Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

İbrahim Kalın: Bir felsefe yolculuğuna nasıl çıkılır?

MOLLA Sadra adıyla ün salan Sadreddin Şirazî (ö. 1640), geç dönem İslam düşüncesinin önde gelen filozoflarından biridir. Descartes’ın çağdaşı olan Sadra, klasik düşüncenin ana eğilimlerini “aşkın hikmet” (hikmet-i müte’aliye) adını verdiği yeni düşünce ekolünde telif etmeye çalışır. Sadra, felsefe geleneğindeki selefleri gibi, insanın yeryüzündeki varlığını bir seyr u süluk ve serüven, felsefeyi de bu serüvenin kılavuzu olarak tanımlar. Bunun için bizi “dört aklî sefere” çıkmaya davet eder ve felsefi abidesi olan el-Hikmetü’l-müte’aliye fi’l-esfari’l-akliyyeti’l-erba’a adlı eserini kaleme alır. Kısaca Esfar diye bilinen bu eser, “büyük varlık dairesi”nin bütün alanlarına ziyaretlerde bulunur.



Bu dört seferin ne olduğuna bakmadan önce, Sadra’nın felsefe tanımına kısaca değinmek gerekiyor. Çünkü çıkacağımız yolculuğun istikametini ve mahiyetini bu tanım belirleyecektir. Sadra’ya göre felsefe, “varlıkların hakikatini -insanın gücü ölçüsünde- olduğu gibi bilmek suretiyle insan beninin kemale ulaştırılması”dır. Varlıkların hakikatini olduğu gibi, yani sadece bize göründükleri gibi değil, fakat bizatihi kendilerinde olarak bilmek için zanna değil, kesin delillere yani burhana ihtiyacımız vardır. Varlıkları, Kant’ın yaptığı gibi, sadece bize göründükleri gibi yani birer fenomen olarak tanımlamak, varlığın önüne kendimizi koymak anlamına gelir. Sadra gibi klasik bir filozof için bu, aklı başında bir filozofun yapacağı en büyük hatalardan biridir. Klasik düşünürler için varlıkları anlamlı kılan, onların bize yahut başkasına nasıl göründükleri değil; Kant’ın numen dediği mahiyetleridir. Evrensel bilginin peşinde olan filozofu, nesnelerin spesifik niteliklerini araştıran bilim adamından ayıran temel fark da budur.
 
Yukarıdaki felsefe tanımına göre varlıkların hakikati hakkındaki doğru bilgi, nefsin kemali için bir ön şarttır. Hakikatin olmadığı yerde kemal olmaz. Buna göre epistemoloji ile ahlak, teoloji ile psikoloji arasında sıkı bir ilişki vardır. “Kendini bilen Rabbini bilir” sözünü şiar edinen Sadra, Tanrı’nın bilgisi olmadan benin bilgisinin eksik kalacağını, beni bilmeden de Tanrı’yı bilmenin mümkün olmadığını söyler. Çünkü beni bilmek demek, Descartes’ın zannettiğinin tersine, bireysel zihnin iç prosedürlerini bilmek demek değildir. Descartes, kişinin kendini bilmesini, aklın uymak zorunda olduğu rasyonalite kurallarının tavzih edilmesi olarak tanımlamıştı. Buna göre insan zihninin nasıl işlediğini bilmek, gerçeklik ve dolayısıyla Tanrı hakkında “açık-seçik” bir fikre sahip olmanın yegâne yoludur. Böylece Kartezyen zihnin ontolojisi, sübjektif bir epistemolojinin doğmasını zorunlu kılar.
 
Ben ve Ben-Olmayan
Sadra’ya göre ise ben’i, ben-olmayandan (non-self) böyle yalınkat çizgilerle ayırmak mümkün değil. Üstelik bunun bize sağladığı hiçbir felsefi kazanım da yok. “Ben” (nefs) dediğimizde ben-olmayan hakkında zaten bir sürü şey söylemiş oluyoruz. Dil, his, öfke, keder, endişe, sevgi, nefret olmadan ‘ben’ diye bir şey olabilir mi? Bunlara sahip bir ben, zaten ben-olmayanla beraber yaşıyor demek değil midir?
Fakat Sadra, romantiklerin yaptığı gibi, ben’i ben-olmayanla irtibatlandırıp işi orada bırakmaz. Benin yer aldığı varlık bağlamını derinlemesine tahlil eder. Bunun için Esfar boyunca yoğun felsefi terminoloji kullanır. Benin varlığı öncelemesi mümkün olmadığından, benin kendini varlıkla beraber tanımaya çalışması ve hatta kendinden önce varlığın ne olduğu konusunda açık-seçik bir fikre sahip olması gerekir. Zira varlığın ne olduğunu bilmeyen kişi “o halde varım” cümlesini söyleyebilir mi?
 
Öyleyse ben bilgisine, varlık bilgisinden başlamak gerekiyor. Varlık, ben dahil her şeyi kuşatıp öncelediğine göre, bir özne olarak benin varlıkla ne tür öznel ilişkilere girdiğini araştırmadan önce, varlığın ben’e sağladığı ontolojik imkanları araştırmamız gerekir. “Ben varım” dediğimizde, aslında biz ben’den çok, varlık’a ilişkin bir şey söylemiş olmuyor muyuz? Buradaki aslî ve birincil eylem hangisidir: Benin “ben varım” iddiası mı, yoksa varlığın bu iddiayı mümkün kılan “var-kılma eylemi” mi?
 
