Özel / Analiz Haber
Çankırı’dan Londra’ya bir Türkiye hikâyesi: Boris Jahnson'ın dedesi Ali Kemal
Follow @dusuncemektebi2
“Büyük Britanya’yı Avrupa Birliği’nden çıkaran adam” Boris Johnson, 2008 yılında Londra Belediye Başkanı seçilmesinden birkaç ay sonra ilginç bir ziyaret için İstanbul’a gelmişti. Gelir gelmez, Süleymaniye’deki Kirazlı Mescit Sokak’a gitti. Onu kuzeni Sinan bekliyordu. Bu sokak onları birleştiren hikâyenin başladığı yerdi...
Bundan tam 141 yıl önceye Süleymaniye’nin, sabah namazlarının ardından Süleymaniye Camii’nde Gülistan’dan hikâyelerin okunduğu dindar, orta sınıf tüccarların yaşadığı bir semt olduğu günlere gidiyoruz.
Mahallenin varlıklı esnaflarından biri olan Çankırı’nın Kalfat köyünden İstanbul’a gelip yerleşmiş, Mumcular Kahyası olmuş, Balmumcu Ahmed Efendi’nin evine.
Yaptıkları mumları bilâ ücret camilere dağıtan, Abdülaziz’in ölüm haberiyle günlerce gözyaşı dökülmüş saltanata gönülden bağlı bu dini bütün ailenin o gün bir erkek evladı oldu; Ali Rıza.
Benzer zamanlarda geçmiş pek çok başka hikâyede olduğu gibi Ali Rıza da önce mahalle mektebinde Kuran hıfzederek başladığı eğitimine, rüşdiye ile devam etti. Osmanlı-Rus savaşının İstanbul kapılarına dayandığı yıllardı. Ali Rıza’nın Gülhane Askeri Rüşdiyesi’ndeki eğitimi askerî disipline gelemediği pek uzun sürmedi. Bir süre Süleymaniye Camii’nde İslam klasikleri okuduktan sonra annesinin isteğiyle Mekteb-i Mülkiye’ye girdi.
Siyasetten önce edebiyatla tanıştı. Devrin en ünlü edebiyatçılarından Ahmet Mithat Efendi’den ve şair Muallim Naci’den etkilenerek 18 yaşında arkadaşlarıyla Gülşen adında bir dergi çıkarmaya başladılar. Zamanın kelli felli edebiyatçılarıyla polemiklere giriyordu. Dergideki yazıları, şiirleriyse kendi adıyla değil, hayranı olduğu Namık Kemal’in etkisiyle bir mahlasla çıkıyordu; Ali Kemal...
Hem Ahmed Mithat hem de Muallim Naci babası gibi sıkı 2. Abdülhamid taraftarlarıydılar. Ama ilgisini edebiyattan sosyal meselelere doğru çeken esas isim Mülkiye’deki hocası Mizancı Murat Bey olmuştu. O ise önde gelen Jön Türklerden biriydi.
Yaşından büyük işlere o yaşlarda kalkıştı. 1887’de Fransızcasını ilerletmek için 20 yaşında Paris’e gitti. O sırada Paris’e kaçmış Jön Türklerle tanıştı. Cenevre’de bir Rus kızla aşk yaşadı. O gidince de bir yıl sonra İstanbul’a döndü. Döner dönmez hayranı olduğu Yeni Osmanlıların İtalyan Carbonari derneğini taklit etmesi gibi İsviçre’de gördüğü bir ihtilalci komiteye özenip arkadaşlarıyla gizli bir cemiyet kurdu ama deşifre olunca yakalandılar, ilk seferinde affedildi.
Ama ikinci gizli cemiyet denemesi bir jurnalle ihbar edilince memuriyet ataması kılığında Halep’e sürgüne gönderildi. Annesi ve kız kardeşi de onunla geldi.
Orada da boş durmadı bir taraftan Arapça ve İslami ilimler öğrenirken diğer taraftan Halep Valisi’ne karşı İttihatçıların kurduğu gizli cemiyetlerin içinde yer alıyor, edebiyat yarışmalarına katılıyor, birincilikler alıyordu. Ama sürgünü bir türlü bitmiyordu. 1895’te yeniden Paris’e gitti. Aynı yıl Abdülhamid’e sunduğu eğitim reformu programı reddedilince hocası Mizancı Murad da Paris’e kaçmıştı.
Paris’te bir taraftan École Libre des Sciénces Politiques’e devam ederken bir taraftan da İkdam gazetesine Paris Müsahabeleri başlığı altında yazılar yazıyordu. Fransa’daki kültür sanat dünyasıyla ilgili yazıları çok popüler oldu, yazılarda Servet-i Fünun çevresine de laf atınca devreye giren Hüseyin Cahit onun bazı yazılarının Le Figaro’dan çeviri olduğunu ortaya çıkardı.
Bu arada Avrupa’daki Jön Türkler içinde iki ayrı ekolü temsil eden Mizancı Murat Bey ile Ahmet Rıza Bey arasındaki ayrışma derinleşiyordu. Daha İslami, milliyetçi, devrimci değil evrimci bir çizgisi olan Mizancı Murat Paris’ten ayrılıp, Kahire ve Cenevre’de Mizan dergisini çıkardı. Sonunda Mizancı Murat ile diğer Jön Türkler arasındaki ipler koptu. 2. Abdülhamid’in Jön Türkleri durdurmak için görevlendirdiği çocukluk arkadaşı ve sağ kolu olan Hafiye teşkilatının başındaki Ahmed Celaleddin Paşa Mizancı Murad’ı ikna ederek İstanbul’a dönmesini sağladı.
Ahmed Celaleddin Paşa’yla anlaşanlardan biri de Ali Kemal’di. Görevi Avrupa’daki Jön Türk faaliyetlerini İstanbul’a bildirmekti.
Avrupa’da okuyan Türk öğrencilerinin nazırlığı, Brüksel sefareti 2. Katipliği gibi görevlerin ona bu yüzden mi verildiği, en baştan mı yoksa daha sonra mı Jön Türklere karşı Yıldız Sarayı’yla çalışmaya başladığı meçhul. Kesin olan Ali Kemal’in Jön Türkler’deki ihtilalcilik fikrine karşı, ılımlı bir reformculuğu savunduğu, yani Fransız modelinden çok İngiliz modeline yakın durduğu...
