Şimdiye değin nazarî çerçevede dile getirilen bu tespiti, Temmuz ayının sonu ile Ağustos ayının ilk haftalarında, Karadeniz’e, Artvin, Rize ve Of’a yaptığım seyahat süresince tekrar tekrar müşahede ettim. Bu tür gezilerde farklı yaş öbeklerine mensup kişilerle yapılan konuşmalar, sohbetler, Bu Ülke insanının, derin milletin, hem gündemini hem de bu gündeme ilişkin duygu ve düşüncelerinin neler olduğunu yakalamak için olağanüstü bir fırsat verir: Hesapsız, içten, doğrudan, açık ve seçik. Sohbetler, insanların Türkiye’nin ve Dünya’nın gündemini ne kadar takip ettiğini gösterdiği gibi, dile getirilen duygu ve düşünceler de kişilerin bu gündeme ilişkin ihsas ve idrak içeriğini ortaya koyar. Bu yıl dikkatimi, genç ile yaşlı insanların ihsas ve idrakleri arasındaki seviye farkının artışı, özellikle genç insanlarda biriken öfke ve bu öfkenin yarattığı ümitsizlik çekti. Her şeyden önce sohbetlerin değişmeyen üç ana konusu vardı: “Ne olacak bu memleketin hali?”, ‘Irak’ ile ‘İsrail’.
Arıcılıkla uğraşan, ilkokul mezunu, 62 yaşındaki, akranları arasında ormancı denilen kişinin Türkiye’nin yönetimi konusundaki teşbihi ilginçti: Türkiye, televizyon gibidir; bir âlet olarak değişmez. Partiler ise bu âlet içerisindeki kanallar gibidir. Değişen yalnızca kanallardır. Kanal değişince insanlar, özellikle o kanalı tercih eden insanlar, âletin değişeceğini zannederler. Bu kesinlikle doğru değildir; çünkü değişen yalnızca kanaldır. Burada sorun şudur: Kanalları kim değiştirmektedir; başka bir deyişle kumanda kimin elindedir? Ormancıya göre içerik değişmediği müddetçe kanalı değiştiren kumandanın kimin elinde bulunduğunun pek bir önemi yoktur. Çünkü bu değiştirmeye çoğu kez aynı kanalı sürekli seyretmenin verdiği bıkkınlık ile değişiklik ihtiyacı neden olmaktadır. Kimsenin kanalın programı ile ciddi manada meşgul olduğu söylenemez. Kaldı ki, kumanda da halkın elinde değildir. Birileri kanalları değiştirmekte, hatta kanallarla oynamakta, halk da seyretmektedir. Ormancının teşbihine verdiği örnek bir o kadar ilginç: Daha önce seyredilen ve en hafif tabirle yetersiz olduğu bilinen bir kanalın halk tarafından tekrar seyredilmesi mümkün değildir; tersine halk istenilen kanalı seyretmeye mahkûmdur. Bunun en iyi örneği eski siyasîlerin tekrar ekrana taşınmaya çalışılmasıdır.
Cuma namazı öncesi, önünde oturulan kıraathanede 78’lik Ali Dayı’nın söyledikleri bir başka açıdan ilginç: Devlet, Tanrı’dan daha fazla kanun koyar; ancak halk bu kanunlara büyük oranda uyar. Hem bu buyruklar için para da öder; çünkü devletin hem emri, hem nehyi ücrete tabidir. Tanrı ne ister: Doğru ol, dürüst ol, kötülük yapma, adaletli ol, çalma, vs... Tanrı’nın bu emir ve nehiyleri ücretsizdir; ama kimse uymaz. Kısaca Devlet’e kulluk ücretli, Tanrı’ya kulluk ücretsizdir; ancak insanlar ücretini ödeyip kulluk yapmayı tercih ederler. Bu nedenle insan kendi malıyla cehenneme gider. Ali Dayı’nın bitiriş aforizması daha da vurucu: Yer, bütün evlatlarını yer, insanı bile. Onun için kendisine Yer denmiştir.
Irak Savaşı konusunda, özellikle orta yaş ve yaşlı insanların hissettikleri ve düşündükleri, bu savaşın insanlardaki vatan duygusunu nasıl beslediğini göstermesi açısından oldukça dikkat çekici: “Zalim olsun benden olsun”. Niçin? Yanıt muhteşem: “Yabancı her şeyi yabana atar”. Neden? Yorumun güzelliğine bakınız: “Çünkü yabandan gelmiştir”. Niye? Bunun da yorumu harika: “Yabancı yabanîdir, hâlden anlamaz”. Hemen soruyorum: Hâl kelimesinden ne kast ediyorsunuz? Yanıta bakınız: “Hâl, halktır; hâli bilmeyen halkı bilmez; halkı bilmeyen hakkını vermez”. Sonuç ne olursa olsun zulümdür.
Irak ve İsrail olayları halkı en derinden yakalamış. Öylesine kaygılı ve öyle içtenler ki, her şeyi yapmaya hazırlar. Sonuca ilişkin korkunun şiddeti tedbirdeki dikkati artırır. Sonucun göz önünde duran apaçık somutluğu ise korkunun şiddetini besler. 64’lük Dursun Amca’nın söyledikleri bu şiddetin ifadesi: “Zengin ama köle olacağıma, özgür ama fakir olmayı tercih ederim”. Mal canın yongasıdır. Ancak halk, canın yongasından özgürlük adına vazgeçmeye hazır. Halk, ihsas ve idrakinin istiap haddine göre daha somut örnekler de veriyor: “Ordumuzun güçlü olması için bir yıllık birikimimi vermeye hazırım”. Muzip bir orta yaş vatandaş, cümledeki halet-i ruhiyenin ahengini bozmak için soruyor: “Bir yıl ne yiyeceksin; açlıktan ölürsün; bari yarısını de”. Yanıt da o derece şiddetli: “Bu topraklarda, Irak gibi, Filistin gibi, Amerika ve İsrail askerini göreceğime açlıktan ölürüm”. Bir oğlunu yıllar önce teröre şehit vermiş İsmail Ağabey ise, daha da keskin ve kararlı konuşuyor: “İşgal altında yaşayacağıma, bütün evlatlarımı kaybetmeye hazırım”. Teşbih müthiş: “İşgal altında yaşamak ahırda yaşamaktır; hayvan bile otlamak ister”. Halkın en büyük korkusu, -ABD’lileşmiş, İsraillileşmiş karanlık Türk aydını anlamasa da- can korkusu değil namus korkusu... Eşini, kızını düşünüyor, bir de çocukları. Irak’ta kadınlara ve kızlara reva görülen muamele ile İsraillilerin çocukların organlarını sattığı söylentileri insanlarda bir tiksinti ve nefret oluşturmuş (uyandırmış). Bu nedenle örnekler büyük oranda kadın, kız ve çocuklar üzerinde. Biraz önce dile getirildiği üzere: Sonuca ilişkin korku, kaygıyı en yüksek seviyeye çıkartmış.
Gerçek şu ki derin millet hâlden anlıyor; bu nedenle yabanî değil yerli. Seyahat boyunca beraber olduğumuz bir kısım aydına, hangi ışığın aydınlattığı artık oldukça malum aydının tavrına gelince: Karadeniz halkının deyişiyle kesinlikle hâlden anlamıyor; çünkü yabanî, bu nedenle halkı anlamıyor, anlamaya çalışmıyor da, anlamadığı için de halkının hakkını vermiyor, veremiyor. Bu seyahatte öğrendiğim en güzel vecize şu oldu:
Henüz yorum yapılmamış.