonra tekrar başkentte daha yüksek bir rütbe ile vazifelendirildi.
 
Eyaletten Başkente
 
1878’de bayındırlık işlerinden mesul Nâfia Nâzırı olarak atandı. Yine bu süreçte vekaleten Hâriciye Nâzırı (bugünün Dışişleri Bakanı) ve Hâriciye Müsteşarı olarak görev aldı. 93 Harbi sonucunda imzalanan şartları çok ağır Ayastefanos Antlaşması’nın iptali sürecinde ve Yunanistan’la çıkan sınır problemlerinde diplomatik görüşmeleri yürüttü. Başarılarından dolayı 1879’da Hâriciye Nâzırı oldu. Devlet teamülleri gereği Hâriciye Nezareti o tarihlere kadar Hıristiyan memurlara emanet edilmemişti fakat II. Abdülhamid bu konvansiyonu kırarak evvela Karatodori Paşa’ya, akabinde de Sava Paşa’ya bu görevi verdi. Paşa, göreve gelir gelmez, Berlin Antlaşması sonrası çıkan ihtilafları çözmeye çalıştı. Bu vazifesi sona erince birinci rütbeden Osmânî nişânını layık görüldü ve kısa bir Nâfia komisyonu görevinin ardından Girit valisi olarak atandı.
 
Haziran 1885’te Girit Valiliği’ne atanan Sava Paşa, kendi ifadesiyle ihtilalin eşiğinde bir yerle karşılaşmıştı. Girit, İstanbul ile Atina arasına sıkışıp kalmış bir Osmanlı adasıydı. O günlerde Atina adeta Girit’e salladığı ipleri kavrayıp onu Yunan sınırlarının içine doğru çekmeye çalışıyordu. Paşa da bunun farkındaydı ve engellemek için elinden geleni yapıyordu. Yunanistan’ın kırsal bölgelerde çıkartmaya çalıştığı karışıklığı engellemek için çabalıyordu. Ona göre bölge ahalisi isyana meyyal değildi, ama fitne peşinde olan Atina destekli “bedhâhâ” büyük bir şevkle bu amaca hizmet ediyordu.
 
Adaya yaptığı genel teftiş gezileri sonunda uzun raporlar kaleme alarak durum tahlili yaptı. Gerekli adımlar için merkezden izin istedi. Paşaya göre asıl tehdit Yunanistan’dı. Bu noktada Atina’nın iyi niyetine asla inanmadığını söylüyor, Balkanlardaki Slavlarla sorunlarını halleder halletmez Osmanlı’ya karşı harekete geçeceğini öngörüyordu (Nitekim Balkan Savaşında da öyle olacaktı). Adanın güvenliğinin temini ise huzurun kaim olması ile sağlanabilirdi. Bunun için de halkın taleplerine kulak verilmeliydi. Bu amaçla, Girit Genel Meclisi’nde birtakım kararlar aldı ve Osmanlılık düşüncesiyle ahaliyi yek vücut kılmaya çalıştı. Müslüman ve Hıristiyanlardan oluşan karma ekip ile bunu yapacaktı. Fakat kaş yaparken göz çıkarmamak için de ayrıca gayret sarf ediyordu. Bir raporunda, 1880’den beri süregelen gümrük tartışmasının Hıristiyan ahalinin istediği şekilde hallolmaması ve Girit Müslümanlarının haklarının korunması için maddenin meclisten geçmemesine muvaffak olduğunu belirtiyordu. Ona göre Girit, öz be öz Osmanlı vatanıydı, hiçbir zaman Yunanistan’ın mülkü olmamıştı. Bu yüzden adada güçlü olunmalıydı. Olası isyanlara karşı merkezden asker istedi ama ülke dört bir yandan kuşatma altındaydı, bu yüzden asker gönderilemedi ama başka bir yöntem bulundu. Adadaki Müslüman ahaliden gerekli görüldüğünde asker devşirilmesine karar verildi. Fakat belli ki Girit havası paşaya yaramıyordu. Yine bir hastalığa yakalandı ve azlini istedi. Bunu izleyen üç sene resmi bir vazife üstlenmedi ama 1890 yılında patrikhanelerin taleplerini görüşmek üzere kurulan komisyonda görev aldı. Bunun akabinde de Paris’e gitti.
 
Paris Yılları
 
 
Paşa Paris’teyken de gönüllü olarak devletine hizmetini sürdürdü. Fransızca kaleme aldığı eserlerinde Avrupalılara meram anlatmaya çalıştı. Bir Hıristiyan olarak İslam Hukuku hakkında eserler yazması de tam olarak bu duruştan kaynaklanıyordu. 1892 yılında yayınladığı “Étude sur la théorie du droit musulman” (İslam Hukuku Nazariyatı Üzerine Bir Etüd) adlı eseri Avrupa’da büyük bir yankı uyandırdı. Bu kitapta,doğuşundan gelişimine İslam fıkıh usulünün esaslarını Batılılara anlatmaya çalıştı.Aslında yapmaya çalıştığı şey, modern kuramların ve pratiklerin İslam’ın özüyle çatışmadığını göstermek ve İslam hakkındaki olumsuz düşünceleri bertaraf etmekti. Fakat bu eser, her nedense kendi vatanında şüpheyle karşılandı, hatta Osmanlı sınırları içindeki nüshaları toplatıldı. Tabii ki bunda bir Hıristiyan olarak İslam hukuku alanında yazmasının etkisi de büyüktü. O bunu evvelden öngörmüştü.
 
“Biz bir Hristiyan’ız. Fakat öyle bir Hıristiyan ki, bütün insanları seven ve herkese karşı adil olmak isteyen bir Hıristiyan. İşte bu esas prensipledir ki, bir Hıristiyan olarak Hazreti Muhammed’in Kanunu’nu tetkik ediyoruz. Bu tetkikatımızda mutlaka bîtarafî, azim bir hürmet ve yılmaz bir adalet hissiyle hareket edeceğimize kani bulunmaktayız.”
 
Eser sonraları şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi tarafından dahi övülmüştü fakat nedense o dönemde olumsuz değerlendirilmişti. Bu tutum yaklaşık 10 yıl sürdü. Eserlerin müspet tesirleri elçiler tarafından da teyit edilince biraz düzelir gibi oldu. Nitekim dönemin Paris sefiri, 1903 tarihli bir belgede, paşanın İslam fıkhı hakkında yazdığı eserlerin Avrupa’da çok iyi bir etki bıraktığını ve İslamiyet aleyhindeki görüşleri belli oranda ortadan kaldırdığını, bu sebeple paşanın taltif edilmesi gerektiğini belirtiyordu. Nihayetinde ertesi yıl kendisine bir nişan takdim edildi. Paşa muhtemelen bu son nişandan kısa bir süre sonra da hayatını kaybetti.
 
Sonsöz
Sava Paşa, imparatorluğun kara baharında doğmuş ve serpilip büyüdüğü toprak ile hemhal olmuş bir Osmanlı bürokratıydı. Hıristiyandı ama bu onu Osmanlılıktan beri de kılmamıştı. Doktorluğundan bürokratlığına, nâzırlığından hukukçuluğuna kadar hayatının her deminde gerek fiili gerek kavli olarak devletine hizmet etmiş bir Osmanlı olarak tarihimizin önemli şahsiyetlerinden birisi olarak tarihteki yerini aldı.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.