(Nitekim, Ali Kemal, daha sonra kaleme aldığı ve karakterler üzerinden Fransız Devrimi’ni anlattığı Rical-i İhtilal adlı kitabında, Cemil Meriç’in bile “Fransız Devrimi’ni oradan öğrendik” der, Fransız Devrimi’ni desteklemekle birlikte Jakoben şiddete ve Danton’un idamı gibi tasfiyelere karşı eleştirel bir dil kullanır.)
Daha sonra hayatını yazan yeğeni, Ali Kemal’in kendi hikâyesiyle Danton’unkini benzettiğini söylerken haksız sayılmaz. Onun Jakoben örgütü ise artık tüm hayatı boyunca karşısında duracağı İttihat ve Terakki olacaktır.
Cenevre, Kahire arasında gidip gelen Ali Kemal’in hayatının dönüm noktalarından biri 1902’de tatil için gittiği İsviçre’de soylu bir aileden gelen Winifred Brun’la tanışması olur. İngiliz Margaret Johnson ve İsviçreli Frank Brun’ün yarı İngiliz yarı İsviçreli kızları olan Winifred’le bir yıl sonra Londra’da evlenmek üzere sözleşerek ayrılırlar.
Ve 11 Eylül 1903 günü Londra’da (Paddington’da) evlenirler.
1906 yılında ilk çocukları Selma dünyaya gelir. Ali Kemal, bir yandan seyahatten siyasete geniş bir alanda kitaplar yazmakta, bir taraftan da Türk adlı dergiyi çıkarmaktadır. 1904’te Yusuf Akçura’nın Türkçülüğün manifestosu kabul edilen Üç Tarz-ı Siyaset broşürüne yazdığı “Cevabımız” adlı cevap çok ses getirmiştir “Türklüğü İslamdan İslam’ı Osmanlılıktan ayırmak çok büyük bir hata olur” diyen Ali Kemal, yükselmekte olduğunu gördüğü milliyetçilik fikrinin, millet-i hakime anlayışının Osmanlı’nın sonu olacağını düşünmekteydi:
“Biz Türklerin fertler itibariyle yükselmesine çalışanlardanız. Bu nimet o derece çoklukla husûle gelsin. Türkler durumu koruyabilsinler, topluca yok olmaktan kurtulsunlar, ikbal yolunu tutsunlar, sonra Osmanlı milletinin vahdeti mi, İslam ittihadı mı, Türklerin tevhidi mi? Ne gerektir düşünsünler!”
Ve 23 Temmuz 1908. Manastır’da başlayan isyanla, İstanbul’da 2. Meşrutiyet ilan edilmiştir. 2. Abdülhamid, 30 yıl önce askıya aldığı Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymuş ve tatile gönderdiği Meclis-i Mebusan’ın açılmasına izin vermiştir.
Ali Kemal için de bu, eve dönüş demektir. Bir gün sonra Ali Kemal, Londra’dan eşi Winifred, kayınvalidesi Margaret Johnson ve kızları Selma’ya birlikte İstanbul’a gelip, Bebek’e yerleşirler.
Ali Kemal, İstanbul’daki ilk ziyaretlerinden birini Yıldız Sarayı’nda köşeye sıkıştırılmış Abdülhamid’e yapar. İkisinin ortak bir düşmanı vardır: İttihat ve Terakki.
Prens Sabahattin’in liderliğindeki Ahrar Fırkası’na katılan Ali Kemal, Darülfünun’da dersler verirken, İkdam gazetesinin başyazarı olarak İttihatçı kalemlerle sert polemiklere girer. İttihatçıları “Aydınlanmış despotik” bir rejime gitmekle, komitacılıkla, masonlukla suçlamaktadır.
İttihatçıların en önemli isimlerinden Dr. Bahattin Şakir’le Şura-yı Ümmet gazetesinde çıkan yazılarda kendisine iftira ve hakaret ederek mebus olmasına engel olduğu gerekçesiyle mahkemelik olur. Tam mahkeme sürerken 6 Nisan 1909 günü İttihatçı karşıtı Serbesti gazetesinden Hasan Fehmi Bey Galata Köprüsü üzerinde uğradığı bir suikastla hayatını kaybeder. Katiller kaçmıştır. Cinayetten bir gün sonra Ali Kemal, Darülfünun öğrencilerine sert bir konuşma yaparak cinayetten İttihatçıları sorumlu tutar ve şöyle der:
“Şimdi ben de kendimi korumak için silahımı alacağım, beni de vurun diyeceğim!..”
Ali Kemal’in güçlü hitabetinden etkilenen talebeler “Hürriyet” “Katilleri bulun” sloganlarıyla Babıali’nin önünde toplanmaya başlarlar, sayı 50 bin kişiyi aşmıştır.
İşte ünlü 31 Mart Ayaklanması böyle başlar. Ali Kemal, Avcı Taburlarının yönetime el koyduğu, Tanin ve Şura-yı Ümmet gazetelerinin yakılıp, İttihatçı liderlerin kaçtığı günlerde İkdam’da cinayet için İttihatçıların önde gelen isimlerinden Rahmi Bey ve Dr. Nazım’ı suçlayan yazılar yazar.
Sonra birden işler tersine döner. İttihatçıların Balkanlardan yola çıkan Hareket Ordusu İstanbul’a yaklaşmaktadır. O geceyi kızı Selma daha sonra günlüklerine şöyle yazacaktır:
“Babam sabaha karşı üçte geldi. Annem bir koltuğa oturmuş çok kötü anne çok kötü diye ağlıyordu. Anneannem, yukarı çıktı, babamın elinde bir gazete vardı. Gazetede idam edileceklerin listesi. Babam da listedeydi…”
Ali Kemal o gece bir Fransız teknesiyle İstanbul’dan kaçtı. Ertesi gün o listedeki altı kişi isyandaki rolleri nedeniyle idam edildiler. Ali Kemal son dakikada Paris’e kaçarak hayatını kurtarmıştı. Ama bütün ailesi İstanbul’daydı. Paris’ten yazdığı mektuplarda eşine ve çocuklarına olan hasretini anlatmaktaydı.
