Özel / Analiz Haber
İhsan Fazlıoğlu: Melekler haklı mıydı?
Follow @dusuncemektebi2
REİSÜLKÜTTAP Atıf Efendi, 1798’de Devlet’e yazdığı bir takrirde Fransız Devrimi’ni (1789) fısk u fücûr cünbüşü, Hukuk-i Beşer Beyannamesi’ni de insanları hayvan derekesine indiren bir beyanname olarak nitelendirir ve beyannamenin ileride, yayımlayanlar tarafından, siyasî baskı aracı olarak kullanılacağına işaret eder.
Konuyla ilgili nazarî mülahazalar bir tarafa, İnsan Hakları Beyannamesi’nin yayımlandığı tarihten bu yana, geçirdiği bütün tashih ve tadiller göz önünde bulundurulmak kaydıyla, ortaya çıkan gelişmeler Atıf Efendi’yi haklı çıkarmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, 25 Haziran 1876’da Montana’daki Little Bighorn Savaşı’ndan sonra Kızılderililere karşı başlatılan korkunç kıyım, 28 Aralık 1890’da Pine Ridge Kızılderili rezervasyon alanında, kadın ve çocuklara karşı girişilen katliamla taçlandırılmıştır. Aynı bölgede 1970’lerde FBI ajanları, Amerikan Kızılderili Hareketi adlı örgüte mensup yüzlerce kişiyi öldürmüşlerdir. 1831 ile 1859 yılları arasında yaşanan Gözyaşı Sürgünü’nde (Trail of Tears), Kızılderili kabileleri Oklahoma’nın kuzeyine göç ettirilmiş; ilginç olan, bu bölgelerde petrol veya değerli maden bulunca insanlar tekrar yerlerinden sürülmüş; akabinde de düzenli olarak yok edilmişlerdir.
Yalnızca Kızılderili ve Siyah Adam’a karşı her türlü yöntemi kullanarak soykırım yapan Amerika mı? Yakın dönem Dünya tarihini önümüze koyduğumuzda başta İngiltere ve Fransa olmak üzere sömürgeci güçlerin Afrika’da, İspanyolların Güney Amerika’da, Rusların Orta-Asya’da, Almanların Avrupa’da, İtalyanların Kuzey Afrika’da, Çinlilerin Doğu Türkistan’da, Japonların Çin’de yaptıkları; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda bütün Dünya’da cereyan eden katliamlar, Soğuk Savaş esnasında yürütülen kirli savaşlar… Balkan ve Kafkas savaşlarında Müslüman ve Türk nüfusa uygulanan soykırım… Harita hiç de iç açıcı değildir. Derinliğine ve genişliğine yapılan okumalar, hani neredeyse İnsan türü ile kurt sürüsü arasında bir fark kalmadığını gösterecek raddededir.
Kur’an-ı Kerim’de bulunan, [Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. (Melekler): “A! Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. (Rabb’in): “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi. (Bakara 2/30)] mealindeki âyet dikkate alınırsa, insanın iki önemli özelliğine atıf yapıldığı görülür: Bozgunculuk yapmak (fesat çıkarmak) ve kan dökmek. Üçüncü özellik ya da özellikler ise Allah’ın ilmindedir. Doğrusu tarihe bakınca, diğer özelliklerin neler olabileceği konusunda açık ve seçik bir fikir edinemiyor; hele 21. yüzyılın başında bile, “Güçlüyüm o halde varım” veya “Güçlüyüm o halde doğruyum” kabilinden durumları görünce Meleklere hak vermek zorunda kalıyoruz.