Bir başka şekilde söyleyelim: “Düşünüyorum, o halde varım” dediğimizde aslında biz, bir totoloji yapmış oluyoruz. Çünkü “düşünüyorum” dediğimiz anda, zaten düşünen, yani düşünebilmek için önce varolmak zorunda olan bir özneden bahsediyoruz. Descartes’ın ‘cogito’sunun hatası, kendini varolmaktan çok düşünen bir varlık olarak görmesiydi. Daha doğrusu, kendini önce düşünen, sonra varolan bir özne olarak algılamasıydı. Bu tavır, düşünen özneyi etrafındaki varlıklar dünyasından ontolojik olarak koparmakla kalmaz; aynı zamanda onu ben-olmayana karşı yabancılaştırır. ‘Öteki’, varlığımızı mümkün kılan ve derinleştiren mütemmim cüz olmaktan çıkar, hakkında düşündüğümüz ve konuştuğumuz bir ‘şey’ haline gelir.
 
Descartes’la başlayan radikal sübjektivizmin klasik düşünceden kesin olarak ayrıldığı yer burasıdır. Ontolojinizi zihnin iç süreçlerine göre kurguladığınızda, dünyayı ben-merkezli olarak yeniden tanımlamışsınız demektir. Bu adımı attıktan sonra sizin kendinizi rasyonalist ya da empirisist kampta görmeniz artık çok anlamlı değildir.
 
Böyle bir öznenin çıkacağı serüven, kendinde başlayıp yine kendinde biter. Onun ulaşacağı hedef yukarıda değil, ilerdedir. Burada tarih ayaklarımızın altında değil, gerimizde kalan bir süreçtir. Bu yüzden modern aklın felsefe serüveni, onun varlık içinde ne kadar yalnız ve terkedilmiş olduğunu yüzüne vuran bir hüsran ile sonuçlandı. Fizik alemin sırlarını keşfeden insan, ötelere gittikçe iç dünyasının boşluğunu biraz daha yakından tanıma fırsatı buldu. Kartezyen özne, ben-olmayan öteki’nin kendi elleriyle kurguladığı bir şey olduğuna inandığı için, tarihin en büyük felsefe hastalığına yakalanmış durumda: Can sıkıntısı! Kendini varlığın, anlamın ve değerin üstünde ve önünde gören bir öznenin bu kadere razı olmaktan başka bir şansı var mı?
 
Bilmek, Varolmak, Sefere Çıkmak
Fakat Sadra bizi başka bir sefere çağırıyor. Eğer bilmek, son tahlilde varlığı bilmek ve böylece varlığa bir adım daha yaklaşmaksa, o zaman felsefenin anahtar kelimesi “özne” olamaz. Hatta bilgi bile, eğer “bilenin bir sıfatı ve mülkü” olarak tanımlanıyorsa, felsefe serüvenimizin kılavuzu olamaz. Evet, bu sefere çıkan biziz. Yetmiş bin alemi seyr u temaşa edecek olan biziz. Bunun için zihnimizi ve kalbimizi hazır hale getiren de biziz. Ama bu seferde bizi aşan bir şey var. Bu seferin bütün gayesi, bizi, bizim de bir parçası olduğumuz ama bizden daha büyük bir gerçeklik ile, yani “varlık” ile yüz yüze getirmek.
“Ben”, ancak ben-olmayan aşkın bir gerçekliğin mümkün kıldığı ontolojik bir zeminde anlamlı hale geliyorsa, o zaman beni bilmek için önce bu zemini bilmek gerekir. Bu yüzden Sadra, “varlığı bilmeden kendini bilemezsin” der. Fakat varlık en nihayetinde Tanrı’nın oluş-bozuluş alemine dönük yüzü olduğundan, yani O’nun “ol!” (kün!, esto!) emrinin bir tecellisi olduğundan, varlığı bilmek, Tanrı’nın bir yönünü, belki de en önemli yönünü bilmek demektir. Bu yüzden felsefi spekülasyondan pek de hoşlanmayan Sadreddin el-Konevî ve Davud el-Kayserî gibi mistikler, varlık söz konusu olduğunda mantıkçı filozoflara taş çıkartacak tahlillerde bulunur ve varlık hakkında neredeyse söylenmemiş şey bırakmazlar.
 
İmdi varlığı bilmek, Tanrı’nın kendi eseriyle cilveleşmesinin yollarını bilmekse, o zaman Tanrı’yı bilmeden ben’i de bilemeyiz. Demek ki “ben” bizi varlığa, varlık bizi Tanrı’ya, Tanrı da bizi tekrar ben’e geri getirir. Yani psikoloji, ontoloji ve metafizik iç içedir.
 
Bu yüzden Sadra’ya göre Tanrı yoksa, “ben” de yok demektir.
Sadra’nın “dört aklı sefer”inin ne olduğunu anlamak için bu kısa girizgahı yapmak zorundaydık. Şimdi sıra sefere geldi! Fakat bunun için bir sonraki yazıyı beklememiz gerekiyor.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.