Sonra bütün aile Londra’da yeniden bir araya geldiler. 1909’un sonlarında Ali Kemal’in eşi Winifred ikinci çocukları, Osman Wilfred Kemal’i dünyaya getirdi. Doğum sırasında Ali Kemal eşinin yanında değildi. Doğumdan kısa bir süre sonra genç kadın hayatını kaybetti.
Büyük bir aşkla evlendiğini karısını kaybeden Ali Kemal, yeni doğan Osman Kemal, 3 yaşındaki Selma ile Londra’da baş başa kalmıştı. Neyse ki bütün aileyi toparlayacak kayınvalidesi Margaret Johnson vardı. Hep birlikte 3 yıl Christchurch ve ardından Wimbledon’da yaşadılar. O 3 yıl boyunca İttihatçıların hakim olduğu İstanbul Ali Kemal için hiç tekin değildi. Hayatlarının akışını yine İstanbul’daki iktidar savaşları belirleyecekti.
18 Temmuz 1912 günü kendilerine Halaskaran-i Zabıtan diyen bir grup subay bir muhtıra vererek İttihatçılara “ya siyaset ya askerlik” dediler. 1908’de bizzat kendileri böyle başlayan bir isyanla iktidarı elde etmiş İttihatçılar korkmuştu. İktidardan geri çekildiler. Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kurduğu yeni kabinenin ilk işi ise siyasi af çıkarmak oldu.
Bu Ali Kemal için yeniden vatanına dönmek demekti.
Şartlar uygun olur olmaz, ailesini getirmek üzere İstanbul’a döndü. Yeniden İkdam’ın başyazarıydı artık. Ama bu saadet de 6 aydan fazla sürmeyecekti.
Enver Paşa liderliğindeki İttihatçılar, Babıali’yi basmış, Harbiye Nazır’ı Nazım Paşa’yı öldürmüş, 70 yaşındaki Kamil Paşa’nın başına silah dayanıp istifa ettirmişlerdi. Tarihe Babıali Baskını olarak geçecek bu darbeyle İttihatçılar artık kendi adlarıyla uzun bir süre gitmemek üzere iktidara el koymuştu.
Altı ay sonra Ali Kemal için bir kere daha sürgün yolları gözükmüştü.
Bu kez Viyana’ya gitti. Ama Mahmut Şevket Paşa liderliğindeki yeni İttihatçı hükümet muhalefete karşı daha hoşgörülüydü, kısa bir süre sonra İstanbul’a geri döndü.
Bekâr hayatına bir son verdi. Bu aynı zamanda stratejik olarak da önemli bir karardı. 2. Abdülhamid’in en yakınında olmuş askerlerden Müşir (Mareşal) Mustafa Zeki Paşa’nın kızı Sabiha ile evlenip, Büyükada’ya yerleşti.
Peyam’ı çıkarmaya başladı. (Kendisinden 25 yaş küçük olan Sabiha Hanım’ın küçük kardeşi Saadet’in taliplerinden olan o genç teğmenle evlenseydi belki İsmet Paşa’yla bacanak olacaklardı)
İttihatçıların Almanların yanında bir maceraya girmesine dönük sert eleştirileri yüzünden gazetesi kapandı. Bu arada 2. eşi Sabiha Hanım’dan bir oğlu dünyaya gelmişti; Zeki...
Savaş patlamıştı. İttihatçılar Almanların yanında bütün İslam dünyasını cihada çağırmışlardı. Savaş yılları Ali Kemal için zor geçti. Öğretmenlik yaptı, ticaretle uğraştı, kitap yazdı.
Savaşın düşman cephesinde kalan çocuklarıyla iletişimi kesilmişti artık.
1916 yılında Selma ve Osman’a bakan kayınvalidesi Margaret Johnson bir karar verdi. Savaş yıllarıydı. İngiltere ve Osmanlı karşı cephelerde savaşıyordu. Londra, Türkçe ad ve soyadlı bir çocuk için güvenli sayılmazdı. Nüfus İdaresi’ne başvurdu. Ve çocukların soyadını Kemal’den kendi soyadı olan Johnson’a çevirtti.
Selma Kemal, Celma Johnson, Osman Wilfred Kemal de Wilfred Johnson olmuştu artık... Çocuklar yeni adlarıyla Anglikan Kilisesi’nde vaftiz edildiler...
Ali Kemal ve Türkiye içinse 4 yıllık bu karanlık tarih 30 Ekim 1918’de Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında imzalan anlaşmayla değişti. Ve 1 Kasım’ı 2 Kasım’a bağlayan gece İstanbul Kuruçeşme kıyılarında bekleyen bir Alman denizaltısına binen İttihat ve Terakki’nin üç paşası Türkiye’yi terk ettiler.
Arkalarında yıkılmış, orduları tasfiye edilmiş, işgale hazır bir ülke bırakarak. 5 Kasım 1918 günü Ali Kemal’in yakın arkadaşlarından Refik Halid’in yazdığı “Hesabı ödemeden nereye” yazısı İttihatçılara duyulan o öfkeyi anlatır:
“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?.. Galiba şafak attı, güneş doğuyor, tahtakuruları nereye?... Galiba koku aldınız, kedi geliyor, koca fareler nereye?... Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?”
12 gün sonra İngiliz orduları İstanbul’a ayak bastı. Savaşın kazananları Osmanlı için bir karar verecekti.
Ali Kemal’se siyasete geri dönmüştü. 1918’in başında yeniden kurulan İttihatçıların baş düşmanı Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın Genel Sekreteri’ydi artık.
Aslında savaş ve sonuçları Ali Kemal’i haklı çıkarmıştı.