Hiç şüphesiz tarih boyunca dinî, ahlakî, felsefî, siyasî vb. pek çok yorum yapılmış, insan türünün vahşeti konusunda pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bu konuda felsefî incelmişlik de pek işe yaramamıştır: Büyük denilen, ama kanımca bir insanın yapabileceği bütün küçüklükleri yapan, Aristoteles’in öğrencisi İskender’in Asya seferi esnasında imza attığı mezalimler, yalnızca Tyros şehri sakinlerine reva gördüğü zulüm, özellikle iki bin kişiyi çarmıha germesi, Persis’i her şeyiyle imha etmesi… Dinî itikat da aşılmıştır: Kuteybe b. Müslim’in Orta-Asya halklarına reva gördüğü acılar, özellikle esir savaşçıları şehrin girişlerine dizdirip katlettirmesi, bir kişinin İnsan olmadan Müslüman olmasının pek işe yaramadığını gösteren nadir örneklerdendir. İlginçtir, insan hakları beyannamesi yayımlamak da sorunu çözmüyor: Tarihte ilk insan hakları beyannamesi kabul edilen, Akaemenit Pers İmparatorluğunun kurucusu II. Kyros’un (M.Ö. 529), Kyros Silindir’inde dile getirdiği ilkeler yine kendisi tarafından çiğnenmiştir; tıpkı modern Avrupa ve Amerika’nın kendi yayımladığı beyannameyi siyasî bir baskı aracı olarak kullanması gibi…
Tarihî örnekler çoğaltılabilir, ancak çokluk anlamayı derinleştirmez; tersine zihnin bulanıklaşmasına yarar. Verilen örnekler kendimizin mensubiyet duyduğu tarihe de ait olabilir. Derdimiz belirli bir insan öbeğini suçlamak değil; sorunu açıklığa kavuşturmak. Öyleyse sorun nedir? Başka bir deyişle, insanın bozgunculuğunun ve kan dökücülüğünün kaynağı nedir? Dinî, felsefî, hukukî, siyasî, her ne ise, yanıtlar sorunu çözebilir mi? İnsan hakları, insanlık, barış, kardeşlik, vb. içeriksiz (=tanımsız) kavramları icat etmek derde deva olur mu? Her şeyden önce şunu en baştan vaz edelim ki, ister ferdî ister içtimaî düzlemde olsun insanî olgu ve olaylar gâî açıdan, yani kısa ve uzun vadeli amaçları, kasıtları açısından tanımlanmalıdır. Tersi durumda içeriksiz, yani tanımsız kavramların varlığı, yokluklarından daha tehlikelidir; çünkü tanımsız, içeriksiz kavramların yarattığı belirsizlik, müphemiyet o kavramların kötü niyetli, kasıtlı kullanımlarını kolaylaştırır. Kadim felsefe-bilim geleneğimizde tanım’ın had (=sınır) sözcüğüyle karşılandığı hatırlanırsa gaî açıdan tanımlanan kavramların insana sınır çizdiği, dolayısıyla belirsizliği ortadan kaldırdığı görülür. Haddini bilmek, ancak ait olduğu olgu, olay ve davranışla ilgili sınırı bilmek demektir. Haddi aşmak bu sınırı çiğnemek anlamına gelir ki, sonuçları ortadadır. Bu çerçevede kanımızca, “İnsan nedir?” sorusuna, tüm insanların üzerinde uzlaşabileceği gaî bir tanım verilmeden, bir had konmadan ne hakları tayin edilebilir ne de birbirlerinin haklarını çiğnemeleri engellenebilir.
Metafizik soruşturma, kavramsal tahlil açısından bir kişinin millî ve dinî kimliği arazdır; doğal olan insan-olmalıktır. İnsan olamayan bir birey, bir millete veya bir dine mensup olmakla kişilik, hatta insanlık kazanamaz. Elbette insanlar arasında bir eşitsizlik söz konusudur; ancak insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı -Fuzuli’nin deyişiyle- doğa değil bilgi’dir. İnsanların varlıkça eşitliği üstüne binen bilgice farklılığın yarattığı eşitsizlik, haklarla değil adaletle giderilir. Bu nedenle Hak değil Adalet istenmelidir; çünkü Hak sonradan talep edilen değil, varlıkça sahip olduğumuz, insan olmalığımızdan kaynaklanan doğal bir durumdur. Yine bu nedenledir ki doğal olan’ı gasp eden sömürgeci kapitalizm, onu yapay olarak yeniden üreterek kontrol altında tutmaya çalışmaktadır.
Sorduğumuz sorunun yanıtının çok yönlü araştırılması gereği mahfuz tutulmak kaydıyla, tarihî gerçekliğin gözler önüne serdiği bir hakikate işaret edilmelidir: Maddî, manevî ve fikrî gücü ahenkli bir terkibe ulaştıramayan insan veya toplumlar oldukça kıyıcıdır, zalimdir. Bu tür toplumların kurduğu siyasî örgütler hiçbir zaman devlet olamamış, tersine daima çete karakteri göstermiştir. Her şeyi maddî güçle çözeceğini düşünen toplumlar, hâlâ göçebeliği yaşayan toplumlardır. Açıktır ki zihnî göçebelik, maddî göçebelikten daha tehlikelidir; çünkü insanlar için öngörülebilir bir hayat nizamı tesis edemez.
21. yüzyılın eşiğinde yaşananlar, kim ne derse desin, bilge-yönetici Aliya’nın şu sözünü haklı çıkarmıştır: Tek tek insanları sevemeyenler, insanlık (hümanizm) kavramını icat etmişlerdir; hem kullanmak hem de rahatlamak için. Millet ve Devlet olmak kolay değil, İnsan olmak ise en zoru...
Anlayış Dergisi
Henüz yorum yapılmamış.