En başından beri Abdülhamid döneminde izlenen sulh ve denge politikalarıyla ancak ülkenin kalkınabileceğini savunuyordu. 1908’den beri askerî bir diktatörlük kurduklarını söylediği İttihatçıların maceracı, savaşçı, millet-i hâkime düsturuyla azınlıkları dışlayan politikaları ise ülkeyi uçuruma götürmüştü:
“Bu 20. medeniyet yüzyılında nesli nesebi pespaye, tahsilsiz, irfansız, hukuktan da, hürriyetten de, hükümetten de bihaber… fail, ortaya çıkar, kendi gibi külhanbeyleri bulur… -bu memlekette ondan bol ne var?-… bu asrın idrakine, vicdanına sığmaz cinnetleri, cinayetleri işler. … İşte senelerden beri biz… âmir, hâkim diye bu heriflere tapındık, şimdi böyle bir musibetten musibete uğruyorsak bu âmalimizin [yaptığımız işin] cezasıdır, çekeceğiz” (5 Kasım 1918- Sabah)
“Trablusgarb ve Balkan felaketleri bir tarafa dursun, vakta ki Harb-i Umumi
çıktı, kafamızı mütareke kapısına ‘güm’ diye çarptık. Ne gördük? Bu mülk-i
mahrusamızın la-ekall iki semeni elimizden gitti, bu koskoca Saltanat-ı Osmaniye’ye küçük bir Türk hükümeti kalıyordu, fakat bu musibet dersiyle akıllandık mı sanıyorsunuz? Heyhat! Yine sulh ve sükûneti meskenet addeyledik, bizi bu musibetlere uğratan, bu çukurlara düşüren silaha herçe bad-abad sarılmak sevdasından bir türlü vazgeçemedik, bu sefer netice ne feci oldu, bu görmek istemeyen gözlere bile ayandır”. (19.8.1922- Peyam-ı Sabah)
Ali Kemal’in, başta Vahdettin olmak üzere İstanbul hükümetinin ve Mütareke Basını denen entelektüel kesimin “hainlik” olarak tarih kitaplarına geçen çözüm önerilerinin özü buydu. Savaştan yenik çıkmış bir ülkeye yeni bir İttihatçı maceranın pahalıya mal olacağını düşünüyor, savaşın galiplerini kızdırmadan bu badireyi sulh ile atlatmamız gerektiğine inanıyorlardı.
Aslında böyle düşünen sadece onlar da değildi. Savaşın en büyük kaybedeni, en ağır anlaşmalarla cezalandırılanı olan Almanya’da 440 maddeli Versaille Anlaşması’nı onaylayan Sosyal Demokratlar da aynı şekilde düşünüyordu. Onlar da ihanetle, teslimiyetle, mandacılıkla suçlandı. Alman meclisinde kendilerini teslimiyetle suçlayanlara “Artık yeni bir savaşa giremeyiz, kendimizi savunacak durumda değiliz. Ancak savunmasız olmamız, onursuz olduğumuz anlamına gelmez” diyen sosyal demokrat bakan Gustav Bauer’la Ali Kemal aynı çözümü savunuyordu aslında...
Özellikle de Ocak 1919’da Paris’te başlayan barış görüşmeleri bitene kadar.
Altı ay sürecek sonunda Almanların önüne Versaille, Türklerin önüne Sevr’in geleceği görüşmelerde savaşın galip devletlerine iyi bir fotoğraf verilmeli, işgallere mazeret üretilmemeliydi. Görüşmelerin başlamasıyla aynı tarihlerde İstanbul’da 1915 Ermeni tehciri için İttihatçıların yargılandığı Divan-i Harbi Örfi yargılamaları başladı. İttihatçılar gözaltına alınıyor, sürgünlere gönderiliyordu. İtilafçılar, İttihatçılardan yılların intikamını almaktaydı.
Mart ayında Padişah Vahideddin, hükümeti kurma görevini kayınbiraderi Damat Ferit Paşa’ya verdi. Hürriyet ve İtilafçıların yeniden iktidara geldikleri bu kabineye Ali Kemal Maarif Nazırı olarak girdi. Kabinenin birinci önceliği kongrelerle ortaya çıkan mukavemeti durdurmak, Wilson İlkeleri’ndeki “nüfusun çoğunluğu kimdeyse yönetimi ona bırakmak” prensibine dayanarak, Anadolu’yu işgal ettirmeden Paris’teki barış anlaşmasından çözüm çıkarmaktı.
Anadolu’da Türklerin azınlıklara yönelik katliam yürüttüğü tezi işgaller için temel gerekçeydi. Damat Ferit kabinesi bu gerekçeyi zayıflatmak için Ermeni tehciri yargılamalarına hız verdi. 10 Nisan 1919 günü Boğazlıyan Kaymakamı Kemal idam edildi.
Ama Paris’te gündem başkaydı. Paris’i boykot ederek Adriyatik’te ve Güney Anadolu kıyılarında yürüyüşünü devam ettiren İtalyanları masaya çekmek gerekiyordu. Yunan tarafı da hevesliydi. Venizelos, Anadolu’da Türklerin Rumları katlettiği, müdahale edilmesi gerektiği propagandasını yürütüyordu. 6 Mayıs günü İngiliz başbakanı Lloyd George, Venizelos’u toplantıya çağırdı:
Lloyd George: Hazır askeriniz var mı?
Venizelos: Var. Hangi amaçla
Lloyd George: Bugün Başkan Wilson (ABD) Bay Clemenceau (Fransa) ve ben İzmir’i işgal etmenize karar verdik.
Venizelos: Biz hazırız.
16 Mayıs günü Yunan ordusu İzmir’e çıktı. Aynı gün bu işgali engelleyemediği için Damat Ferit hükümeti istifasını verdi. Ama padişah kabineyi yine onun kurmasını istedi. Bu kez Dahiliye Nezareti koltuğunda Anadolu’daki mukavemeti İttihatçıların yeni bir macerası olarak gören bir isim oturmuştu: Ali Kemal Bey.
İzmir’in işgali ittihatçıların elini güçlendirmişti. İstanbul’da büyük mitingler yapılarak işgal protesto ediliyordu. 16 Mayıs günü Mustafa Kemal ve arkadaşları, Rumlara katliam iddiasıyla Samsun bölgesinin işgal edilmesini engellemek için padişah tarafından Samsun’a gönderildi. Kısa zaman sonra onun da direniş için gittiği anlaşıldı.
Paris’te konferans sürüyordu. Kuvva-i milliye fikri İstanbul’da da güçlenmeye başlamıştı. Dahiliye Nazırı Ali Kemal, ipleri eline aldı. Bir taraftan İngilizlerle görüşüyor, Yunan işgalinin ilerlemesini engellemeye çalışıyor, bir taraftan milis teşkilini ve müdafa-i milliye anlayışını yasaklayan bir emir yayınlatıyordu. 17 Haziran tarihli o emri 23 Haziran günü Mustafa Kemal’i görevlerinden azleden başka bir emir izledi. Atatürk, Ali Kemal’in o emrini tam metin olarak Nutuk’una koydu:
“Mustafa Kemal Paşa büyük bir asker olmakla birlikte günün siyasetini pek bilmediği için, olağanüstü sayılacak vatanseverlik ve gayretine rağmen, yeni görevinde asla başarılı olamadı... Ayrıca, bu önemli ve tehlikeli günlerde memur, halk, her Osmanlı’ya düşen en büyük görev, barış konferansınca geleceğimiz üzerinde karar verilirken ve beş yıldır yaptığımız deliliklerin hesapları görülürken, artık aklımızı başımıza devşirdiğimizi göstermek, akıllıca ve tedbirlice davranışları benimsemek, parti, mezhep, ırk ayrılıklarını gözetmeksizin her ferdin hayatını, malını, ırzını koruyarak, medenî dünyanın gözünde bu memleketi bir daha lekelememek değil midir?..”
Emir Millî Mücadeleyi destekleyen kabine üyelerinin tepkisini çekmişti. Baskılara daha fazla dayanamayan Ali Kemal, 27 Haziran 1919 günü Dahiliye Vekaleti’nden Vahideddin’e sunduğu bir dilekçeyle istifa etti. Dilekçe ve Vahideddin’in Ali Kemal’e verdiği cevap da Nutuk’ta yer aldı.
Ali Kemal istifa mektubunda “padişahın gösterdiği yakın ilgi ve güveni çekemeyen bazı arkadaşlarının birçok yersiz sebepler ileri sürerek ihtilâlin daha da genişlemesine yol açtıklarını” söylüyor, «resmî görevinden çekilmekle birlikte, özel olarak hizmet ve sadakate devam edeceğini» ekliyordu. Vahideddin’in de cevabi yazısı şöyleydi:
“Beni büsbütün yalnız bırakmayacağınıza güveniyorum. Bağlılığınız, bana büyük ümit ve teselliler vermiştir. Saray, her dakika size açıktır…”
Nutuk’ta Atatürk bütün bunlardan sonra “Kendisine olan bağlılığından padişahın büyük ümit ve teselliye kapıldığı Ali Kemal’i nâzırlık makamında ve padişah huzurunda gördükten sonra, bir de asıl gerçek görevi başında görelim!” diyerek Ali Kemal’le ilgili bazı İngiliz belgelerindeki onun İngilizlere yakınlığını gösteren yazışmalara yer verdi.
Halbuki Ali Kemal’in istifa ettiği gün kaleme alınmış başka bir mektupta Ali Kemal İngilizlere şikâyet edilmekteydi. Hem de Paris’teki İngiliz delegasyonuna.
Ali Kemal Paris Konferansı’ndaki Türkiye delegasyonu içinde yer almıştı. Bunu İngiliz gazetelerden öğrenip onu İngiliz delegasyonuna yazdığı bir mektupla şikâyet eden kadının adı Margaret Johnson’du.
Mektup “Lütfen size yalvarıyorum onunla görüşüp görüşemeyeceğimi bana bildirin” diye başlıyordu. Yaşlı kadın mektubunda ‘Ali Kemal’in kızının kocası olduğunu, iki çocuğunu kendisine bırakıp gittiğini, savaştan sonra çocuklarını hiç arayıp sormadığını, çocuklara bakacak maddi durumunun olmadığını anlatıyor ve şöyle diyordu:
“Çocukların babasının Paris’te Türk delegasyonunda olduğunu biliyorum. Onu görebileceğim konusunda şüpheliyim. Ama eğer mümkün olursa ondan çocuklar için para isteyeceğim. Bu onunla görüşmek için tek sebebimdir…”
İngiliz delegasyonundan Margaret Johnson’a gelen cevap olumsuzdu:
“Ali Kemal Bey Paris’ten ayrıldı…”
1919 yılının başında başlayıp altı ay süren Paris Konferansı’ndan Osmanlı için Sevr Anlaşması çıktı. Toplantıya yoğun eleştirilere rağmen katılan Ali Kemal ve Osmanlı delegasyonu istediğini alamadan İstanbul’a dönmüştü.
Siyasetten çekilen Ali Kemal en iyi bildiği işi gazeteciliğe döndü. 1920 Ocak ayında sahibi olduğu Peyam ile Abdülhamit’in çok yakını Kayserili bir Ermeni olan Mihran Efendi’nin sahibi olduğu Sabah birleşerek Peyam-i Sabah gazetesi ortaya çıktı.1922’nin Eylül ayına kadar gazetenin başyazarı olan Ali Kemal’in hedefinde İttihatçıların başka bir şubesi olarak gördüğü Kuvva-i Milliye hareketi vardı.
Ali Kemal’e göre İttihatçılar gibi Kuvva-i Milliyetciler de savaşmak dışında bir siyasi çözüm, politika geliştiremiyorlar, sorunu büyütüyorlardı, azınlık haklarını koruyamayarak işgallere zemin hazırlıyorlar, böylece savaşın galibi büyük güçlerle masa başında anlaşmanın imkanlarını ortadan kaldırıyorlardı:
“...Onlar süzüldüler, söndüler, gittiler, bu sefer de Mustafa Kemaller, Fethiler, hülasa aynı herifin ikinci derecedeki erkân-ı kiramı meydanı istila etliler... Ne oldu? Hakikaten bu devleti ûlâ, bu milleti ihya mı eldiler.. Düşmanı denize döktüler mi? Ne gezer? Bilakis onların seyyi’eleriyle, hatalarıyla, su’-i siyasetleriyle değil midir ki, halimiz gittikçe daha perişan oldu” (Peyam-i Sabah 1922)
Ona göre çare açıktı:
“Filhakika topla ve tüfekle bu davayı fasletmek iddiasını bırakıyorlarsa bu devlet ve milletin selameti için Kuvva-i Milliye ricaline terettüb eden en birinci vazife mukadderatımızı, daima dediğimiz gibi hilafet ve saltanatı temsil eden bir Bab-ı Ali’ye tefviz ederek çekilmelidir” (Peyam-i Sabah-1921)
Her zaman bu kadar kibar değildi. Savaş uzadıkça, Yunanlıların işgal ettiği topraklar arttıkça Ali Kemal’in üslubu sertleşiyordu:
“İdam, idam, idam! Mustafa Kemal cezasını bulacak!” (25 Nisan 1920)
“Bu türediler, bu serseriler yüzünden Anadolu baştan başa harap türap oldu” (12 Şubat 1921)
“Ankaralı hoppaların derdiyle yine fırsatı kaçırdık; bu idrakte bu irfanda bu kıratta adamlar bir hükümeti değil, ufak bir aşireti bile idare edemezler.” (13 Şubat 1921)
Ama bunları “hain” ya da “ajan” olduğu için değil, kurtuluşu burada gördüğü için söylüyordu. Eğer Kuvva-i Milliye yöntemleriyle zafer gelirse ne yapacağını da yıllar önce dürüstçe yazmıştı:
“...Türk olmak itibarıyla seviniriz, sevincimizden çıldırırız, fakat aklen, irfanen bu mertebe yanıldığımız için yalnız kalemimizi kırmak değil, insanlığımızdan bile istifa ederiz...” (26 Ağustos 1920)
Dediğini yaptı. Kuvva-i Milliye başarı gösterdikçe gazetesinde ve köşesinde bunun hakkını verdi, kendi öz eleştirisini yaptı.
Ama tüm bunlar 26 Ağustos 1922 günü yazdığı bir yazı sebebiyle Ankara’da gıyabında İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp mahkum edilmesini engelleyemedi.
6 Eylül günü yazdığı yazıda neredeyse başına gelecekleri tarif etmişti:
“Bu zaferler ile ne derece meşkuk olursa olsun, devletlerle, ba-husus bir devlet-i muazzama ile uzlaşmamıza, anlaşmamıza müncer olmadıkça bir neticeye delalet etmez, tekrar ederiz, biz bu içtihadımızda yanılabiliriz, ya neticede sürülmek mi, vurulmak mı, asılmak mı ne ise cezamızı çekeriz. Bir fikir için mücahede edenlerin akıbetleri bazen de böyle olmaz mı?”
9 Eylül günü İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşu için “Türk’ün bayramı” başlıklı bir yazı yazmış ve eğer Ankara hükümeti sadece kuvvetle başarılı olursa “...bizi minnettar kılarlar, hame-i muhalefetimizi ise kırar, parça parça ederler...” demişti.
10 Eylül günü yazdığı son yazısının başlığı ise “Gayeler bir idi ve birdir”di.
Ama bu yazılarda akıbetini değiştirmedi. Önce başyazarlık görevine son verildi, gazetenin ismi Sabah’a çevrilmiş, Sabah’ın sahibi Mihran Efendi ise olacakları görüp İsviçre’ye kaçmıştı.
4 Kasım 1922 günü İstanbul hükümeti istifa etti. Görevi Ankara’daki hükümet adına Refet Paşa devraldı. 5 Kasım 1922 günü Ankara’dan İstanbul emniyetine bir telgraf çekildi. Ali Kemal Bey’in yakalanarak Ankara’ya getirilmesi emrediliyordu.
Ama İstanbul’da hâlâ İngiliz kuvvetleri vardı. Bu tutuklama değil ancak kaçırma olabilirdi. Dört polis emniyetten Ali Kemal’i kaçırmak için görevlendirildi. Arnavutköy’deki evinden, yeniden barışıp, bir araya gelmeye başladıkları Hürriyet ve İtilafçı arkadaşlarıyla buluştuğu İstiklal’deki ofisine gelen Ali Kemal adım adım izlendi.
Ali Kemal, Marcel’in berber dükkanı yakınında tramvaydan atladı. Tıraş olmak için koltuğa oturduğunda, dükkanın etrafını dört polis sarmıştı. Dükkana girip Ali Kemal’e “Sizi Emniyet müdürü görmek istiyor” dediler. Ali Kemal “peki” diyerek arabaya doğru yürüdü. Polis müdürü, şoförle konuşurken, başına gelecekleri anlayıp kaçmaya, İstiklal Caddesi’nde koşmaya başladı. Cercle d’Orient Pasajı’na girdi. Merdivenlerden çıkarken iri yarı iki polis onu yakaladı “Gündüz vakti adam mı kaçırıyorsunuz diye bağırmasıyla ahali toplanmaya başlamıştı. Kalabalıktan biri Tünel’den İngiliz zabitlerinin geldiğini söyledi. Hemen bir arabaya bindirildi ve oradan uzaklaştırıldı.
Akşam Samatya kıyısına getirilip bir tekneye bindirildi. Tekneyle İzmit’e oradan da trenle yargılanacağı Ankara’ya götürülecekti.
İşte bu noktada devreye İzmir’i Yunanlılardan aldıktan sonra kuvvetleriyle İstanbul’a yakın İzmit’e gelip yerleşen Birinci Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa girdi.
Hikâyenin bundan sonrasını olayın bizzat tanığı olan, o sırada Birinci Ordu’da Nurettin Paşa’yla birlikte çalışmış bir subay olan Rahmi Apak’ın “Yetmişlik bir Subayın Hatıraları” adlı hatıratından okuyalım:
“Bir gün evde öğle yemeğini yemiş, karargâha dönüyordum. Kapıdan girerken, Nurettin Paşa’nın da aynı zamanda girmekte olduğunu gördüm. Nurettin Paşa beni görünce ‘İşittin mi, Ali Kemal’i tutmuşlar, buraya getirmişler. Hemen şimdi haber gönder, karargâha getirsinler’ dedi.”
Burada bir araya girmeliyiz. Resmî tarihte ve daha sonra yazılan pek çok Ali Kemal biyografisinde Nurettin Paşa’nın kendi inisiyatifiyle Ali Kemal’i yolundan çevirip, bir nevi el koyduğu anlatılır. Hâlbuki bu hikâyenin ana kaynağı olan Apak’ın anılarındaki şu satırlar başka bir şey anlatmaktadır: “Bu fedakâr polis komiserlerine, bu tehlikeli iş için yaptıkları masrafın yarısını bile ödemeyecek olan, ancak otuzar lira para verebildiğimizi hatırladıkça hâlâ utanırım…”
Bu notu düştükten sonra o günü Rahmi Apak’ın hatıratından okumaya devam edelim:
“Ali Kemal’i bizim odaya getirttim. Yedek subay Necip Ali Bey’i Ali Kemal’in ilk ifadesini almaya memur ettim. Hatırımda kalan cevaplar şunlardır:
Necip Ali Bey: Milli Mücadele davamızın aleyhine çalışmaklığınızın sebep ve hikmeti nedir?
Ali Kemal: Bu davanın muvaffak olacağını hiç tahmin etmiyordum. Muvaffakiyetsizlik ise büyük devletleri daha ziyade hiddete sevk ederek vatanın tamamıyla harap olmasına sebep olunacaktı.
Necip Ali Bey: Düşüncenizin yanlış olduğu meydana çıktı. Yaptıklarınızdan pişmanlık duyuyor musunuz?
Ali Kemal: Evet çok doğru söylüyorsunuz. Ben, Türk milletinde bu kadar büyük yaşama gayreti ve mücadele ruhu mevcut olduğunu bilmiyordum…”
Ali Kemal daha sonra Nurettin Paşa’nın karşısına çıkarıldı. Olan biteni Apak’tan okumaya devam:
“İki dakika sonra Nurettin Paşa odasından çıktı. Sandalyeden ayağa kalkan Ali Kemal’e ‘Sen kimsin’ dedi. Ali Kemal ‘Ali Kemal bendeniz’ cevabını verince ‘Ha Artin Kemal dedikleri adam sen misin’ diye ekledi. Bu ikinci sual karşısında Ali Kemal hiç istifini bozmayarak ‘Hayır efendim. Ben Artin Kemal değilim. Ali Kemalim’ cevabını verdi. Nurettin Paşa devam etti: ‘Bilgisiz bir adam suç işlese aynı suçu işleyen bilgili ve aydın bir adam gibi aynı cezaya mı çarptırılır, yoksa cezaları arasında bir fark bulunur mu?’ Ali Kemal hiç düşünmeden ‘Tabii bilgili ve aydın kişinin cezası daha ağır olmak gerektir’ cevabını verdi. Nurettin Paşa ‘O halde seni askerî mahkeme huzuruna sevk edeceğiz’ deyince Ali Kemal ‘Ben adaletin karşısına çıkmaya hazırım’ dedi. Kendisini aldım tekrar aşağıya odama indirdim... Hemen bir subay geldi ve Paşa’nın beni istediğini söyledi. Paşa’nın yanına girdim. Bana şu emri verdi: ‘Şimdi sokaktan birkaç yüz kişiyi büyük kapının önünde toplat. Kapıdan çıkarken Ali Kemal’i öldürsünler, linç etsinler!’
...Yüzbaşı Sait’i çağırttım. ‘Paşanın yanına git sana mühim bir emir verecekmiş’ dedim. Ben kendim Paşa’nın bu emrini vermek istemiyordum... Benim çekindiğim bu ölümün kanun yolu dışında yapılması taraftar olmadığımdandı. Kel Sait tertibatını yapmak üzere çıktı.
Ali Kemal, iyi bir terzi elinden çıkmış koyu renkli bir elbise giymişti. Yakışıklı bir adam, pek iyi giyinmiş, orta boylu biraz tıknaz, gözlüklü, ak yüzlü ve kırmızı yanaklı. Beş on dakika sonra başından gelecekten habersiz arkasına düşen rüzgarın sırtına dokunduğunu söyleyerek sandalyesinin değiştirilmesine müsaade edilmesini rica etti.
On beş dakika sonra Kel Sait, yarı açık kapıdan bana ‘her şey tamamdır’ işaretini verdi. Ben de Necip Ali Bey’e ‘haydi Necip Ali Bey, Ali Kemal Beyefendi’yi al, birlikte askerî cezaevine götür’ dedim. İkisi birlikte kalktılar, odadan çıktılar. Odamda çalışan diğer arkadaşlarımın da hiçbir şeyden haberleri yoktu. Ben faciayı gözlerimle görmemek için masamın başında üzüntü içinde bekliyorum. Birdenbire dışardan gürültüler, bağırmalar oldu. Arkasında da Necip Ali Bey, başından kalpağı düşmüş, saçları dikişmiş, yüzü gözü şişmiş morarmış ve büyük pürtelaş içinde odaya girerek ‘Beyefendi ne duruyorsunuz Ali Kemal’i öldürüyorlar, ne duruyorsunuz’ diye bağırmaya başladı. Ben sükûnetle ‘Yahu onu öldürüyorlarsa sana ne, otur yerine’ deyince birdenbire afalladı ve bana kızgın kızgın bakarak ‘Bu işi önceden bana niye söylemediniz. Beni de mi öldürtmek istiyordunuz. Benim suçum ne’ diye mırıldanarak yerine oturdu.
Hakikatte de Ali Kemal, köşkün büyük kapısından çıkar çıkmaz elleri bıçaklı, taşlı, demirli halk, küçük ve büyük çocuklar ve gençler üzerine saldırmışlar. Necip Ali Bey, kurtarmak için Ali Kemal’e sarılmış, Ali Kemal de kurtulmak için ona sarılmış. Bu esnada birkaç yumruk ve taş Necip Ali Bey’e isabet etmiş. Birisi arkasından Ali Kemal’e uzun bir bıçak sokunca, bunun acısı ile Ali Kemal bağırarak yere yatmış, diğerleri de taşla ve tekme ile kafasını ezmişler. Necip Ali de patırtının içinden güç hal ile kendisini sıyırarak kaçabilmiş. Toplanan güruh, derhal Ali Kemal’in yeni elbiselerini soyup almışlar. Parmağındaki yüzüğü, altın saatini ve ceplerinde nesi varsa tırtıklamışlar. Sonra ayaklarına bir ip bağlayarak, can çekişen bu adamı yokuş aşağıya don gömlek sürüklemişler.
O gün, Lozan Konferansına gitmek üzere, İsmet Paşa, trenle İzmit’ten geçecek idi. Nurettin Paşa istasyon yanındaki ve demir yolunun altından geçtiği küçük tünelin üstünde bir sehpa kurdurdu. İsmet Paşa görsün diye onun ölü vücudunu astırdı...”
Bundan sonrasını ise İsmet paşa ile birlikte Lozan’a giden heyetin içinde o gün trenle İzmit’e gelen Ali Kemal’in yakın arkadaşı Yahya Kemal (Siyasi ve Edebi Portreler) anlatıyor:
“İsmet Paşa’nın heyetiyle Lozan Konferansı’na gidiyorduk. Ankara’dan bizi getiren tren Bilecik’te durduğu zaman İstanbul’dan oraya kadar İstikbale gelen gazeteciler Ali Kemal’in bir gün evvel İstanbul’da tevkif edildiğini ve bir motorla Anadolu’ya doğru sevk olunduğunu haber verdiler. Tren, İzmit’e doğru ilerledikçe Ali Kemal’in tevkifi ve sevki havadisi her istasyonda daha ziyade büyüyordu... Tren İzmit’te durduğu zaman istikbalimize çıkan Nureddin Paşa’nın etrafındakiler «Artin Kemal tepelendi!» diye bağırıyorlardı. Bu kalabalık âdeta kırmızı bir rüyanın heyecanı içinde görünüyordu. Nureddin Paşa, başında güzel bir kalpak, sırtında şık bir gabardin palto, sakalı taranmış, güler yüzlü olarak İsmet Paşa’nın elini sıktı. Diğer murahhaslar ve bütün hey’et-i murahhasa azasıyla beraber önce Ali Kemal’in cesedini görmeğe, ondan sonra belediye dairesinde verilecek ziyafete davet etti.
Hepimiz, Fransa mümessili General Mauguin de ilk safta, programa tabi olarak yürüdük. Birkaç adım ötede, köprü üstünde, Ali Kemal’in cesedi toplu iğnelerle bir çarşafa sarılmış, önünde bir mukavva parçasına: «Hain-i vatan Artin Kemal» yazılmış duruyordu. Cesedin çehresi bir mengene ortasında gibi sıkışmış, birdenbire tanınmaz bir şekildeydi... Bir tarafından biraz kan sızıyordu, cesedin epey müddet tozda süründüğü anlaşılıyordu.
Nureddin Paşa cesedin karşısında ferahlı ve mağrur bir tavırla halka nasihat kabilinden: «İşte din ü milletimize ihanet edenlerin cezası budur…» ve daha birçok şeyler söylüyordu; İsmet Paşa ise cesede mütekallis (gergin) bir yüzle bakıyordu. Garp Cephesi Kumandanı’nın bu manzara karşısında nazik ve mütehassis bir ruhu olduğuna dikkat ediliyordu. Bu tesirli manzaradan sakitane ayrılarak belediye dairesinde hey’et-i murahhasa şerefine verilen ziyafete gittik...”
Yahya Kemal’den anlaşılan ziyafet sırasında Nurettin Paşa’nın Ali Kemal’in linç hikayesini bambaşka bir şekilde anlattığı:
“Kapıdan çıkarken halk hücum etmiş taşla tepelemiş, cezasını vermiş; pencereden baktım, ayağına bir ip takmış sürüyorlar. Men’etmek için bir iki zabit gönderdim. Zabitleri de taşlamışlar, nihayet halkın elinden alarak, sehpada teşhir olunmak üzere astırdım.”
Ve İsmet Paşa’nın bütün bunları dinlerken ne yaptığı kısmı:
“İsmet Paşa bu hikayeyi dinlerken: ‘Zabitleri de taşlamışlar’, sözü üzerine General Mauguin’e: ‘Halk zabitleri de taşa tutmuş’ dedi. Lakin mızrak çuvala sığar kabilinden değildi. Çok devletçi olan İsmet Paşa, bu dikkatiyle hükumetin vak’a hakkındaki görüşünü ihsas etmiş oluyordu…”
Ve Paşa’ya ilk ve tek itiraz:
“Yemek esnasında Nureddin Paşa bahse devam ederek ‘İnşallah yakında Vahideddin’i de getirip cezasını vereceğim’ derken, ikinci murahhas Rıza Nur Bey’in sabrı tükendi; önüne bakarak, lakin Nureddin Paşa’ya hitaben: ‘Onu İnebolu’dan yola çıkaracağız, çünki Ankara’ya gelip mahkeme karşısında hesap vermesi lazımdır’ dedi. Nureddin Paşa mütehayyir ve müteessir bir sesle ‘Ya! Demek ki biz kutta-ı tarik (yol kesici) olduk’ dedi ve Ankara’ya bir taş atarak ‘Ali Kemal’i bıraksaydık şüphesiz ki Fethi Beyefendi orada kurtarırdı!’ cümlesiyle fikrini itmam etti. Rıza Nur Bey daha cerbezeli bir sesle: ‘Paşa Hazretleri! Hükümet, bu hain sürüsünün tevkifi için İstanbul Zabıtasına emir vermiştir, hepsi tutulup Ankara’ya gönderilmelidirler ve orada muhakeme edilmelidirler!’ deyince, Nureddin Paşa, hükümet zihniyetinin bu tecellisi karşısında ‘Hükümet ne zaman emir vermiş? Ben Ali Kemal’i on yedi günden beri kendi adamlarımla tevkif etmeğe çalıştım!’ dedi ise de Rıza Nur Bey ‘Ben Hükümet emir vermiştir, diyorum, biz Hey’et-i Vekiledeniz!’ cümlesini fırlattı.
Nureddin Paşa, bir müddet bariz bir teessürle sustu. Yemeği bitirdikten sonra vagonda yatmağa gittik. Karanlık basmıştı. Köprünün yanından geçerken Ali Kemal’in cesedini bir daha gördük. Etrafında tek tük birkaç seyirci kalmıştı. Birisi iyi görebilmek için yüzüne bir kibrit çakmış bakıyordu...”
Yıldıray Oğur - Türkiye Gazetesi Arşivi
Henüz yorum yapılmamış.